top of page

Öykü- Abdulkadir Taş- Kişmiş

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 4 gün önce
  • 4 dakikada okunur

Bu bozkırdaki bütün insanların yaralarının kabuklarını, sırtına almış kırmızı bir kamyonet toprak yolda ayin eder gibi ilerliyor. Kamyonet, kasasından şıkırtılar çıkararak aynı saatte, bu yoldan, hep aynı hızla geçerdi. Yolun büküm alacağı yerin hemen sağ tarafında toprak damlı bir oda görünüyordu. Odanın dış cephesi briketten yapılmıştı. Duvar sıvasız ve boyasızdı. Odanın damı ise ağaçtan direklerle yapılıp üzeri kırmızı toprakla örtülmüştü. Bu odanın duvarının dibinde dizini kırıp elinde bir armonika ile saçı sakalı birbirine karışmış, esmer, hırpani bir adam oturuyordu. Ayaklarında lastik bir terlik vardı. Ayak tırnakları uzamış ve dipleri kirden simsiyah olmuştu.

Kamyonet bu yoldan her geçtiğinde duvarın dibinde oturan adamın sol yanında bir karıncalanma oluyordu. Adam elini yüreğinin üzerine koyar, bir süre beklerdi. Bir türlü iyileşmeyen ve kaşıdıkça kanayan bir yarası varmış gibi davranırdı. O an aklına sürüngen bir hayvan gibi yara-kabuk kelimeleri gelip yerleşiyordu. O nedenle kırmızı kamyonetin sırtında kabuklu yaralar taşıdığını düşünemeden edemiyordu. Kamyonet yarayı sırtında, adam göğsünde taşırken kimisi de “dizde kabuk bağlamış yaralar” taşıyordu.

Adamın hemen yanında ise yüzü duvara dönük bir at duruyordu. Çok cılız ve uyuz bir attı. Adale kısımlarında özellikle bazı yara izleri göze çarpıyordu. Neredeyse ayakta zor duruyor gibi bir hali vardı atın. Başını ve ayaklarını kaldırırken çok isteksiz davranıyordu. Ara ara kişniyordu. Kişnemesini bir kendisi duyabiliyordu.

Adam armonika ile “Hüma Kuşu” türküsünü çalardı çoğunlukla. Armonikayı çalmaya başladığında sanki kuşlar, ağaçlar, çimenler ve toprak uykularından uyanıp, çalınan ritimden aşka geliyorlardı. Bazen öyle bir çalıyordu ki armonikanın bir çocuk gibi hüzünlü hüzünlü ağladığını hisseder, efkârlanırdınız. Çalışı bitince önü sıra uzanan geniş buğday tarlalarına bakardı. Uzun bir vakit kıpırtısız bir biçimde dipsiz bir kuyu gibi bakar, durur ve düşünürdü.

Buraya geldiğinden beri bu adamın bir derdi vardı. Bu derdini kimseye dinlendirmeden, kendi halinde yaşayıp gidiyordu. Buranın insanına benzemiyordu. Armonika çalması, boş kaldığında kitap okuması bu durumun göstergelerinden bazılarıydı. Eğitimliydi. Bunu anlamak zor değildi. Burada mevsimine göre her bulduğu işte çalışarak, geçimini öyle sağlıyordu.

***

Adam kalktı. Odanın çamdan yapılmış kapısından içeriye bir kaplumbağa yavaşlığında girdi. Odanın içinde kırmızı bir ibrik, mavi naylon bir leğen, isten kararmış bir çay demliği, yerde eski püskü bir çul, çulun üzerine devrilmiş bir bohça gibi yatak, ilk anda göze ilişenlerdi. Bu eşyaların dışında kulplu bir tava duvardaki paslı çiviye William Wallace gibi asılmıştı. Mağara ağzını andıran açık bir patates çuvalı da odanın bir diğer ucunda piknik tüpüyle beraber birbirine yaslanır vaziyette duruyorlardı. Hallerinden eskimiş oldukları belli olan iki gömlek ve bir pantolon da duvardaki askıda bir perde gibi süzülüyorlardı. Adam derme çatma raftan “Özgürlüğüme Kaçışım” kitabını alıp tekrardan duvarın dibine gelip, çömeldi. Tabakasını çıkarıp, sarma kâğıdına tütünü ince ince yayıp yavaşça sardı. Sonra muhtar çakmağıyla sigarasını yaktı. Dumanını bir toz bulutu şeklinde havaya doğru üfledi. Duman hevenklenerek gökyüzüne tırmandı. Kaldığı yerden kitabını açtı. “İnsan olmak biyolojik hayatın ötesinde bir şeylere sahip olmak gerekir; soru nasıl yaşadığın değil, niçin yaşadığındır,” dedi Aliya. O an tarlanın yanından akan su arkına doğru çocuklar koşmaya başladı. Çocuk sesleri, adamın kitabının kapağından sayfalarının arasına doğru yankılanarak hışırdamaya başladı. Adam kitabı kapatıp, sigarasını işaret parmağının ucuyla silkeleyerek ağzına götürdü. Sonra yerinden doğrulup kazı alanına doğru ağır ağır yürümeye başladı.

 

ARKEOLOJİ

Cepli yelek ve keten pantolon giyen; gözlük, eldiven, geniş şapka ve maske takan kadınlı erkekli kazı ekibi günlerdir bu alanda çalışma yapıyorlardı. Arkeolojik kazılar, o kadar ince bir işti ki küçük fırçalar, spatula, dişçi aletleri ve çakılarla günlerce kazılar yapılıyordu. Titizlikle yapılan kazılar neticesinde birden fazla tablet bulunmuştu. Tabletlerin üzerindeki yazıların önemli bir kısmını Paleograflar çözüp, okumuştu.

 

ANTROPOLOJİ

Adam bir süre kaldıktan sonra, kazı alanından ayrılıp odasına doğru ağır ağır ilerlerken tarihi çok sevdiği geldi aklıma. Eski medeniyetlerin örf-adet ve kültürlerini merak ettiğinden sosyal antropoloji kitaplarını okurdu. Bazen odasının duvarının dibinde elinde antropolojiyle ilgili okuduğu kitapları görürdüm. Antik Mezopotamya, Antik Roma ve Yunan’da kadın iffeti ile ilgili bilgilere rast geldiğinde çok dikkatli bir şekilde o bilgileri okuyordu. Hammurabi Kanunlarına göre, “Kocasını aldatan kadınlar genellikle suya atılarak ya da taşlanarak cezalandırılmış.” Yine Romalı erkekler “Eşlerinin sadakatsizliğini cezalandırma hakkına sahipti.” Kitaplarda bu tür bilgilerle karşılaştığında, eski toplumlarda da bugünün örf-adet cinayetlerine benzer olaylarının yaşandığını anlıyordu. Geçmişin iffet cinayetleri, bugünün örf-adet cinayetleri oluyordu aslında.

 

SOSYOLOJİ

Kazı alanından odasına döndü adam. Son zamanlarda radyo haberlerinde sürekli çıkan kadın cinayetlerine odaklanmıştı. Kadına yönelik yapılan onlarca şiddet çeşidini anteni kırık radyosundan takip ediyordu. Adeta bu haberlerle yatıp kalkar olmuştu. Dün rastladığı bir haberde: “Yirmi bir yaşındaki Kimya Bölümü öğrencisi D.G sınıf arkadaşı U.A tarafından öldürüldü. Failin cinayeti kıskançlık gerekçesiyle işlediği öğrenildi.” Bu ve bunun gibi birçok haberle karşılaşıyordu adam. Cinayetlerin işlenmesinde de “örf-adet, din, çok seviyorum, beni aldattı” gibi birden fazla klişe nedenler ileri sürülüyordu. Bu haberleri takip ederken adamın yüzünde hep bir endişe ve korku ile beraber bir hüzün hissediliyordu. Bazen elinde titreme, sağ gözünde isyan eden bir seğirme hâsıl oluyordu. Yatağına uzanıp dakikalarca terleyip, titrediği de oluyordu. Yine yatağına girip zangır zangır titreyerek, dinlenmekten çok yoran bir uykuyla mücadele etmeye başladı.

 

ARKEOLOJİ

Güneş doğmadan uyanırdı her zaman. Lavabo, dışardan odaya on beş yirmi metre uzaklıktaydı. Odanın kapısı esneyerek bakıyordu. Çıkıp lavaboya giderken nedense içinden gıcırtılı sesler geldiğini hisseder gibi oldu. Elini yüzünü yıkadıktan sonra kazı alanına doğru gitme düşüncesi gelip zihninin bir köşesine oturdu. Kalıntıların bulunduğu alana doğru ilerlerken içi sıkışıp nefes almakta zorlanıyordu. Tuhaf bir hale büründü. Ayakları istemsizce ilerliyordu. Alana yaklaştıkça nefes alışverişi düzensizleşmeye başladı. Tam yaklaşınca gözlerini kapadı. Bekledi. Sonra gözlerini açınca karşısında sırt üstü uzanmış kişmiş yanaklı bir kız çocuğu uyuyormuş gibi ona bakıyordu. “Elinde süt küleği/ O meral o ceylan o sevginin bağında/ Ölürem anam dönmenem/ Giderem anam gelmenem/ Bir kaş bir göz bir dil bir diş/ Kişmiş yanağında/ Sütten beyaz bileği.” Yanına varınca kızın ölmüş olduğunu anladı.

 

ZEYL

Adam dili tutulmuş, gibi yerinde dondu kaldı. Bir zaman sadece bekledi. Beklerken kız kardeşine tetiği çektiği anı, sonra evden hızlı adımlarla dışarı çıkıp durmadan uzun süre sokak sokak koştuğunu anımsadı. Sokaklarda koşarken kız kardeşi Burcu’nun o masum yüzü, gözlerinin önüne gelip gelip, durdu. Uzun ve yorucu bir koşudan sonra yol kenarında beklerken kırmızı kamyoneti görünmüştü. El edince şoför onu kamyonetin kasasına almıştı. İşte her gün aynı saatte, aynı hızla geçen bu kırmız kamyonetin kasasında buraya gelmişti. Kırmız kamyonet, onun içinde Kara Bıyıklı Süleyman’ın oğlu Cevahir’e alamadığı kırmızı oyuncak arabası gibi bir yaraydı. Cevahir kırmızı arabayı unuttu belki ama dağ gibi Süleyman ömrü boyunca unutamadı kırmızı arabayı. Tıpkı Azat D. de Kara Bıyıklı Süleyman gibi kırmızı kamyoneti ve kız kardeşi Bade’yi hiçbir zaman unutamadı.  


Abdulkadir Taş

 
 
 

Yorumlar


bottom of page