top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Zekeriya Şimşek Yazdı- "Hayal Kırıklıklarının Şairi", Unutulmuş Bir Öykü Bahçesi: Mübeccel İzmirli

Unuttuğumuz öykü bahçelerindendir Mübeccel İzmirli (1934-1982).

(Fatma) Mübeccel İzmirli’nin İzmir’i yoktur, sadece İzmirli bir soyadı vardır.

Cemal Süreya, Mübeccel İzmirli adlı şiirinde şöyle seslenir1:

Ne kadar şair var Anadolu’da, Mübeccel İzmirli Mektuplaşırdı onlarla, Bir şey yemez içmezdi Beslenirdi sadece Küçük dargınlıklarla.

1934, (30 Mayıs) Çorlu’da dünyaya gelir. Babası Hikmet Bey, annesi Müşerref Hanım’dır. Çok küçük yaştayken anne-baba ayrılır, çocukluğu annesi ve onun ikinci eşiyle birlikte İstanbul’da geçer.

1948, sindirim sistemi rahatsızlığına yakalanır. Sağlık sorunları, lise öğrenimini tamamlamasına izin vermez ve ömrü boyunca peşini bırakmaz; ömrünün son iki yılını hastanede geçirmesine ve bağırsak kanserinden ölmesine sebeptir.

1955, ilk edebî çalışması (İstifham şiiri) yayımlanır.

1960, ilki bu yıl, ikincisi ölümünden bir-iki yıl önce olmak üzere iki kez evlendiği bilgisine karşılık, kiminle evlendiğine ve çocuğu olup olmadığına dair bilgi yoktur.

1963, bir grup arkadaşıyla Otağ dergisini çıkarır ve yönetir (15 sayı).

1964, ilk öyküsü Sabah Geçidi, Varlık’ta yayımlanır.

1966, Yelken dergisinin yönetimini üstlenir. Başarılıdır.

1967, ilk ve tek öykü kitabını yayımlar.

1970, sonrası edebiyat dünyasında pek görünmez. Muhtelif işlerde çalışır ve yalnızdır.

1979, emekli olur. Zamanının büyük kısmını hastanelerde geçirir, maddî sıkıntılarının artmasıyla eşyalarını satarak yaşar.

1982, (10 Temmuz) İstanbul’da bir devlet hastanesinde vefat eder. Kanlıca Mezarlığı’nda annesinin yanında toprağa verilir.

Öykü dışında birer şiir, biyoğrafi ve çocuk kitabı ile çokça röportajı bulunan Mübeccel İzmirli; öykülerinde özellikle kadın sorunlarına odaklıdır. Sabah Geçidi, yazarın 1963-1967 yılları arası yazdığı altı öyküden oluşmaktadır: Sabah Geçidi, Koku, Ölü Yargıçlar, Sodom-Gomore, Gecenin Not Defterinden ve Ayrıkotu. Kadının toplumsal konumu üzerinden erkek öncelikli düzeni eleştiren Mübeccel İzmirli, kuşağının etki alanında, modern öykünün imkânlarını iyi değerlendiren, dili yoğun ve özenli, bilinç akışı/iç monolog gibi tekniklerle zengin yenilikçi bir öykü anlayışının temsilcisidir. Kadınsı duygusal gel-gitlerin kadın-erkek ilişkilerindeki beliryeciliği öykülerinin ana izleğidir. Toplumsal olaylardan ziyade bireyin düşünce ve eylemlerini “ben anlatıcı” üzerinden irdeleyen Mübeccel İzmirli, uzun cümleler ve biyografik unsurlarla yoğundur. Öykülerinde, yaşadığı ekonomik sıkıntılara, kadın sorunları üzerinden perspektif kazandırırken kadının erkeğin gözünde cinsel bir obje olarak konumlandırılışı, erkeğe duyulan sevginin hayal kırıklığıyla sonuçlanması gibi saptamalara sıklıkla yaslanır. “Yaşama sevincini, refah taleplerini, küçük mutlu ev özlemlerini, sonu ihanete çıkan dostlukları, vefayı, vefasızlığı, karşılık beklemeyen aşkları, karşı cinsin samimi ve istikrarlı ilgisini işlemeye çalışan Mübeccel İzmirli, kendi yenilgilerini, güvence yoksunluğudan kaynaklanan korkularını, karşılıksız kalan sevgilerini, aldatılışlarını, maddi yoksunlukla iç-içe sessiz sedasız süren günlük yaşantısını hep ilk çıkış noktası olarak seçmiştir.”2 Bu seçimleri, kadının iç dünyasını yansıtmak adınadır.

Mübeccel İzmirli’nin Sabah Geçidi’ne girmemiş, dergilerde kalmış dört öyküsü daha bulunmaktadır:

(1) Aşk Mektupları (1963, Otağ)

(2) Mermerde Unutulmuş Bir Ad (1966, Varlık Yıllığı)

(3) Ulak (1972, Soyut)

(4) Şahidin Gözleri (1963, Soyut)

1967 basımında yer alan Gürol Sözen-Ersin Alok-Mehmet Güleryüz üçlüsünün desenlerini koruyup, Cemal Süreya’nın yukarıda bir bölümünü belirttiğim şiirini ekleyerek yazarı günümüz okuruyla buluşturan Semih Gümüş’ün yaklaşık elli yıl sonra (2010, Notos Kitap) bir vefa duruşu olarak yayımladığı Sabah Geçidi’nde ne yazık ki bu dört öykü yoktur.

Mübeccel İzmirli, ölümünden kısa süre önce Feriha Aktan’a yazdığı vasiyeti niteliğindeki mektubunda öykülerine dair şöyle der3: Feriha’m! Fazla yazamayacağım, çok kötü durumdayım, yarın acilen ameliyata alınacağım. Yüzde seksen veya doksan kurtuluşum yok. …Basılacak hikâyelerimin tümünü, eğer kabul ederlerse aynı yayınevine ver, telif ücretleriyle kitapların reklamları çok iyi yapılsın. Bunu artık sen kovalayacaksın. Bu reklamların içine May Yayınları’ndan çıkan son çocuk kitabı da dahil edilsin. Acaba sen daha önce çıkmış şiir ve hikâye kitaplarımın, özel olarak kendi kontrolünden geçirip kendin düzelterek ilerde isteyebilecek bir yayınevine yeni baskılarını yaptırabilir misin? Onlar beni çok rahatsız ediyor. Hikâye kitabım öz olarak iyi de anlatımında bir tutukluk var.

Yazarın bir yoksunluk gecesinin anısına yazdığı, işsiz ve maddî sıkıntı içinde olduğu dönemin izlerini taşıyan, 1966’da Varlık’ta, Orman Kebabı adıyla yayımlayıp kitabına Gecenin Not Defterinden adıyla aldığı öyküsü; yoksul insanların sofralarından eksik etmediği orman kebabının ne olduğuna dair güzel bir anlatıdır. Orman kebabı, bilinenin aksine bir ot karışımıdır. Issız yol kenarlarında, bakir topraklarda yetişen bu ot karışımının içinde kekik, nane yaprakları, kara kızıl dövme biber tohumları ve tuz vardır. Ekmeğe katık edilen orman kebabı, yoksul ailelerin sofralarının vazgeçilmezidir. Öykünün ilginç özelliği, 2000’li yılların çocuklarına ithaf ile Mübeccel İzmirli’nin onları temkinli olmaya çağrısıdır.

Elinde kaleminden başka bir olanağı bulunmayan yalnız bir kadının hayata direniş örneğinin ilk kahramanlarından biri olarak Mübeccel İzmirli, unutulmayı hak etmiyor.

Gecenin Not Defterinden “orman kebabına dair” tadımlık bir bölüm4:

Ve orman kebabı camınıza dadanmış bir küçük serçe gibidir. Ya da avludaki sarnıç sızıntısından su içmeye alıştırılmış bir dişi güvercin. Alışmak, hani zor ve yorucu bir iştir ya kimi kere, ardından en kopmayan balçıklı düzeniyle yerleşir gelir amma. Serçeler ve güvercinler de böyle, süs kuşları değildirler evlerinizin. Ama dostluk dağarcığınızda bir tükenmeyen aşk, bitmeyen aydınlık, kurumayan bir parça dal gibidirler. Siz eğer nazenin bir kanarya kaprisinden, renkli floresan lambaları ve ipiri sonbahar güllerinden hoşlanmayan bir yüreksiz, en çok böyle serçelere ve dişi güvercinlere tutulacak, o zaman da mutlaka orman kebabını seveceksiniz.

Orman kebabı aynı kentte yıllarca yaşayarak arayıp sormadığınız, yıllarca aranıp sorulmadığınız halde, ilk karşılaşmada birbirinizin kollarına sitemsiz, utanmasız atılacak dostluk, şurada birbirinin gözünü oyacak gibi dalaşırken, ötede yine birbirinin yarasını sarmaya koşan dostluk ve tek bir sevgi sözcüğü, beğeni davranışıyla birbirine eğilmeden, gereğinde birbiri için gözü kapalı ölünecek gelişiminde dostluk. Bir karşılıksız aşk, analık duygusu, ekmeğe saygı, bilinmeyen bir tanrıya adanmadır.

Gizli, küçük gerçeklerin güzelliği, küçük güzelliklerin büyük gerçeğidir.

Ama orman kebabının en büyük gerçeği, yine de yenecek bir şey olması, ekmeğe katık edilen, bir başına öyle kupkuru yiyemediğimiz gün… ekmeğe eklenecek en kolay tarafından bir güzel aş olmasıdır. Yani orman kebabı yeniyor ve basbayağı tok tutuyor. Ve bütün sıcak, kurak, rutubetli iklimlerde, ıssız yol kenarlarında, bakir, yani el değmemiş topraklarda yetişiyor. Rüzgârlı yamaçlarda, tepelerde, bozkırda… Yetişmesi doğanın cömertliği ve belki tanrının isteğiyle de ilgilidir amma, pek insan emeği gerekmez. Kendiliğinden öylece… Bileşimi tohum ve ot… Koku ve acılık… Burukluğu buradan geliyor biraz da belki.

Ve rüzgârlarla, güneşle, yağmurla ilişkide, ıssız yol kenarları, el değmemiş topraklar ve tepeler ve bozkırla ilintili olan en önemli öğesi ki, yeşilliği yani, KEKİK… Yoksa orman kebabının kendisi doğada yetişmiyor. Doğada yalnızca KEKİK var. NANE var. ACILIK var. Koku ve TAT var. Yoksa orman kebabı insan elinde oluşuyor. Ve işte şöyle oluşuyor:

İlk önce bu güzel azık türünü haftanın beş gecesinde ikisi anneyle baba, dokuzu çocuk olmak üzere, tam on bir canlı, bir dar gelirli ailenin akşam sofrasında en güzel yemek olarak görüyorsunuz. Evvel zaman ve kalbur saman içinde ve zamanlardan bir zaman içinde… Kahkahaları, çığlıkları odalara sığmıyor, pervazlarda tutulmuyor, pencerelerde durmuyor. Ekmek yetmiyor ağızlarına. Ekmek kavgaları çığlık çığlık, kapış kapış sürüp gidiyor örtülerde. Örtüler sakız gibi, özenle kurulu bir sofra. ÇATALLAR, TABAKLAR, BIÇAKLAR… Ve sofrada sadece orman kebabı… Ortada koskoca bir kuru ot çanağı… Tabaklarda birer tutam… Anne nişanlı bir kızdır ki, tutkuludur hâlâ. Baba hiç değişmeyen bir eski zaman hovardası bıyık buran ve vurgun, vurgun nişanlı kıza… Küçükler Eros’un yeni zaman elçileri. Sevgileri çılgınlık. Kan damlar yanaklarından. Ve haftanın beş gecesinde başka hiçbir şeye değil (hiçbir şey yok çünkü başka), yalnız orman kebabına bu sofra kuruluyor. Bu çünkü bir orman kebabı mutluluğudur ki yaşamak gerekir.

Önceleri şaşarsınız, belki de özenirsiniz. Ama kafanız gene almaz. Böyle şey olamaz, yapılamaz sanırsınız. Çünkü yiyeceğiniz vardır, boldur. Sonra zamanlar geçer üzerinden. Zamanlar içinde bir zaman gelir bir gün. Bir gelir ki, pir gelir… Ve artık şaşamaz olursunuz bir şeylere. Şaşırıp kalamazsınız. Bir sıcak yaz sonu ikindisi, ıssız ve kimsesiz, ılıman bir akşam üstü, ihtiyar, sımsıcak bir çingene karısı geçer kapınızın önünden. Ve mademki gereklidir artık… (Yiyeceğiniz yoktur) çağırır, sepetinden kekiğini alırsınız. Elleri kirlidir belki, kendisi dosttur, okuyan gözleri vardır. “At bir yirmi beş kuruşçuk,” der, “falına bakayım.” “Sevgilin gelecek, şom ağızlara sövüp gelecek,” der. “İnciçiçekleri derecek sana uzak dağ yollarından… Upuzak dağ köylerinden kurutulmuş mor mineler getirecek… Ve sevecek yine seni, seni sevecek…” “İstemez,” dersiniz. “Sevgilim gelmese de benim sevgilimdir. Şom ağızlara sövmese de benim sevgilimdir. Getirmese de mor minelerle inciçiçeklerini benim sevgilimdir. Ve beni sevmese de benimdir yine, benim sevgilimdir. Var git falıma bakma benim. Al işte yirmi beş kuruşunu…” der atarsınız…………………….. Bir gazete açarsınız önünüze usuldan. Kavruk, kuru kekik dallarının kokulu kuru çiçeklerini avucunuzda bir çanağa sıkı sıkı ezersiniz. Bahçenizdeki yayvan, geniş, büyük teknede sulayıp, yetiştirip, büyütüp kuruttuğunuz nane yapraklarını ufalarsınız üstlerine. Sonra biber… Eğer aşkı iyi biliyor ve çok güzel seviyorsanız ve eğer tutkularla her seferinde bir böcek gibi, bir ağaçkurdu gibi kıvrana kıvrana oluyorsa bu iş, biberin de her çeşidini iyi biliyor, iyi tanıyorsunuz demektir. Şimdilik karasından, kırmızısından sade… Kırmızısı kendi topraklarınızın güney yellerinde kurutulup hazırlanmış, belki kınalı genç kız ellerinden tezgâhlara dökülmüş olur. O yüzden belki de o kadar tatlıdır. Dövme kızıl biber… Karası muz, ananas ülkelerinden, baobap, kauçuk, palmiye gövdelerinin toprağını süslediği güneşlerden gelir. Bütün hepsini ufalanmış bir topakçık kayatuzu tutamında harman eder, kararsınız. Kekik, nane yaprakları, kara kızıl dövme biber tohumları ve tuz… Orman kebabı işte budur. Ve bundan böyle demirbaşıdır sofranızın. Bundan böyle ona durmadan tutkuyla hep yönelecek ve bir daha şaşmayacaksınız. Bu bir gereksinme olduğu gibi de bir alışkanlıktır çünkü. Ve o bir eski dost gibi sadık, MUTLAKA SIR SAKLAYAN, ayıpları, yoksunlukları gizleyen bir büyük gerçeğin küçücük güzelliği halinde, pencerenize dadanmış bir ufak serçe, avlunuzdan su içen bir evcil ve insancıl dişi güvercindir. O kadar yalın, kendi halinde ve sizden ki, burada şiir biter, öyküler tükenir, bütün şarkılar susar işte… Gerçeğin kendisi başlar.


Zekeriya Şimşek


1. Süreya, Cemal (2008), Sevda Sözleri, İstanbul: YKY Yayını, s.180.

2. Lekesiz, Ömer (2010), Yarım hayat, tam hüzün: Mübeccel İzmirli, Yeni Şafak gazetesi, 5 Kasım 2010.

3. İzmirli, Mübeccel (2000), Fariha Aktan’a Mektup, Türk Dili dergisi, S.80, Eylül-Ekim 2000, s.53.

4. İzmirli, Mübeccel (2010), Sabah Geçidi, İstanbul: Notos Kitap, s.120-123.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page