“Düdüklüde Kıymalı Bamya” oyunundan tanışıyoruz “Fahrettin Bey” ile. “Türk oyun yazarlığı”nın önemli bir yapı taşı olarak onun alametifarikasıdır oyunları. O, tek kitabı olsa da benim “iyi öykücü”lerimdendir. Öykücülüğünün ve oyun yazarlığının doğduğu topraklar ise Afrika’dır, yıl 1982.
Cümle hayatımız kaç cümleden ibarettir ki!
1951, 9 Ağustos’ta Ankara’da dünyaya gelir; annesi TCDD personeli Emine Hanım (Emo), babası gazeteci Suat Nazif Baydur’dur. İlk-ortaöğrenimini Ankara’da tamamlar. Gençlik yıllarının başında AST Ankara Sanat Tiyatrosu’nda Güner Sümer ve Adalet Ağaoğlu ile tanışır, “tiyatro virüsü”nü kapmıştır.
1974-1978, Londra/Bedford College’da sosyoloji okurken öğrenimini yarıda bırakarak Türkiye’ye döner.
1980, diplomat Sina Akşin ile Paris’te evlenirler ve eşinin görev yerleri nedeniyle değişik ülkelerde bulunur. Yunus adında bir oğulları olur.
1982-1986, Kenya/Nairobi’dedir ve “Kenya Institute of Mass Communication/Kenya Kitle İletişim Enstitüsü”nde sinema ve tiyatro dersleri okutur.
1988-1992, İspanya’dadır ve “Madrid Uluslararası Akdeniz Tiyatro Enstitüsü”nün kurucuları arasında yer alır.
1992, “Bonn Tiyatro Bienali” Türkiye temsilcisidir.
1995, “Gözün Kahverengi Suyu” yayımlanır.
1994-1998, Amerika/Mclean (Washington D.C.)’dedir. Sonrası Ankara ve Uğur Mumcu Vakfı’nda sinema dersleri verir.
2001, 24 Kasım’da kanser tedavisi gördüğü Amerika’da vefat eder, 28 Kasım’da Ortaköy Mezarlığı’na defnedilir.
Baydur’un oyunları güncele absürt ve şakacı/eğlenceli bakış ağırlıklıdır. Arkaplanda hayatın gerçekleriyle acı yanlarını servis etmekte ustadır. Dili, sözcük oyunlarından, gevezelikten, yanlış anlamalardan, unutulmuş eski sözcüklerden ya da moda deyimlerden beslenir. Geleneksel tiyatronun barındırdığı kuralları yani düzen unsurlarını barındırmayan “absürt tiyatro”nun amacı, her şeyi anlamlandırmak yerine bir ses ve hareket düzeni oluşturarak seyirciye yaşadığı hayatı sorgulama fırsatı sağlamaktır. Ölüme yazgılı insanın trajikomik hâlleri sahneye taşınırken absürt olan absürt yollarla anlatılmalıdır: İnsanın içinde bulunduğu durum saçma ve anlamsızdır. İnsanın hayatını anlamlandırmak için girdiği mücadele beyhude bir çabadan ibarettir, insanlar iletişimsiz ve yalnızdır. Bu tespitler öykücülüğü içinde “aynen” geçerlidir. Uzun yıllar yurtdışında yaşamış olmanın verdiği avantajla 1980 sonrası Türkiye’sine “dış göz” olarak ironik tespitlerle yaklaşır. Ölümünden sonra (2005) yayımlanan ve 1977-1986 yılları arası Adalet Ağaoğlu ile yazışmalarını konu alan “Mektuplaşmalar” Baydur’un edebî değerine ışık tutması bağlamında önemlidir: “...İnsanların mektuplaşarak haberleşmesini, dertleşmesini, söyleşmesini hep sevmişimdir. Tabii iki insanın mektuplarını okumak bir çeşit röntgenciliktir ama yıllardır mektuplaşma edebiyatının başeserlerini toplar dururum. Mektupları okumak ile örneğin iki insanın telefonlarını dinlemek ya da e-mailleşmelerini dikizlemek arasında fark vardır. İnce, güzel, insanca bir fark.”
Edip Cansever’in bir dizesinden esinlenerek “Gözün Kahverengi Suyu” adı altında topladığı kitabında; “Gün Gece/Oyun Ölüm, Dört Kısa Hikâye, Hayalet Hikâyesi, Afrika, Karışık Teknik, Kaza Okları, Kuyu, Tarzan, Büyülü Alan, Mozart’ın Beyaz Ayısı, İskarpin, Saydam Bir Örtü, Otopsi, Marginalia, Derya ile Feridun, Polis Hikâyesi” olmak on altı öyküsü yer alır, ki bunların üçü Afrika’da yazılmış ve biri de kıtanın adını taşımaktadır.
Bir tadımlık öyküsü: “Dört Kısa Hikâye”*
1.
Pencereden sokağın köşesindeki barın kapısı, önünde bekleşen iki serseri, sokak lambası, yağan yağmurun altında hızla çakıp geçen otomobillerin ışığı ve yerde, kaldırımda atılmış bir eldiven teki görünüyordu. Eski iskemleyi pencerenin kıyısına taşıyıp oturdu, bir sigara yaktı, kalktı, mutfağa gidip bir konyak koydu bardağa, döndü, pencerenin kıyısına koyduğu iskemleye oturdu, dışarı baktı. Köşedeki barın kapısı görünüyordu, yağmur yağıyordu, serseriler gitmişlerdi, otomobiller bir görünüp bir kayboluyordu.
2.
Şemsiyesini işyerinde unuttuğunu tünelden çıkar çıkmaz anımsadı. Gülümsedi. Elindeki eski ve güzel eprimiş deri çantayı okşadı, yağmurluğunun yakasını kaldırıp yağmurlu bulvara çıktı. Dokuzyüz milyon lira vardı çantanın içinde. Canı çok içki içmek, durmadan içmek, onunla sevişmek, evin içinde çırılçıplak dolaşarak uykuyu beklemek istiyordu. Gülümseyerek yürüdü, yürüdü, yürüdü. Asansörle yedinci kata çıktı, kapısının önünde durakladı, içeriden müzik sesi gelmiyordu. Anahtarıyla açtı kapıyı, içeri girdi. Karanlıkta pencerenin önünde oturmuş sokağı seyrederek konyak ve sigarasını içen kadını gördü. Canım ben geldim.
3.
- Islanmışsın.
- Yağmur yağıyor.
- Şemsiye.
- Ofiste unutmuşum.
- Ben eldivenimi kaybettim bugün.
- Yarın yenisini alırız.
4.
Sokağın köşesindeki barın önünde bekleşen iki serseri yerdeki eldiven tekine baktılar, sonra birbirlerine, sonra barın kapısına. Yağmur hızlanmıştı, böyle giderse yokuşun altındaki evleri su basacak yine. Serserilerden biri yerdeki eldiven tekine ayağının ucuyla dokundu. Eldiven, tarih öncesi bir hayvan gibi, suyun altında şekil değiştirdi. Öbür serseri, işe yaramaz diye söylendi. Paramız olsaydı şuraya girer iki içki içerdik. Paramız olsa da almıyor bizi içeriye bu pezevenk, biliyorsun. Biliyorum. Çok paramız olsaydı, mesela dokuzyüz milyon. Ha, o başka, o zaman alırdı bizi içeri, cips bile ikram ederdi. Buzlu viski içerdik. Yağmur hızını iyiden artırdı. Gidelim. Yerdeki eldivene bir vole patlattı. Eldiven havalandı, içindeki su boşaldı, yükseldi, yükseldi, uçmaya başladı, görünmez oldu. İnişe geçtiği zaman, iki serseri gitmişti. Eldiven gitti, gitti doksan kilometre hızla giden bir Chevrolet’in antenine kondu. Otomobilin içinde, şoförün yanında oturan kadın, adama döndü. Antene bir şey kondu. Biliyorum dedi adam. Bir… eldiven.
*Baydur, Memet (1995), Gözün Kahverengi Suyu, İstanbul: YKY Yayını, s.22-23.
Zekeriya Şimşek
Comments