Öykü- Agit Destan- Sona
- İshakEdebiyat

- 3 Eyl
- 7 dakikada okunur
Huzursuzluk, yine iki göğsünün tam ortasında oturmuş her zamanki donuk ifadesiyle uyanmanı bekliyor. Sen onu hiç görmedin. Sen onun yalnızca, bir adam ağırlığında, uykudan uyandıran dayanılmaz baskısını hissettin her sabah. Sahi, kaç yıl oldu, her sabah huzursuzluğun karanlık elleriyle telefon zilinden dakikalar önce uyanalı? Saymayı sekizde bıraktın. Umudunu kesmiştin başka türlü uyanmalardan ama yine de telefon zilini bir kez olsun devre dışı bırakmadın. İçinde ama çok derinlerde bir yerde, huzursuzluğundan önce uyanacağına dair kendinden bile gizlediğin bir umut var. Gizliyorsun çünkü bu umut sona giden yolunda sana ayak bağı olabilir. Sense yola tahammülünü, yaşama dair tüm kredini tüketmişsin.
Nefesinin büyük bölümünü huzursuzlukla paylaşmak zorunda kalacağın “yeni bir gün” başlamak üzere… Sen “yine bir dün” diyorsun buna. Bulduğun bu ifadeyi ilk duyduğunda Canan’ın gözlerindeki hayranlık ve endişe dolu parıldamayı unutamıyorsun. Zihninde Shakespeare’in cümleleri yeniden yazılmıştı o an. “Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederden! Sen çok daha parlaksın çünkü…”
Huzursuzluk, kendinden emin bir şekilde göğsünde büyüyebileceği en verimli topraklara yerleşiyor, büyüyor büyüyor büyüyor… Üç, iki, bir…
Yine aynı his, yine yine yine… Uyanıp tüm telaşıyla yaşama başlamak zorunda olmam yetmiyormuş gibi bu hissin ağırlığıyla gözlerimi açmak beni nefes almaktan büsbütün soğutuyor. Birkaç dakika daha uyumak istesem de nafile, pençelerini göğsümden gırtlağıma kadar bastıran bu his beni müthiş derecede hırpalıyor. Etrafındaki öfkeli beton binalardan bir parça gün ışığı göremeyen odamda karanlıkla uyuyor, karanlığa uyanıyorum. Birçok manada karanlık! Bir solucandan farksızım. Hayır, bir solucandan çok daha kötü bir durumdayım. Nihayetinde toprağın karanlık derinlikleri bir solucan için duvarlarına, “Home sweet home” tabloları asılacak bir ev. Benimse evimin duvarlarını yıkasım geliyor. Daha ne kadar devam edebilirim böyle? Kim bilir, beki Antik Yunan trajedilerindeki gibi gökten bir deus ex machine iner ve her şeyi bir hamlede düzeltiverir. “Adam sen de…” diye kafamdaki bu aptal düşünceyi bir el hareketiyle bulutlandırıp banyonun yolunu tutuyorum. Odamla banyo arası birkaç adımlık mesafe olsa da bu mesafe gözümde çok uzun ve çetrefilli bir yolculuğa dönüşüyor. Ne zamandır böyleyim? Oluyor bir on yıl…
Yüzümü yıkamam gerek, saçlarımı her zamanki gibi, üstelik kendime hiç yakıştırmadığım tarzda taramam gerek. Neden başka türlü taramıyorum? Bilemiyorum. En küçük değişiklikten ölesiye korkuyorum. Kendimden bile korkuyorum. Aynada gördüğüm bu surat bana mı ait? Ne o? Tarancı’ya mı özeniyorum? “Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?” Hayır, ne kafamı işgal etmeye başlamış tek tük beyazlardan bu endişem ne de ölümden. Hayatın bizzat kendisinden! Ama niye? Onu da yaşamın bilgeleri, filozoflar ya da ne bileyim psikiyatristler bulsun bir zahmet. Bir el hareketi daha, zihnimde bir kat bulut daha…
Kahvaltı yapmayalı ne çok oldu… Canan’dan sonra tek bir sabah ağzıma bir lokma koymadım. O beni küçük bir çocuk gibi görür, kollardı. Büyü artık be oğlum büyü! Kalk masayı kendin hazırla. Parazit değilsin sen. İçimde cılız bir yaşam belirtisi kıvılcımlanıyor. Mutfağa yönelecek gibi oluyorum. Kıvılcımın kendine hayrı yok, sönüveriyor bir anda. Ne bekliyordum ki zaten?
Huzursuzluğun göğsünden kursağına çıktığı saatlerdesin. Günün en hareketli saatleri… İnsanlar parklarda, alışveriş merkezlerinde ellerinde telefonlar, ellerinde mağaza poşetleri, ellerinde başka eller ile cıvıl cıvıl dolaşıyorlar. Sen, bir yumru gibi kursağında duran anlamsızlığı gözlerinden akıtmak istiyorsun, olmuyor.
Ellerim ne zamandır başka birinin elleri gibi görünüyor bana? Yalnız ellerim mi? Hayır, büsbütün kendime yabancılaşıyorum. Ve bu yabancı adamın hâllerinden tiksiniyorum. Bir ses, deme öyle, diyor. Sakin ama yaşam dolu bir ses… Canan’ın sesi. Ne zaman kendime yüklensem, kendimde bir kusur bulsam başımı şefkat dolu göğsünde bulurdum. Deme öyle, keşke kendini benim gözümden görebilsen. Bu harikulade insanı sen de tanıyabilsen. Ses, odamın duvarlarına çarpa çarpa kapının altındaki ince boşluktan kaçıp gidiyor. Canan’ın sesinden ne beklenirdi ki? Zihnimin duvarlarına çarpa çarpa bu kapıdan çekip gitmemiş miydi? Gitmeyip ne yapacaktı oğlum? Sana insan mı dayanır? “Özür dilerim Canan, iyi değilim.”
“Yine mi?”
“Ne yine mi?”
“Sürekli iyi değilim diyorsun ve iyi olmak adına tek bir adım attığın yok.”
“Sana geldim işte.”
“Bana gelebilirsin tabii ki ama bu bir çözüm değil. İstersen aylarca, yıllarca, sonsuza kadar burada kal. Bilemiyorum. Ben ikimizi de taşımaktan çok yoruldum.”
Canan’la son diyalogumuz zihin sahnemde bir tiyatro oyunu gibi canlanıyor. Bir el hareketiyle perdeyi çekiyorum. Akşam olmuş. Yağmur yağıyor.
Huzursuzluk, uğultu kılığında kafanın her yanına çörekleniyor. Hafif ama bunaltıcı bir baş ağrısı çekiyorsun. Havanın karardığını pencerenden odana hiçbir zaman ışık girmediği için saatten anlıyorsun. Aslında pencereyi açıp başını dışarıya uzatsan, devasa binaların arasından bir parça da olsa gökyüzünü görebilirsin. Canan’dan sonra anlamını koruyabilen son sığınağındı gökyüzü. Sonra onu da yitirdin böyle bir akşamüstünde.
Midem bulanıyor. Aç karna ilaç içtiğimden olsa gerek. Canan’ın bir zamanlar içmemem için yalvardığı, sonrasında içmediğim için çok daha kötü olduğum psikiyatrik ilaçlar bunlar. Onlara ihtiyacım yokmuş, onlarsız da hayat güzelmiş, onlar zihnimi bulandırıp duygularımı öldürüyormuş. Kısacık boyuyla zar zor yetişebildiği masamın üst rafından ilaçlarımın hepsini almış, tablet tablet çıkarıp havanda ezmişti. Bir oyuna dönüştürdüğü bu eylemden apaçık zevk alıyordu. Kendince, çürümekte olan bir ruhu sağaltıp kurtarmanın verdiği kahramanlık duygusunu yaşıyordu. Yüzlerce tableti ezip toz hâline getirdikten sonra bu kahramanlık oyununu ölümsüzleştirmek istediği için olacak, iki avuçluk tozu bir kâseye doldurup üzerine su ekledi. Bembeyaz, küçücük elleri kâsede hırsla hareket ediyor... Bakışlarındaki manasız ciddiyet ile dudaklarındaki çocuk gülümsemesiyle bu hâli bana komik geliyordu. Dakikalarca ilaç tozundan hamuru yoğurdu ama hamur bir türlü istediği kıvama gelmeyince keskin uçlarıyla incecik sol kaşını kaldırdı, bir müddet düşündü ve aklına olağanüstü bir fikir gelmiş gibi yüzü aydınlandı. Mutfaktan elinde un paketiyle geri döndüğünde yaptığının anlamsızlığına eğlenerek gülüyordu. İşte, masada duran bu bir avuç büyüklüğündeki maya piramitlerini andıran ve altında, tırnaklarıyla yazdığı, “Sonsuza kadar” yazısıyla “anıt” dediğimiz şey, o günden kalma.
Gün bitti. Gecenin ilk yarısındasın. Huzursuzluğun bedeninde tırmanabileceği hiçbir alan kalmadı. Yerini boşluğa bırakarak kafa derinden saç uçlarına, oradan da yokluğa karışıyor. İçinde direnebileceğin, savaşabileceğin bir şey kalmayınca bir kat daha yalnız ve çıplak hissediyorsun. Huzursuzluk, düşüp çakıldığın taş zemin; boşluk, sürekli düştüğün dipsiz kuyu… Bu ikisi arasında geçen binlerce gün… Masandaki küçük “anıt”ı yaparken minnet dolu gözlerle bakıyordun Canan’a. O an hayatında ilk kez bu kadar yoğun ve adı ne huzursuzluk ne de boşluk olan bir duyguyu yaşıyordun. Hayatın sana geç verdiği bu ılık ve taze duygu, bir anlığına da olsa ruhundaki tüm tıkanıkları gidermiş, sana serin bir nefes aldırmıştı.
Saatlerdir beynimi gagalayan baş ağrısı geçer gibi olunca zihnim de bir parça berraklaşır gibi oluyor. Bu küçük berrak alan bir anda Canan’la dolup taşıveriyor. Sanki tüm gün pusuya yatmış ve bu anı beklemiş gibi… Ne kadar çabalarsam çabalayayım Canan’ı zihnimden uzaklaştıramıyorum. İri, karanlık gözlerini kovsam ince, alaycı dudakları; beyaz bir gül yaprağını anımsatan ellerini kovsam; düz, parlak kahverengi saçları… Cıvıl cıvıl sesini kovsam, şeker kokulu parfümü; sıcaklığını kovsam serinliği. Çaresiz, ona teslim oluyorum.
Saat gecenin üçü! Bugün, daha doğrusu dün pazardı. Tüm gün evin içinde dolandım durdum. Yalnız sırf iş olsun diye çamaşır makinesine birkaç parça kıyafet attım. Makine hâlâ çalışıyor. Üzerimde dayanılmaz bir anlamsızlık var. Bir gün içerisinde bütün karanlık duyguları, en şiddetli hâlleriyle yaşıyorum. Bana ilaçların bir oyunu mu bunlar? Bilemiyorum. Bilmek de istemiyorum. Hiçbir şeyi bilmek istemiyorum. Varsa bile bu hayatın anlamını dahi bilmek istemiyorum. Yalnızca kendimden kurtulmak istiyorum. Besleyip, oradan oraya taşıdığım bu bedenimden de, bozuk bir ampul gibi cızırtıyla yanıp sönen, her an patlarım tehdidinde bulunan ama hiçbir zaman patlamak suretiyle de olsa rahata ermeyecek bu ruhumdan da kurtulmak istiyorum. Canan’ın sesi dış kapının altından rüzgâr gibi süzülüp odama akıyor. Ne dediğini anlamıyorum. Yalnızca üşüyorum. Hiçbir şey yemediğimden midir bilemiyorum ama şuurumu kaybeder gibi oluyorum. Aklıma alakasız, parça parça bir sürü şey geliyor. İnsan bileğini kesince hemen ölmüyormuş. Ve ölüme yaklaştıkça ölmek fikrinden uzaklaşıyormuş. Çıldırmamak için bir şeyler yapayım diyorum. Kıyafetleri makineden çıkarıp asıyorum.
Hayatta kalmak için kıyafetlerini yıkadın, astın. Yarın giymek için bir umuttu bu. Hayatta kalmak için hayatta olduğuna dair işaretlerindi bunlar. Otuz üç yaşındasın. Otuz üç yılın büyük bir bölümü bu işaretlerle dolu. Şu an hepsinin anlamsız olduğunu düşündüğün milyonlarca işaret.
Sabah olmak üzere… Huzursuzluk, tüm iştahıyla her zamanki yerine, göğsündeki rahat yatağına doğru gelirken sende garip bir farklılık görüp ürküyor. Yıllardan sonra ilk kez, göğsüne çöreklenmeden, senden birkaç adım ötede donup kalıyor. Senin yüzünde buruk bir gülümseme… Canan susmuş, caddelerden odana taşan araba, insan, hayvan sesleri susmuş. Her şey; huzursuzluk, odanın duvarları, ilaç kutuların, ardına kadar çekili perdeler, sokak lambaları, şehrin üzerindeki sis bulutları, hayatına girmiş kim varsa, ille de Canan derin bir sükûnet içerisinde sessizce seni izlemekte. Üzerindeki milyonlarca gözü dağıtmak istiyorsun. Bir tarlada bekleşip duran kuş sürüsünün bir taş ile dağılması gibi tüm bu gözler bir el hareketinle dağılır sanıyorsun. Sandığınla kalıyorsun.
Yıllardır zihnimde bana görünmeye çalışan, gördüğüm hâlde görmezden geldiğim, bir şekilde üzerini örttüğüm bir düşünceyi hayata geçirmeye karar verdim. ‘’Hayata geçirmek…’’ Eylem hayata geçince ben hayattan geçeceğim. Öff ne şairane bir cümle… Kendimle dalga geçebilecek kadar rahatım şu an. İlginç. Sanırım yıllardır içimde bir cehennem gibi uğuldayan eziyetin sonuna geldiğim için böylesine rahatım. Bir de Canan’ın tepemdeki bakışlarından gizlenebilsem…
“Hayaletin bari peşimi bıraksaydı Canan. Ama artık o kadar da önemli değil.”
“Ne yapıyorsun sen? Ne bu abuk sabuk düşünceler? Sona geldimler… Bu kadar zayıf olamazsın!”
“Öyle bir olurum ki Canan.”
Bu anlamsız tartışma zihnimin bir köşesinde sürüp duruyor. Astığım çamaşırlar takılıyor gözüme. Yarına kadar kururlar. Ütüsüydü, dolaba yerleştirmesiydi bir sürü iş. Bunların hiçbiri olmayacak yine de içimde çok ama çok uzak bir yerlerde yarınki ütüye hazırlanan bir ben var. Hazırlansın bakalım. Mutfaktan Canan’ın anıtı yapmak için kullandığı havan ve tokmağı alıp masamdaki anıtı küçük parçalara ayırıp havana atıyorum. Anıtın altındaki yazı dağılıyor. “Sonsuza kadar,” dan geriye “Son” kalıyor. Sonsuz kelimesinin son kökünden gelmesi ne kadar manidar… Toz hâline gelene kadar parçaları dövüyorum. Elimdeki tokmakta Canan’ın ellerini arıyorum, elinin sıcaklığını… Metal bir serinlikten başka bir şey bulamıyorum. Anıtın parçalarına hırsla vuruyorum. Her vuruşumda eksiliyorum. Kendimden hiçbir şey kalmayana kadar devam ediyorum. Nihayet önümde bir avuç toz kalıyor. Suyla karıştırıp içiyorum.
Yudum yudum içiyorsun. Her yudumda üzerindeki bakışlar azalıyor. En son Canan’ın bakışları kayboluyor. Bakışlarındaki hayal kırıklığını görüyorsun. Bu hayal kırıklığını hayattan vazgeçmene değil, Canan’ın kahramanlığının işe yaramadığına bağlıyorsun. Bu bencillik seni üzmüyor. Seni sona taşıyan Canan değil, yaşamındaki hiç kimse değil. Seni sona yalnızca sen taşıdın, kendi ellerinle.
Başında gittikçe şiddetlenen bir uğultu… Gözlerinde gittikçe büyüyen bir karanlık… Sandalyeden düşüyor bedenin. Ne üzerinde huzursuzluk ne de içinde boşluk var artık. Ne seni izleyen sayısız göz ne de Canan’ın sesi... Hiç olmadığın kadar tenhasın. Güneş doğuyor, gökyüzünde rengarenk bir kuşak beliriyor. bir yerlerde bir tabak yere düşüp kırılıyor, bir evde çaydanlıktaki su fokurduyor, biri yeni kundurasına bulaşan tozu siliyor biri çiçeklerini suluyor. Hayat bütün renkleri ve canlılığıyla devam ediyor. Telefonun zili ısrarla çalıyor.
Agit Destan




Yorumlar