top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Tozlanmış Öykü- N.M.- Makbule

Bu üç günden beri gözüne uyku girmeyen Makbule’nin derdi büyüktü. Küçük yaşından beri büyüdüğü evde hiç rahat ve huzur yüzü göremedi. Aklının yettiği andan itibaren kendisini ev işleri arasında bulmuştu. Kendisi ne annesini ne babasını ne de yaşını pek bilmezdi. Hanımı kim bilir hangi gereksiz bir sebep için kendisini azarlarken, bir zamandan beri, “Utanmıyor musun, kaç yaşına geldin, koskoca kız oldun!” dediği zamandan beri hesap ederek anladığı on dokuz yaşındaydı. Bu yaşa gelinceye kadar ne görmüştü? Hiç! Sabahleyin gözlerini açar açmaz işe başlar, akşama, yani gece yarısına kadar çalışır, sonra ömründe bir kere olsun güldüğünü görmediği hanımının, “Haydi, artık zıbar, sabahleyin öğleye kadar uyursun!” sözlerini işiterek yatardı. Kar kış, sıcak soğuk bilmezdi. Evin en pis işleri kendisine verilir, kuvvetinin yetmeyeceği şeylerle uğraşırdı. Bütün bunlara rağmen bari biraz güler yüz görseydi! En çok bunun için canı sıkılırdı. O kadar sıkılırdı ki bazen yalnız kaldığına emin olunca gizli gizli ağlardı. Şüphesiz hanımı görseydi bunun için de sinirlenir, hatta dayak bile atardı. Birçok defa beyefendiden de dayak yemişti, o da daima kendisini azarlar, o da hiç güler yüz göstermezdi. Fakat evin hanımı, en birinci düşmanı oydu. Ondan çektiğini hiç kimseden çekmiyordu! Arada sırada “Makbule” diye çağrıldığı zaman, bu ismin kendisine ait olup olmadığını düşünüyor, tereddüt ediyordu. Hanımın ağzında adı ya aşüfte ya kaltak ya orospu... Hep böyle hadsiz hesapsız kötü sözlerdi. Birkaç defa kaçmak istemişti, fakat hayatında bir dakika bile evden yalnız başına ayrılmamış olduğu için nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyordu.

Sonra başına bir de küçük bey çıkmıştı. Kendinden biraz küçük.  Mahalle mektebine gidip gelirken arada sırada onunla beraber oynarlardı. Annesi oğlunun canı sıkıldığını gördükçe bazen kendisine, “Hınzır kız, biraz şu çocukla oynayıp onu eğlendirsen ya!” diye onu görevlendirdiği zaman memnun olurdu. O zamanlar henüz kendisi de çocuktu ve elbette oynamak isterdi. Bunun için küçük beyi eğlendirmek görevi, en sevdiği görevdi. Onunla oynaya oynaya dost olmuşlardı. Evin içinde kendisine daima kötü muamele etmeyen, yalnız arada sırada dayak atmak, ötekiler gibi bağırıp çağırmak hariç, hatta birçok zamanlarda da güler yüz gösteren o idi. Evde bir ondan memnundu; fakat bir zamandan beri ondan çektiği dert de büyümüştü. Akşam üstü mektepten gelir gelmez, rastgele bir bahane ile üzerine hücum ediyor, bir taraftan sıkıştırıp, yalandan uydurulmuş bir kabahat için dövmekle şaka etmek arasında bir şey ile tartaklayıp duruyordu. Tartaklarken de okşuyordu. Böyle zamanlarda mesela alt katta küçük beyle alt alta, üst üste uğraşır, küçük bey bağırıp çağırırken de kabahat yine kendisinin olurdu. Hanımı yukarıdan, “Kafir kız, hınzır kız, çocuğu ne üzüyorsun, istediklerini yapsana…” diye haykırır, hatta bazen hiddetlenerek aşağıya gelir, “neden çocuğu kızdırıyorsun?” diye üzerine hücum ederdi. Kim kızdırıyordu? Ne biliyordu? Kendisinin bundan haberi bile yoktu. Küçük bey oynamak istiyor, eğlenmek istiyor, üzerine çullanıyordu. Hem de o kadar fena ki bazen bu tartaklamalardan sonra kemiklerinin ağrılarını hisseder, hatta şurasında burasında siyah siyah çürükler olduğunu görürdü. Birgün bütün bu şeylerin sebeplerini anladı. Küçük bey bir akşam gece yarısından sonra, usulcacık üst kattan inmiş, kendisi uykudayken odasına girmiş, hiç aklında yokken geliveren bir yabancı ile o kadar korkmuştu ki bağırıp çağırmak istemiş, fakat sonra da gelenin kim olduğunu anlayınca hanımının yine sinirleneceğinden korkarak susmuştu.

O akşamdan itibaren hayatında bir değişiklik hissediyordu. Ağızdan ağıza işittiği, ne olduğunu, nasıl olacağını pek de bilemediği, fakat daima korkunç olmak üzere tanıdığı akıbete uğramamış olmakla beraber küçük beyin gitgide sıklaşan ziyaretlerinden üzülmeye başlamıştı.

Kendisi, yorgun tatlı bir uykuya dalar dalmaz hemen hemen her akşam usulcacık merdivenlerden inerek odasına geliyor, kendisini uykudan ediyor, sonra sabahleyin biraz gecikecek olsa hanımın şiddetli azarlamalarına, hatta bazen de fazla geciktiği için “geberdin mi, hınzır kaltak!” sözleriyle tekmelerine uğruyordu! Küçük beyin onun pis kokulu yatağına tenezzül etmiş olmasından hoşnut değildi ama kadınlık gururu da okşanmıyor değildi fakat, bu uykusuzluklar özellikle de hanımın görmesi ihtimalinden duyduğu korkular, kendisini harap ediyordu. Her gün daha ziyade üzülüyor, küçük beyin sıkıştırmalarına uğramadığı gecelerde bile düşünmekten uykusu kaçarak uyuyamaz oluyordu. İş görürken dalgınlığı, gittikçe zayıflaması hanımının da dikkatini çekmişti. “A aşüfte, ne oluyor, sana? Yoksa gizli sevda mı çekiyorsun?” demişti. İşte bu böyle iki senedir devam ediyordu. Bir zamandan beri Ahmet Bey’in hücumları seyrekleşmiş olmakla beraber artık bu hayata tahammül edemiyordu. O bile, kendisine bu kadar eziyet ettiği ve kendisi de bütün bu eziyetlere karşı tahammül gösterdiği halde, bazen de bir şeye kızdığı zaman pek fena muamele ediyordu. Hayır, bu evde hiç kimseye yaranamayacaktı. Ne yapsa, nasıl çalışsa, ne kadar fedakârlık gösterse hiçbirisi takdir edilmeyecekti.

Bununla beraber evde hanımdan başkalarına tahammül edilebiliyordu; küçük bey de en çok kendisini dertlendiren şey, arada sırada böyle takdir edilmesiydi. Yoksa öteki sıkıştırmalarına yavaş yavaş alışmış, hatta bundan kısmen de memnun oluyor gibiydi. Asıl bey, Şakir Efendi’ye gelince, o da artık eskisi gibi sürekli fena muamele etmekten vazgeçmiş, arada sırada kendisine güler yüz göstermeye başlamıştı. Fakat hanım, o gittikçe fena oluyor, kendisi yaşlanmaya başladığı için evvelce beraber gördükleri işlerin bir kısmını şimdi tamamen onun üzerine yüklüyordu.

Makbule’nin derdi gittikçe artıyordu. Ne kadar düşünüp taşınsa ne kadar zihnini yorsa bu dertlerden kurtulmak için kaçıp gitmekten başka bir çare bulamıyordu. Nasıl? Nereye? İşte, en büyük zorluk da buradaydı. Birgün yaşanan bir olay bu derdi büsbütün büyültmüştü. Hanımın Boğaziçi’nde bir ahbaba gittiği bir gün Şakir Efendi, akşam üzeri kalemden erkence çıkarak eve gelmişti. Makbule evin işleriyle meşguldü, henüz küçük bey de mektepten gelmemişti. Şakir Efendi, karısını ve çocuğunu sordu. Sonra onların henüz dönmediklerini anlayınca kendisiyle konuşmaya başladı. Yaptığı işleri soruyor, yapılacak şeyler hakkında fikir veriyordu. Makbule, Şakir Efendi’de bu akşam fazla bir yumuşaklık, bir güler yüzlülük hissederek hayrete düşüyordu. İstediği kahveyi pişirdi, sigarasını yaktı, eline verdi. Sonra odanın içinde öteberi toplamak üzere dolaşmaya başladı. Efendi kahveyi sanki bir iş için sokağa çıkacakmış gibi süratle içip bitirirken bir yandan da sürekli kendisini seyrediyordu. Sonra, birdenbire Şakir Efendi’nin oturduğu yerden kalkarak süratle üstüne doğru geldiğini gördü. O şimdi kendisini kapının arkasında birdenbire kollarının arasına alarak kuvvetle sıkmaya başlamıştı. İki gündür uzamış tıraşı yanaklarını tırmalayarak dudaklarında, boynunda, çenesinde, yanaklarında dolaştırmaya çalışırken Makbule, neye uğradığına şaşırmış, kurtulmak için çabalayıp duruyordu. O çabalarken öteki kuvvetli kolları arasında onu sımsıkı kavramıştı. Bereket versin, sokak kapısı Makbule’yi bu kötü taarruzdan kurtarmıştı. Kapının çalındığını duyunca Şakir Efendi derhal kollarını gevşetmiş, Makbule de perişan bir demir kafesin içinden sıyrılıp koşmuştu.

O günden sonra Makbule büsbütün perişan olmuştu. Bir türlü anlayamadığı bu baba ve oğul tacizlerinden korkuyor, onlar varken gece gündüz, her vakit evde rahat dolaşamıyordu. Hatta bir aralık gidip her şeyi hanıma anlatmayı bile düşünmüştü.

Ahmet Bey yavaş yavaş kendisiyle eskisi kadar uğraşmamaya başlamasına sevinmişti. Şakir Efendi’nin gözleri daima Makbule’nin üzerinde dolaşıyor, şurada burada kendisini kıstırmak için fırsat arıyordu. Nihayet bir gün Şakir Efendi’nin ihtiyatsızca bir taarruzu esnasında Makbule kapı arkasında onun kollarından kurtulmaya çalışırken Azize Hanım bunların üzerine gelivermişti. İşte o zaman müthiş bir kıyamet kopmuştu. Hanım, “Hınzır kaltak! Hınzır kaltak! Şırfıntı! Aşüfte! Melek gibi kocamı nihayet baştan çıkardın… Seni gebertmeyeyim de kimi geberteyim?” diye avazı çıktığı kadar haykırarak eline geçirdiği bir odun parçasıyla üzerine hücum etmişti. Şakir Efendi, yaptığı hatanın altında ezilmiş, kabahatsiz kızı hiddetten kuduran karısından kurtarmak için, “Yapma hanım, rica ederim hanım, başım için hanım, çocuğun başı için yapma…” diye yalvarıyor ve onun önüne geçmeye çalışıyordu. Kadın köpürmüştü. Elindeki odunu kızın rastgele bir tarafına iki defa indirmeden bırakmamış, sonra da eline küçük bir bohça vererek, “Var, cehennemin dibine git!” diye kapı dışarı atmıştı.

Gidecek hiçbir yeri olmadığı için üç günden beri polis karakoluna sığınan Makbule, üç gece kadar uykusuz gözlerle, sürekli yaşadıklarını düşünerek, arada sırada bir köşeye çekilip ağlıyordu. 


N.M

Yayıma hazırlayan: Mustafa Bostan


Not: Bu öykü N. M. imzasıyla Yeni Gün gazetesinin 31 Aralık 1919 tarihli 285. sayısında yer almıştır. 



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page