top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Agit Destan- Kapı

Soğuk. Soğuk rüzgâr, kapalı balkon kapısından odama girmek için var gücüyle kapıyı zorluyor. Islığı andıran bir sesle odama giriyor, beni arar gibi önce odanın başka köşelerine uğruyor nihayet beni bulunca da üzerime saldırıyor. Üşüyorum. Yorganı kafama kadar çekip anne karnındaymışım gibi büzülüyorum. “Doğum travması,” der Otto Rank. İnsan, yaşama travmayla başlıyor. Anne karnındaki konforlu hayattan kopmak kolay değil tabii. Orada ne acıkmak var ne iş ne de diğer dünya telaşları… İhanete uğrar mıyım korkusu da yok, terk edilme acısı da. İnsan, gün geliyor öyle bir yalnız bırakılıyor ki etrafında kalan devasa boşluktan insanın başı dönüyor. İnsan dediğim de benim sanırım. Kendimize yakıştıramadığımız durumları başkalarının başından geçiyormuş gibi örnekliyoruz. Tam bu esnada bir ses bekliyorum, o yanımdaymış, zihin odamda küçük bir masada, karşılıklı oturuyormuşuz gibi. Sesi bu odada yankılanıyor ve “Yine kitap gibi konuşuyorsun,” diyor bir kedinin minnet dolu, kocaman, parlak gözlerini anımsatan bakışlarıyla. “Eh işte, aklımdan geçenleri söylüyorum,” diyorum ve bir sohbet başlıyor aramızda. Kendimi bazen bu sohbete o kadar kaptırıyorum ki kendime gelip bunun bir hayalden ibaret olduğunu anladığımda bir kâğıt kesiği acısı duyumsuyorum yüreğimde. Büyük bir gürültüyle bir şimşek çakıyor, ortalık bir anlığına aydınlanıp yine kararıyor. Gözlerimin açık olduğunu fark ediyorum. Bu nasıl bir dalgınlık? Uykuyla uyanıklığı, hayalle gerçeği birbirinden ayırmakta güçlük çekiyorum. Bir elimi yastığımın altına sokuyorum. Yastığın alt yüzündeki soğukluk nedense beni üzüyor, o soğukluk parmak uçlarımdan elime, oradan koluma, omzuma ve kalbime ulaşıyor. “Kendine gel artık, kaç ay oldu?” Bu cümleyi farkında olmadan sesli kuruyorum, kendi sesimden korkarak. Bir şimşek daha… Bir parça aydınlık ve mutlak karanlık… Bu durumu yaşamıma benzetiyorum. Onun gelişiyle parlayıveren, kısacık bir aydınlık ve sonrası her zamanki gibi zifiri bir karanlık. Yağmur yağmaya başladı. İçimde şiddetli bir ağlama isteği duyuyorum. “Ağlayınca her şey düzelecek mi?”

“Bilmiyorum Elif, seni özlüyorum.”

“Hayatına devam etmelisin, bak ben önüme bakıyorum artık, sen de bak.”

“Ben senin kadar güçlü değilim.”

“Bu güç değil. Lütfen…” Gök, orta yerinden çatlıyormuş gibi müthiş bir gürültüyle gürlüyor. Elif’in hayali ürkek bir kedi yavrusu gibi korkup kaçıyor. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlıyor. Yatağımda iyice büzülüyorum. Uyuyabilsem keşke. Gözlerimi kapattığımda onu görüyor, açtığımda sesini duyuyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum. Bir köz parçası boğazıma takılıyor, nefes almakta zorlanıyorum. Duruşumu değiştirmeden kolumu yorganımın altından çıkarıyorum. Soğuk, pusu kurmuş bir grup düşman gibi bir anda koluma üşüşüyor. Sehpada duran telefonumu alıyor, siperime geri çekiliyorum. Telefonun çiğ ışığı gözlerimi yakıyor. Hiç mesaj yok. Hiç arama yok. Sosyal medyadan bir arkadaşlık isteği bile gelmemiş. Paylaştığım fotoğrafıma kimlerin baktığına bakıyorum, Elif’in adı yok. Onun hesabına giriyorum, yeni bir şey yok. Her gün onlarca fotoğraf paylaşan bu kadının ayrıldığımızdan beri bir şey paylaşmaması ne anlama geliyor? Onu daha çabuk unutmamı mı istiyor? İyice liseli ergen çocuklara döndüm. Bir şarkı açmak istiyorum ama ya Elif’le birlikte dinlediğimiz şarkılardan birine denk gelirsem diye korkup bundan vazgeçiyorum.

***

Kaynağını ense kökümden aldığını hissettiğim bir ağrı kafamın arkasını işgal etmiş durumda. Sol gözümün arkası zonkluyor. İnsanın gözünün arkasında ne var zonklayacak? Dün gece uyuyamadım. Tepelerin ardında beyaz bir ip gibi usulca yayılan aydınlığı seyrettim. Önce tek tük kuş seslerini duydum. Sonra kapalı havada, bulutların izin verdiği ölçüde yeryüzünü aydınlatan güneşin cılız ışıkları aydınlattı mahalleyi. Sokak lambaları bir bir söndü. Elif’le defalarca şahit olduk bu lambaların sönüşlerine. O zamanlar sabahlamaktan keyif alıyordum elbette. Oysa şimdi içimin lambaları sönüyormuş gibi hissediyorum. Yataktan çıkıp yaşama başlamak istemedim. Yatağım rahat bir tabut gibi geliyordu bana. Ben de içinde yaşayan bir ölü olmak istedim ama caddelerden taşan dünya telaşı uğultusuyla birlikte buraya, iş yerimdeki masama sürüklendim. Bu masada Elif’ten kalan, Elif’i hatırlatan ne varsa aldım çöpe attım. Pek bir işe yaramadı elbette. Keşke içimde bir ceset gibi duran bu hatıraları da çöpe atabilsem. Gittikçe yok olacağına çürüyor, daha beter kokuyor bu hatıralar. Kendini öylesine hissettiriyorlar ki bazen zaman mefhumumu kaybediyorum.

“Selamünaleyküm, fatura gelmiş.”

İhtiyar bir adam, titreyen elleriyle bana faturayı ve buruş buruş olmuş banknot paraları uzatıyor. Gür bıyıkları sigaradan sararmış olsa gerek. Şalvarlı, allı güllü kuşaklı, başında bilmem kaç köşe kasketi, kirli gömleğiyle dışarıdaki yaşlı adamların bir kopyası gibi. Buradaki bütün yaşlılar birbirlerine benziyor. Hepsi aynı tütünden sigara içiyor, hepsi aynı ağıtlara ağlıyor, hepsinin bildiği öyküler, destanlar aynı. Aynı yemekleri yiyorlar, aynı ibadetleri ediyorlar, düğünlerde bile birbirlerinin tıpatıp aynısı giyiniyorlar. B… şehrinin E… kasabası. Şehrin kendisi zaten büyük bir köy gibi. Kasaba ise köy sayılır. Ben buranın belediyesine gişe memuru olarak atandığımda Elif’in yüreği ağzına gelmişti. “Oralar çok tehlikeli diyorlar Özhan. Babamlar bir şey yapabilir belki, tayinini falan aldıramaz mıyız? Bak Nusret’in kuzeninin de eli kolu uzun.” Bense Elif’ten ayrılacağım için üzülüyor, çekik, ela gözlerine dalmış, sesini duymuyordum bile.

“Para üstü amca, iyi günler.”

İhtiyar adam, teşekkür üstüne teşekkür ediyor, çok büyük bir iş yapmışım üstelik buna mecbur değilmişim gibi büyük bir minnetle elini başına götürüyor anlamadığım bazı cümleler kuruyor. Alıştım ben bu duruma, buradaki insanların hâllerine, buranın yemeğine, suyuna, her bir şeye alıştım. Elif, bir defa geldi buraya. Her zamankinden daha kapalı giyinmişti. Onu bir anda öyle görünce anlam veremedim. “Ne bileyim, küçük yer, adetlerini bilmiyorum,” deyip ardından bana sımsıkı sarılmıştı. O an burası benim için gurbet olmaktan çıkmış, doğduğum yerden daha şirin bir yer olmuştu. Sanırım bir insanın nereye gittiğinden çok gittiği yere ne götürdüğü önemli. İçinde keder taşıyan için tüm coğrafyalar kederdir.

Akşama kadar birkaç kasabalı fatura yatırdı. Ara sıra nereye götüreceğini şaşırmış bir vaziyette elinde kaymakamlığa yazılmış dilekçelerle veya vekaletname, tapu gibi benimle ilgisi olmayan belgelerle karşıma dikilenler oluyor. Bunun dışında her iş günüm bir öncekinin aynısı… Ceketimi giydim, sırtımı çatırdattım. Temizlik personeline ben çıkıyorum manasında el edip çıktım. O da baş salladı. İşitme engelli, Hayrullah Amca. Sabah temizlik yapar, bize çay getirir. Ondan sonra öğlene kadar iskemlesine oturup durmadan bir noktaya bakar, saatlerce düşünür durur. Öğle arasından sonra yine etrafı toplar, yine bize çay getirir ve yine oturup, put kesilir, düşünür. Belki de biz düşündüğünü sanıyoruzdur. Belki de sadece boş gözlerle öylece bakıyordur. Ama bir insan saatlerce bir noktaya anlamsızca bakabilir mi? Dediklerine göre karısı, karnındaki bebekle doğumda ölmüş. Bebek de anne karnında boğulmuş, ölmüş.

Kasabanın tek kebapçısına gidiyorum. “Meşhur Nurettin Usta” Bu kasabada herkes meşhur değil mi zaten? İçerisi buram buram kebap ve talaş kokuyor. Kışın yerler çamur olmasın diye dükkanlarına talaş döküyorlar esnaflar. Bana burada fazlasıyla saygı duyuyor, vali muamelesi yapıyorlar. Bu çoğu zaman hoşuma gitmiyor. Bir gölge gibi yaşamak istiyorum ben burada. Bol sumaklı, yağlı kuşbaşı kebabı ve yayık ayran geliyor eski ve kirli masaya. Yanına közlenmiş biber, turşu gibi birkaç meze daha bırakılıyor. Elif burayı çok sevmişti. Filmlerdeki gibi bir yermiş. Otantikmiş. Onun bu saf, nahif hâline karşı içim şefkatle doldu. Ona sarılasım geldi ama burada ona asla sarılamazdım. Burada insanlar, eşlerine sarılmıyorlar, ellerini tutmuyorlar hatta babaların hepsi ve annelerin çoğu dışarıda çocuklarına bile sarılmıyorlar. Bu çocuklara hep üzülürüm. Her daim utangaç bir gülümsemeyle, esmer ve kirli yüzlerinden olabildiğince masumiyet akıyor. Beni gördüklerinde çok uzak ülkelerden gelmiş bir turist görmüş gibi şaşırıyorlar, birbirlerine bir şeyler söyleyip gülümsüyorlar. Elif’i ilk gördüklerindeyse hepten çıldırmışlardı. İlk kez böyle giyinen, makyajlı, üstelik onlarla sokak ortasında oynayan bir kadın görmüşlerdi. İştahım kaçıyor, kebabı öylece bırakıyorum. Parasını masaya atıp bir şey demeden kalkıyorum. Bu kasabanın her yerinde, her şeyinde Elif var.

Tek katlı, beton, sobalı evime, Elif’e göre “dünyanın en şirin evi” olan evime doğru giderken içeriden çiğ sarı ışığın süzüldüğü, buğulu camlı kasaba kahvehanesinden Sezgin fırlıyor. “Yine bu suratla nereye gidiyorsun Özhan?” deyip sırtımı sıvazlıyor. Beni çay içmeye davet ediyor. Israrlarına karşı gelemeyip kahvehaneye giriyorum. Ortada duran gri boyalı küçük soba gürül gürül yanıyor. Kahvehaneci arada bir maşayla sobayı karıştırıyor, bazen de içine bir iki odun atıyor. Sezgin bize iki çay istiyor. Kahvedeki adamlar koyu birer sohbete dalmışlar. Çoğunun parmaklarının arasında kendi elleriyle sardıkları sigaralar var. Birini bitirince hemen yenisini yapmak için ceketlerinin iç ceplerinden tabakalarını çıkarıyor, sigara kâğıtlarına tütünü özenle yerleştirip kâğıdın bir kenarını dilleriyle ıslatıp büyük bir ustalıkla sarıyorlar. Hiçbirinin ne dediğini anlamıyorum. Yüksek sesle hatta bağırıyorlarmış gibi geliyor bana. Yüzlerinde çoğu zaman sert ve ciddi bir ifade var. Hepsi bıyıklı, şalvarlı ve kasketli. Biri konuşunca diğeri sessizce dinliyor, gözlerini konuşanın gözlerinden ayırmıyor. Bazen bıyıklarıyla oynuyor bazen de elindeki kehribar tesbihi sallıyor.

“Özhan bak, doğrudan konuya gireceğim. Yine mi aynı mesele deme sakın. Evet aynı mesele çünkü bu hâlinden endişe ediyorum. Elif diye diye kendini paraladın.”

Sözün burasında o ünlü türkünün sözleri doluyor içime.

İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif diye”

Artık Sezgin’in ne dediğini pek duymuyorum bile. Gözlerimin dolmasını engellemek için dudaklarımı ısırıyorum. Sezgin bunu fark ediyor. Suratını paralarcasına ovuyor.

“Sen adam olmazsın oğlum. Sana müstahak valla. Bak Feyza seni seviyor. Adım gibi eminim. Sürekli konuyu sana getiriyor, bir şekilde seni sevdiğini ima ediyor, kasabanın ortasında aşkını ilan edecek hâli yok ya. Biraz da senin çabalaman gerek. Hem güzel de bir kadın. Neden inat ediyorsun?”

Feyza, Sezgin’in iş arkadaşı. İkisi de kasabanın sağlık ocağında hemşire. Arkadaşça toplantıların bazılarında birkaç kez gördüm Feyza’yı. Elif’in tam zıddı bir görünümü var. Elif’in çekik, ela gözlerine karşılık onunkiler iri ve koyu kahve. Elif’in saçları kızıl, onunkiler simsiyah. Elif, kısa boylu, ufak tefek bir kadınken Feyza, benimle aynı boyda, uzun ve yapılı bir kadın. Elif’in süt beyaz bir teni var, Feyza esmer. Tek ortak yanları gamzeleri olsa gerek. İkisinin de yanaklarında gamzeleri var. Elif’in gamzesi daha derin. Gülerken iyice çukurlaşırdı.

***

Evime döndüğümde kapımın önünde metal bir tabağa konulmuş birkaç lokum ve bisküvi buldum. Bunun anlamı yakınlarda bir cenaze veya düğünü var demekti. Veya kandil gecesi de olabilir, bilemiyorum. Kandil gecelerine dair en son anılarım çocukluğumdan kalma anılarım. Mahalledeki çocuklarla camide toplanıp namaz kılar, imamı dikkatle dinlerdik. Ben imama hayranlık beslerdim. Onun üstün bir insan olduğuna inanırdım veya seçilmiş bir kişi… Namaz ve vaazların sonunda gazete kâğıtlarından yapılma külahlarda şekerler dağıtılırdı. Bu şekerlere de bir kutsiyet atfederdim o zamanlar. Bizim evden camiye giden bir tek ben vardım. Bana sanırım rahmetli dedemden kalma bir tür alışkanlıktı bu.

Kapının önünde duran tabağı alıyorum. Buradaki insanların birbirlerine verebilecekleri pek bir şeyleri yok ama yine de verecek bir şey bulabiliyorlar. Oysa benim geldiğim büyük şehirdeki, binlerce kişilik sitelerde yaşayan insanların birbirlerine verecek çok şeyleri var ama verecek bir şey bulamıyorlar. Tabağı olduğu gibi salondaki masamın üzerine bırakıp odama geçiyorum.

Kitap okumaya çalıştım ama bir türlü odaklanamayınca bundan vazgeçtim. Odanın içinde volta attım. İçimde hızla büyüyen bir huzursuzluk var. Elif’in sosyal medya hesaplarına bakıyorum, değişen bir şey yok. Hiçbir şey paylaşmamış bugün de. Tüm bedenim salt huzursuzluk kesiliyor. Dayanamıyorum, dışarı çıkıp amaçsızca yürümeye başlıyorum. Gece yarısına birkaç saat var. Bütün dükkânlar kapanmış, ısınmak için birbirlerine sokulmuş gibi duran yamru yumru, çoğu sıvasız evlerin çoğunda da ışık yok. Kar yağıyor. Sokak lambalarının çiğ sarısında daha net görüyorum bunu. Kaburgaları sırtına yapışmış bir inek çöp konteynırlarından birini karıştırıyor. Kasabanın sokaklarında köpekten çok inek var. Köyden kasabaya göç eden aileler hayvanlarını da yanlarında getirmiş, onları koyacak bir ağıl, otlatacak bir mera bulamayınca kasaba hayatına bu şekilde entegre etmişler. Kasabaya “Küçük Hindistan,” demişti Elif, inekleri görünce. Bu ifadeye çok gülmüştük. Kasabanın her sokağını gezip bir günde bitirmiş, dönerken de bir evin önündeki kocaman bir dut ağacından dut toplamıştık. Kasabanın böylesine küçük olmasına dayanamıyorum. Elif’i unutabileceğim tek bir sokak, dükkân hatta kaldırım bile yok! Dut ağacını anımsayınca ayaklarım beni iki sokak ötede olan dut ağacına doğru sürüklüyor. Zihnimde bir türkü dönüyor:

“Dut ağacı boyunca Dut yemedim doyunca Yâri düşümde gördüm Sarılmadım doyunca…”

Türküyü mırıldandığımı fark edince kendime kızıyorum. “Mazoşist misin be oğlum, kendine eziyet etmeyi ne zaman bırakacaksın?” Dut ağacının olduğu sokağa girmekten vazgeçiyor, sol sokağa sapıyorum. İlerideki evin ışıkları açık. Üstelik bir gürültü geliyor evden. Biraz yaklaşınca bu gürültünün bir düğün sesi olduğunu anlıyorum. Birden iki katlı evin metal kapısı ardına kadar açılıyor. İçeriden kırmızı duvaklı bir kadın fırlıyor, olduğum yöne doğru koşuyor. Ardından birkaç kadın daha aynı şekilde evden fırlayıp koşuyor. Kırmızı duvaklı kadın, bana yaklaşınca duvağını kaldırıp atıyor. Gözlerimin içine bir anlığına bakıyor. Genç bir yüz. Belki on altı yaşlarında bir kız çocuğu… Gözlerinde bir yardım çığlığı mı, bir öfke mi olduğunu anlayamıyorum. Koşmaya devam ediyor. Ardındaki kadınlar da peşinden koşuyor. Evin kapısı öylece açık kalıyor. Bir süre olduğum yerde donup kalıyorum. Neydi bu şimdi? Kızcağızı zorla mı evlendiriyorlardı acaba? Beni ilgilendirmez diye düşünüp yoluma devam ediyorum ama kızın bakışları beynime çakılmış gibi öylece duruyor; alıcı bir kuşun gözleri gibi. Kafeste hapis bir alıcı kuşun bakışları… Birkaç adam önümdeki sokaktan koşarak çıkıp kapısı açık evin önüne varıyorlar. Orada birkaç saniye durup kızın kaçtığı yöne doğru koşmaya başlıyorlar. Ben böyle şeyleri sadece romanlarda ya da ne bileyim filmlerde falan olur sanıyordum.

***

Yatağımdayım, iki saatten fazla bir süredir durmadan yağan kar her tarafa beyaz bir yorgan gibi serilmiş. Aklımda kaçan kızın delici bakışları… Uyumak istiyorum fakat bunu başaramayacağımı biliyorum. Uzun bir süredir ben uykuya dalmıyor, sızıyorum. Günün ilk ışıklarıyla da göğsümde bir kaya parçası varmış gibi tatsız bir ağırlık ve yorgunlukla uyanıyorum.

***

Bugün pazar. Dışarıda kalın bir kar tabakası oluşmuş. Yollar da kapanmıştır, açık olsa da burada kalmak zorundayım. Yine de yolların kapalı olması düşüncesi canımı sıkıyor. Ekmek almak için dışarı çıkıp fırına gidiyorum. Fırındaki sıcaklık ve taze ekmeğin kokusu beni tanıdık ve hoş bir duyguyla sarmalıyor. Kim bilir ne zamandan kalma bir duygu bu? Fırıncılardan bir hamuru yoğurup şekil veriyor, diğeri ekmek şeklindeki hamuru küreğiyle fırına atıyor. Bir ekmek istiyorum. Kürekli fırıncı, saç diplerine kadar una bulanmış, genç ve yapılı bir adam. Ağzındaki izmariti yere atıp ayakkabısıyla çiğnedikten sonra bana başıyla selam veriyor. Ardından çırağına, “Abiye sıcacık, hemen!” diye komut veriyor. Ter içinde kalmış, durmadan hamur yoğuran adam ise bodur ve kırmızı suratlı, seyrek saçlı biri. O bana bakmadan konuşmasını sürdürüyor. Ekmeği alıp çıkarken, “Kızı yakalamışlar,” dediğini duyuyorum.

Kahvaltı sofram hazır. Sofram gün geçtikçe buranın sofrasına benziyor; Otlu peynir, yoğurt, bal, kaymak, kaçak çay… Çayımı doldurup bir yudum aldıktan sonra içimde sıcak bir yol açar gibi içimi ısıtışını hissetmek için duruyorum. Sonra birkaç yudum daha alıp telefonuma bakıyorum. Sezgin’den birkaç mesaj var. “Bugün ne yapıyoruz? Feyza’ya da haber vereceğim. Dün gece olanları duydun mu? Alooo! Cevap yazsana oğlum?” Küçük bir parmak hareketiyle tüm mesajları ekrandan atıp Elif’in sosyal medya hesabına giriyorum. Bir durum paylaşmış. Heyecanlanıyorum! İçimden bir his bu paylaşıma bakmamam gerektiğini söylüyor. İçimdeki sese başka bir iç sesim cevap veriyor. Bu şekilde içimdeki iki ayrı ses tartışıyor, bense bu tartışmanın baskısı altında tükeniyorum. Nihayet dayanamıyor, paylaştığı durumu açıyorum. Durumdaki fotoğrafta bir buket kırmızı çiçek var. Arka fonda bana defalarca attığı o çok sevdiği klasik müzik var. Fotoğrafın üzerine “En güzel on dört şubat!” yazmış. Bugün sevgililer günü. Bu basit ve verdiği mesaj apaçık ortada olan fotoğrafa anlamak için defalarca bakıyorum. Anlamak için değil, farklı bir anlam bulabilmek için. Fakat bu mümkün değil. Hiç de farklı yorumlanabilecek bir mesajı yok fotoğrafın. Ve “en güzel” kısmı kalbime bir gürz gibi çarpıyor. Nefes alamıyorum. Gökyüzündeki tüm havayı solusam bile bana yetmeyecek gibi… Ellerim üşüyor, yüzüm yanıyor, içim bulanıyor. Dünyanın kapısını ardına kadar açıp kaçmak istiyorum. Kırmızı duvaklı kız gibi… Kaçmak, kaçarak yok olmak veya kaçarak yeniden doğmak istiyorum. Oysa ben dünyanın kapısında, dünyanın rahminde sıkışmış kalmış durumdayım. Yutkunamıyorum. Olduğum yerde yere yatıp, büzülüyorum. İçimdeki şiddetli acıya rağmen gözlerimden tek damla yaş akmıyor.


Agit Destan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page