Arzu Alkan Ateş’in Alakarga Yayınevi’nden çıkan üçüncü öykü kitabı Mahir Efendi’nin Papağanı, beni düş ve gerçek dalgaları arasında sürükledi durdu. Öykülerin birbiriyle bağlantılı olması, öykünün birinde tesadüfen ortaya çıkan yan karakterin bir başka öykünün anlatıcısına ya da ana karakterine dönüşmesi şaşırtıcı bir okuma deneyimi oldu benim için. Roman okuyorum hissine kapıldım. Her bir karakter çok gerçekçi anlatılmış anlatılmasına da bu gerçekçiliğin içindeki düşsel unsurlar gerçekliği sorgulamama neden oldu. Birinci bölümdeki anlatıcının arkadaşının, hayali bir karakter olduğunu düşünürken, kitabın ikinci bölümünde bu hayal sandığım karakter, anlatıcı olarak karşıma çıktı. Yazar, zihnimde bir salıncak kurmuş da sallanıyor gibi geldi bana. Hakikat ve düş dilemması, boğucu imgeler ve süslü kelimelerle beni uğraştırmadan akıp gitti. Akıp giderken de dimağımda hoş bir haz bıraktı. Yazarın Lübyana’ya Bir Bilet adlı öykü kitabında da karşıma çıkan kısa cümlelerle, ayrıntıya boğulmadan düşleri boyama biçimi onun akıcı, açık ve anlaşılır olmasını sağlıyor. En çarpıcı öykülerden biri olan “Rüya” hikâyesinde net bir şekilde tezahür eden bu anlatma biçimi ve düş ögeleri, renkler, hareketler halinde canlı bir tabloya ya da fantastik bir filme dönüşüyor.“…Ormandan bir gürültü geliyor. Karartı havalanıyor, gökyüzüne çekiliyor. Pelerini üzerinde yok. Gözden kayboluyor. Tanrı’yı pelerinsiz gördük, diyorsun. Çırılçıplak. O kaybolunca pars görünüyor, omuzlarında pelerinle…”
Mahir Efendi’nin Papağanı’nda bir kasabada büyüyen iki kızın ninelerinden, dedelerinden dinledikleri kasaba eşrafına ait hikâyeleri düşlerinde yoğurarak hayatın, insanın sırrını çözme çabalarına şahit oldum. Ve ben, bu kızlar sayesinde Karadeniz’in aykırı yollarında bisikletten düştüğüm, mezarlık duvarlarını saran moraları topladığım zamanları anımsadım. Sandığım kadar uzak değilmiş o anlar. Oysa insan yaş aldıkça çocukluğunu unutmaya meyleder. Edebiyat zannımca unuttuklarımızı hatırlatmak için var. Hatırladım, Kıl Haydar, Lale ve Feyyaz’ı okurken hayatın bazı insanlara ne yaparlarsa yapsınlar figüran rolünden başka rol vermediğini ve örselenen bu insanların toplumda bir yara açtığına ikna oldum. Hayatın içindeki silik renklerdi onlar, özellikle de Lale, Mahir Efendi’nin Papağanı’nın kızları, Lale’ye “…annelerine hiç benzemeyen güzel kadına…” bakarken “…kıyısı olmayan adaları…” laleleri, hayat kadınlarını ve onların dahil olamadıkları hayatı görüyorlardı. Görmediklerimle ve bana gösterilmeyenlerle kurmacanın sayfalarında hemhal oldum.
Mahir Efendinin Papağanı’nda birden çok anlatıcının olduğunu belirtmiştim. Bu anlatıcılar, birlikte yaşadıkları maceraları kendi pencerelerinden yorumlayarak anlatıyor. Çünkü benin bir başkası olduğunu hatırlatıyor yazar. Yaşanılan sürekli değişiyor. “…Çocuklukları dağların arkasını görmek...” arzusuyla geçen kahramanların gidenlerin ve kalanların penceresinden baktıkları hayata dair anlattıklarını dinlemek düşüyor payımıza. “…Bilmek isteyip bilmediğimiz her ne varsa, yaşamın kıyısında gelip buldu bizi. Nenelerimizin masallarından, dedelerimizin söylencelerinden başka türlüydü hayat. Çok sesli, bin bir renkli, bazen coşkulu, bazen hüzünlü ama hep merak uyandıran bir masaldı. Hiç meselemiz yok sanırdık. Oysa tüm mesele kendimiz olabilmekti…” diyor anlatıcılardan biri. Sonra “…Hayatın birçok anında olduğu gibi kendi tercihini yaşamaktan memnunum…” diyerekbir diğer anlatıcı giriyor söze. Onunla birlikte el ele Mahir Efendi’nin masallardan inşa dükkânına düşüyor yolum. Mahir Efendi’nin bıyık söylencesinde gizlenenleri merak ederek okuyorum hikâyeyi. Ve de hayat kadar kanıksanmış, dünyaya sığamayan öteki ruhların hikâyesini… Alışılmışın dışında tercihleri sebebiyle İsfahan adlı karakteri ötekileştiren normal insanların İsfahan’a bakışlarını yazar “Sirk hayvanı” benzetmesiyle ortaya koyuyor. Hayatta karşılığı olan ben sirk hayvanı değilim, beni böyle kabul edin lütfen, diyerek bakan gözleri bir yerden tanıdığım hissine kapılıyorum.
Kitabın birinci ve ikinci bölümünde çocukluk anılarını okuduğumuz iki kızın son bölümde genç kızlık anılarını okuyoruz. Çoğu liseli genç kızın yaşadığı okulun popüler kız grubuna ait olamama sorunu, bizim kızlar için kasabalı olmaları sebebiyle daha da büyük bir soruna dönüşüyor. Ancak kahramanlarımız birbirlerine öyle güzel yetiyorlar ki bir parçası olmadıkları grubu pek önemsemiyorlar. Onlara bu gücü veren yoksunlukla geçen çocuklukları. Bu yoksunluk onların düşlerini besleyen, kendilerine yetmelerinin öğreten bir okul olmuş adeta. Bir nevi bilgeliğe ulaşmışlar. Şikâyet etmiyorlar, yakınmıyorlar, çağıldayan bir dere olup kavuşacakları denize doğru akıyorlar. Ve tabii bir de kitaplarla kurdukları dostluk ve yüreklerinde aynı gence duydukları ilk aşkın telaşı var. Fiziksel, ruhsal gelişim evrelerine şahit olduğum kızlar, mis kokular eşliğinde, gölgesinde kitap okudukları ağlayan ıhlamur ağacının hikâyesini anlatmadan da geçmiyorlar. Doğanın söylencesi bütün kitap boyunca bir alt metin olarak duyuruyor kendini. Bir ormanın içinden geçiyorum. Kokularla sarhoş oluyorum. Son söz öncesi son bir hikâye daha anlatıyor yazar bize. Mahir Efendi’nin dükkânı gibi Kocaman Efendi’nin hikâyesini de yarım bırakıyor. Yazarın düşlerinde belki de hâlâ devam ediyor Kocaman Efendi’nin hikâyesi. Bir gün tamamlayacak yarım bıraktığını. Yoksa okurun tamamlamasını mı istiyor? Kocaman Efendi, kendi yazdığı yeşil kaplı bir defteri okumaları için kızlara bırakıyor ve Mahir Efendi’nin Papağanı yeşil kaplı bu defterin sırrıyla kapanıyor. Biliyorum, yeniden açılmak üzere…
Son söz, adeta arınıyorum. Bütün bu düşler ve gerçeklerden sonra geride arayan bir kadın kalıyor. Aramak da arınmanın bir yolu değil mi?
Emine Mehrime Karaman
Comments