top of page

Öykü- A. Mehtap Sağocak- Aile Sofrası

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 3 dakika önce
  • 5 dakikada okunur

Memleketten çok uzakta, gökdelen manzaralı stüdyo dairemde akşamı karşılıyor, sipariş ettiğim hamburgerimi atıştırırken çocukluğumdaki akşam yemeklerini özlediğimi fark ediyorum. Bizim ailenin masada bir araya gelebilmemiz için annemin, “Haydi sofra hazır,” diyen sesinin yankılanmasının üzerinden en az yirmi dakika geçmesi gerekirdi. Dedem odasındaki sallanan koltuğunda uyur halde olur, babam mutlaka her akşam işten eve geldiğinde duş alıp, giyinirken akşam haberlerine kulak verirdi. İkiz kız kardeşlerim Tuğba ve Tuğçe’nin, o saatlerde izledikleri çizgi filme kilitlenmeleri ve benim bağımlısı olduğum oyunda bir seviye daha atlamadan kılımı kıpırdatmadığım da düşünülürse, annemin üçüncü seslenişindeki ses tonu tahmin edilebilirdi.

Ilık bir mayıs akşamından hatırladığım o aile sofrası son günlerde sıklıkla aklıma düşer oldu. Yıllar sonra, orta yaşımın gurbet yalnızlığı böylesine üstüme çöreklenmişken, o akşamın solmayan hatırası yüreğimi ısıtıyor.

Dedem, annemin yardımıyla terliklerini sürüyerek küçük ve dikkatli adımlarla geldiği masanın baş sandalyesine yerleştiğinde, kızlar karşılıklı olarak yerlerine oturmuşlar, kıkırdıyorlardı. Ben de dedemin karşısına, yani masanın diğer başına yayılmış, o sırada masanın altından, oyun oynamayı sürdürüyordum. Çorbalar tabaklara konup, yemek takımının mavi çiçekleriyle aynı renkteki peçeteler açılıp yayılırken, babam ıslak saçlarını elleriyle yana yatırarak odaya girdi, “Eveet geldim işte. Acıktık vallahi... Ooo Nevin Hanım yine döktürmüşsünüz,” diyerek anneme gülümsedi, dedemin sağına yerleşti. Telaşlı bir hali vardı ellerini ovuşturuyordu. Dedeme, “Baba nasılsın bugün, tansiyonun daha iyi mi,” diye sordu, yaşlı adamın titreyen elleriyle ve alışıldık somurtkan ifadesiyle boş ver işaretini görünce bizlere döndü, “Çocuklar, keyifler nasıl bakalım. Var mı bir yaramazlık,” diye sordu. Bakışları üzerimizde gezinmiş, en son bana göz kırpmıştı.  Çorbalarını içmek yerine durmadan babama bir şeyler anlatmaya çalışan ikizleri gülümseyerek dinledi. Tuğçe, “Baba ben bugün öğretmenimden yıldız aldım,” dedi, Tuğba ise, “Baba ben de dans gösterisine seçildim. Yıl sonunda gösteri yapacağız,” diyerek babamın gözüne girme yarışına girmişlerdi. Annem otoriter sesiyle onları susturduktan sonra, “Kızlar, bir durun, hadi bitirin tabağınızdakini, bakın daha köfte, patates, makarna var. Şunların hepsini siz yiyin diye yaptım ha. Bıktım yemek seçmenizden. Hepsinden yenecek. Hem babanızın bize diyecekleri varmış bu akşam,” diyerek konuşmayı babama döndürdü. Kocasına dikilen bakışlarında biraz merak, biraz da tedirginlik hissetmiştim. Ağzımı alaycı bir gülüşle yamultarak, kendime bile yabancı gelen ergen sesimle lafa karıştım. “Baba, senden sürprizlere alışık değiliz. Ne söyleyeceksin acaba, bak kafamda deli sorular oluştu,” diye sırıttım. Babam, hafif bir tebessümle tabağını az öteye itti, arkasına yaslandı. “Evet oğlum sizi şaşırtacağım biraz, radikal bir karar aldım. Anneniz bile daha bilmiyor,” dedikten sonra gözlerini hızla üzerimizde dolaştırıp, “Ben işi bırakıyorum. Memuriyetten istifa ediyorum,” deyiverdi.

Annemin suratı donmuş, çocuklar boş bakışlarla babamı anlamaya çalışır halde sessizleşmiş, dedem ise babamı tam duyamamıştı. “Nevin, ne diyor kızım bu, istifa mistifa,” diyerek anneme eğilmişti. Ben atıldım hemen. “Babam işi bırakıyormuş dede. Yakacakmış onca yıllık memuriyetini. Bence kral hareket ha. Yıllar yılı aynı insanlar, aynı hayat, aynı rutin hiç işim olmaz… Arkandayım baba!”.

“Sen sus bakayım münasebetsizlik etme, siz zamane gençlerine kalsa, kimse çalışmasın zaten,” diyerek beni paylayan dedem gözlerini babama döndürüp, masanın kenarına sımsıkı yapışmış halde söylenmeye başlamıştı. “Vakti zamanında ben seni o işe yerleştirebilmek için ne müşkül durumlara düştüm biliyor musun Engin Efendi. Senin muvaffak olabileceğin, istikbalini kurtarabileceğin, sağlam bir mevki için kimlerin kapısını çaldım ben.”

Bu sırada, kızların karşıdan karşıya fısıldaşmalarını duyuyordum. Tuğçe’nin, “Dedem ne biçim konuşuyor, hiç anlamıyorum,” demesinden sonra Tuğba eliyle ağzını yarım kapatıp bana eğildi.  “Abi dedem kızıyor mu babama, mukavva filan, ne diyor?”

Gülümsedim, “Kızıyor, işten çıkmasını istemiyor. Siz sessiz olun, fırça yemeyin şimdi.” Parmağımla sus işareti yapıp onları susturdum. Kardeşlerim sekiz yaşındaydı bense on altı. Onların anlamadığı kelimelerin birçoğunu ben de çok bilmiyordum aslında ama tahminen anlam çıkarıyordum. Ortam gerginleşiyordu, onu da fark ediyordum.

Babamın ilk baştaki iyimser havası bulutlanmıştı.  Tabağındaki makarnaları çatalıyla didikliyordu. “Sağ ol baba da mevki dediğin, mahkemede mübaşirlik. Evet diplomam yoktu, ortalığın da karışık olduğu zamanlardı, iş bulmak kolay değildi. Minnettarım. Yıllardır da canla başla çalıştım, ekmeğimi kazandım ama artık çok yıldım, çok mutsuzum. Hayatımı böyle tüketmeyeceğim. Nevin sen ne diyorsun hayatım?” Gözleri annemin yüzünü tarıyordu.

 “İşinde mutsuz olduğunu biliyorum hayatım da, ayrılınca ne yapacaksın, düzenli maaşın olmadan nasıl geçineceğiz? Benim parça dikişlerden kazandığım yetmez hiçbir şeye… Çocukların masrafları filan. Büyük bir karar olur bu. Var mı bir planın?” Annem konuşurken ellerine takılmıştı gözlerim. Beyaz masa örtüsünün ucunu avucunun içine almış topak yapıp bırakıyordu. Örtünün o köşesi buruş buruş olmuştu. 

Dedem hırsla ağzına attığı lokmayı ağzında döndürmeye çalışırken, “İşte aklıselim biri.  Doğru lakırdıya kulak ver oğlum. Kaç senelik emek heba edilir mi? Hiç bakma bana öyle, gözlerini devirip. Senin ruhi bunalımda olduğuna kaniyim artık. Teferruatıyla düşünmeden hareket edip de çocuklarının da akıbetini yakma.  Vallahi aç kalırsınız demedi deme. Benim emeklime de çok güvenme.”

Babam derin bir “Offf!” çekti. “Evimiz başımızda. Birikmişim de var biraz, merak etme baba.  Ayrıca ben çalışmayacağım demiyorum ki.  Semih Bey, var ya turizmci hani. Tur araçlarında yedek şoföre ihtiyacı varmış. Çalışırım dedim. Mahkeme kapıları yerine yollarda olmak, yeni yerler görmek, çok iyi değil mi be karıcığım?  Bazı gezilere ailemin de indirimli katılabileceğini söyledi. Hep beraber gideriz arada ha çocuklar, güzel olmaz mı?” Bir anneme, bir bize bakıyor, sandalyede bir öne bir geriye gidip geliyordu. Sonra elini dedemin koluna koydu. “Baba sen de gezmeyi severdin gençken. Hep anlatırdın gördüğün yerleri. Ben hiçbir şey yapamadım. Kırkımı aştım. Anla beni.”

Dedem, “Peh,” diye bir ses çıkarttı. “Ben bugün varım yarın yokum. Diyeceğimi dedim, düşün taşın. Münasibi neyse birlikte karar verirsiniz. Ben doydum, odama çekiliyorum. Hadi size afiyet olsun,” deyip annemin yardımını da reddedip sürüklediği adımlarıyla odasına çekildi.

Bir süre sessiz kaldık. Masada tabaklar kirli, bardaklarda sular yarım, kalan yemekler soğumuş, masa örtüsü kırıntılıydı. O gece, tatların, kokuların ve değişik duyguların etkisi altındaydık. Babam bana baktı. “Ne diyorsun oğlum, biliyorum daha üniversiten filan olacak ama hallederiz, sıkıntı olmayacak güven bana”.

“Rahat ol baba ya. Gönlünce takıl. Benden sana tam destek. Okul da okunur, burs da bulunur, para da kazanılır. Dedemin dünyası yok artık, her şey farklı. Ben zaten yurt dışına kapağı atıp medya okumak istiyorum. Bulurum ben yolunu yordamını, kendim hallederim. Bizim için hayatını feda etmen gerekmiyor.”

O sırada Tuğba heyecanla lafımızı kesti. “Babacığım bir şey sorabilir miyim?” Sınıftaymış gibi parmağını kaldırıyordu. Babam gülümsedi. “Sor kızım, sor bakayım merak ettim.”  Atkuyruğu saçlarını sallayarak yaylanıyordu sandalyesinde. “Şimdi sen işe gitmeyeceğim diyorsun ya, ben de okula gitmesem, sadece dans etsem olur mu?”  Annem gözlerini açarak ve dudaklarını büzerek muzip bakışlarla babama döndü. “Hadi cevap ver bakalım babası, buyurunuz.”   Babam ağzındaki lokmayı zorlukla yuttu. Bir yudum su içti. “Okul okumadan olmaz kızım, istediğin gibi dans da edersin, istersen meslek olarak da seçer, harika bir balerin olursun, onda sorun yok. Ben okul okumadığım için istediğim şeyleri yapamadım zaten. Anlıyor musun?” Tuğçe ise ayağa fırlayıp, “Ben okulu seviyorum baba. Ben avukat olacağım. O pelerinlerden giyeceğim. Sana geldiğimizde görmüştük ya,” dedi.  Konuşurken babamın sesi titriyordu. “Yakışır kızıma. İstedikten sonra neden olmasın?  Çalışın, okuyun, ne istiyorsanız onu olun. Ne iş yapmak isterseniz onu yapın. Yeter ki mutlu olun.”  

Annem derin bir iç çekince, babam masanın üzerinden onun ellerine uzandı. “Eee canımın içi, ne diyorsun, onay veriyor musun?” Annemin sessizliği karşısında sandalyesinde kıpırdandı, gözlerini annemin gözlerine sabitledi. “Zor olacak belki ama sonradan geri dönüp yapamadığım şeyler için pişmanlık duymak istemiyorum.”

“Ne diyeyim. Sen kararını vermişsin.  Semih Bey’le de işini ayarlamışsın. İyi olur inşallah.”

“İyi olacak inan bana. Yeter ki sen destek ver. Şu yıkıldığımız döngüye çomak sokalım be karıcığım” Annem gözlerini üç beş saniye kaplı tuttu, sonra açtı, babamın ellerini sıktı. “Ben üzerime düşeni yaparım biliyorsun. Babama da bakma sen, o da bizim için endişelendi. Bir bakıma haklısın, hayat gerçekten kısa.  Hem birlikte gezme fikri de cazip gelmedi değil hani,” derken babama gülümsüyordu.

Ben toparlandım önce, boğazımı temizledim, kızları da dürttüm, “Hadi bakalım ufaklıklar, saat geç oldu, doğru odalara,” dedim.  “İyi geceler,” diledik. Odadan çıkarken dönüp kaçamak bir bakış attım kalktığımız sofraya.  Annemle babamın el ele göz göze konuşurlarken ki görüntüsü belleğime o an kazındı. Ve bugün bile hala taptaze duruyor işte. Babamın son yıllarını yatakta geçirdiğini düşününce, “İyi ki,” diyorum, “iyi ki o akşam babam o konuşmayı yapmış ve hiç olmasa yedi yıl hayallerini yaşayabilmiş.”  Telefonun sesiyle dağılıyor düşüncelerim. Çoklu görüşme isteğini kabul ediyorum ve bölünmüş ekrandan sevgiyle bana bakan üç kadına gülümsüyorum.


A. Mehtap Sağocak

 
 
 

Yorumlar


bottom of page