top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ahmet Cengil- Ucunda Yaşam

Ne yapıyoruz burada?

Yaşıyoruz desek değil, öldük desek o da değil…

Dostoyevski, Ölüler Evinden Anılar


Bir ölü kadar ağırlaşmış kirpiklerim huzursuzluk içinde kıpırdadı. Bedenimdeki ağrılar, sanki bu kıpırtıyı bekliyormuş gibi harekete geçti hemen. Sırtımdan boynuma doğru ince bir sızı yürüdü. Beynimdeki damarlar zonklamaya, soğuktan dayak yemiş gibi büzüşen alnıma şiddetle vurmaya başladı. Pusuda bekleyen bir kramp prangaladı ayağımı. Dirseklerimden parmak uçlarıma kadar uyuşuk bir hissizlik yayıldı sonra. Kaldıramıyordum kollarımı. Acı içindeydim. Tüm bunlar yetmezmiş gibi susturmaya takatimin yetmediği alarm, inadıma inadıma bağırıyordu.

Önü sonu kalkacaktım. Çaresi yoktu. Çaresizlik, gücünü hepten yitirmiş bedenimi kalın yorganın altından çıkmaya zorluyordu. Beceremiyordum. Ağrı içindeki kolumu komodine, alarmı zırıl zırıl çalan telefonuma döndürdüm zorlukla. El yordamıyla buldum telefonu. Oflaya puflaya, dokunabildiğim her yerine dokundum. Susturabildim sonunda. Gözlerimi hâlâ açamıyordum. Dilimde öznesi belirsiz küfürler, boğazımda atılmayı bekleyen bir balgam, kasıklarımda baskı yapan bir mesane, kulaklarımda rayları titreten lokomotifin düdüğü… Gülümsedim birden. Esneyerek, “Altı kırk beş geçti,” dedim kendi kendime. Sosyal medyada karşıma çıkan yaşam koçunun sözlerini tutuyordum galiba. “Gülümseyin, güne iyi başlayın, olumlu şeyler düşünerek zihninizi manipüle edin.” Hafızamı kurcaladım. Ta ne zaman izlediğim filmin diyaloglarını eksik gedik geçirdim aklımdan. “Anlatsana Mülayim, nasıl yedin Mehtap ablamızı?” Gülemedim, ancak küfürlerim yitirdiği özneyi bulmuştu. “Koduğumun koçu.”

Güçlükle çıktım yataktan. Ağrılarım bırakmıyordu beni. Bir an, işe gitmeyip dinlensem mi, diye düşündüm. Ustabaşının, muhasebecinin ve müdürün kasıntılı suratları, “Yine mi?” der gibi bakışları belirdi zihnimde. Terazinin diğer kefesine hangi makul düşünceyi koyarsam koyayım, o küçümseyen, ezip büzen bakışların karşısında şansı yoktu. Fikirlerimi tartmaya lüzum görmedim. Olmayacağını biliyordum zaten. Düşünceydi işte. Söz geçiremiyordu insan.

Mecburen giyinmeye başladım. Terden sapsarı kesilmiş atletimi değiştirmedim. Üç gündür giyindiğim kazağı kokusuna aldırmadan sırtıma geçirdim. Dikkatsiz gözlere kirini göstermeyen kot pantolonumu çektim üzerime. Tuvalet masasına baktımsonra. İsminin hakkını veriyordu. Bok gibiydi üzeri. Kirli donlarım, kalıp tutan çoraplarım, içi boşalmış poşetler, şarj makinesi, buruşturulmuş pos slipleri… İç içe girmişti hepsi. Parfümüm kim bilir bu yığıntının hangi köşesindeydi. Parfümü arama zahmetinden, daha doğrusu kötü kokmama isteğimden vazgeçtim. Haince bir plan kurmuştum. Sinsi sinsi güldüm.

Canım yemek istemiyor, midem hiçbir şeyi kabul etmiyordu. Kahvaltı yapmadan çıktım evden. Yine de midemin kazıntısı beni bir iki lokma yemeye zorlardı belki. Yol üstündeki büfeye uğradım. Bisküvi ve kek alıp cebime koydum. Olurda canım isterse atıştırırdım. Bu hafta böyle geçecekti. İzin konusunda son derece katı olan patron, aşçıya pek cömert davranmış, bir hafta izin vermişti.

Durağa doğru yürümeye başladım. Yürüdükçe açılıyordu ayaklarım. Uyku mahmurluğu yavaş yavaş üzerimden kalkıyor, dondurucu ayaz tüm vücuduma buz tedavisi uyguluyor, ağrılarımı unutturuyordu. Nikotin arzusuyla kıvranıyordu dudaklarım. Cesaret edip pakete uzanamadım. Mide bulantısından korkmuyordum. Boş midem güne tütün dumanıyla uyanmaya alışmıştı epeydir. Ancak paltomun cebinde zar zor ısınan ellerim dışarı çıkamayacak kadar ürkektiler.

Vardığımda kimse yoktu durakta. Saate baktım. Beş dakikası vardı otobüsün. Başım yakası kalkık paltomun içine gömüldü iyice. Alt dudağımı içe çekip çenemi hohladım. Sağa sola sallayıp durdum kendimi. Karşıdaki fırına baktım. Fırının kapı camı, müşteriler girip çıktıkça buğulanıyor, sonra üzerindeki “AÇIK” yazan küçük levhanın titremesi bile durmadan, süratle kaybediyordu buğusunu. Fırıncı çırağı birkaç pide bırakıyordu tahta vitrine. İnce ince buhar atıyordu pideler. Tazeydiler demek. Ne sıcaktırlar şimdi. Her lezzete kendini kapayan boğazım, bu pideleri yeme arzusuyla yanıp tutuştu birden. Fakat o pideleri alamadım. Fırından çıkan son müşteri engel oldu buna. Dayımdı çıkan. Beni görmesini istemiyordum. Başımı öne eğdim. Göz ucuyla takip ettim göbeğini taşımakta zorlanan paytak adımlarını. Uzaklaştı. Ardında huzursuzluk ve sıcak pide kokusu bırakarak. Derin bir nefes aldım. Konuşmadığıma memnundum. İçimi sıkıyordu bu adamın sahte ilgisi. Son konuşmamızı hatırlamıştım can sıkan sorularını. “Ne zaman geliyor Esma?” “Aranız nasıl?” “Çocuk nasıl oldu?” “Fabrika ne kadar aylık veriyor sana?” Bir sürü zırva. Son sorusuna, “Asgari ücretten biraz fazla,” demiştim. Cevabımın ilk yarısı özür diler gibi, diğer yarısıysa hafif bir gururla çıkmıştı ağzımdan. Şimdi düşündüğümdeyse her kelimemden utanç duyuyor, iğreniyordum.

Otobüs uzaktan, yolun başında gösterdi kendini. Geliyordu ağırdan. Motor gürültüsü yaklaştıkça yaşlı egzozun gerisinde bıraktığı siyah dumanlar belirginleşmiş, tepesine turuncu harflerle yazılmış “Yeşilyalı Belediyesi” yazısı da okunur olmuştu. Durağın önünde ince bir balata sesiyle durdu otobüs. Arka kapıdan, üç yüksek merdiveni tırmanarak bindim. Şoför koltuğuna tutunan muavin bana doğru uzattı boynunu. “Devam et,” dedi şoföre. Sarı tutamakların yardımıyla yolcu kalabalığını yarıp öne doğru ilerlemeye başladım. Gözlerim yolcuları bir bir tarıyor, o kızı arıyordu. Şanslı günümdeydim. Tam karşımdaydı. Elinde sınava hazırlık kitapları, kulağında kulaklık, tavırlarında tüm yolculara verilen “Sizinle bu yolculuğa katlanmak mecburiyetime aldanmayın, hepinizden üstünüm,” iması, belini dayadığı sarı tutamağın yanında bir kişilik boşluk. Kınayan bakışları umursamadan o boşluğu dolduruyor, hain planımı uygulamaya koyuyordum. Kokumu duyuracak kadar yakındım işte. İçten içe gülüyor, intikamın hazzını yaşıyordum.

“Sağ serbest,” diye bağırdı muavin. Hemzemin geçidi, hızını çok düşürmeden aştı otobüs. Yalpalandık hepimiz. Sağ kulağındaki kulaklığı düşürdü kız. Memnuniyetsiz bakışlarla yakaladı sonra. Uzun saçlarını geriye atarak yerine koydu. Ucuz bir parfüm kokusu doldurdu burnumu. Tanıdık bir koku. Esma’ya aldığım parfümlerden biriydi muhakkak. Ana caddede palyaço kıyafetli adamların zorla sattığı. Kızın, parfümü harçlıklarını biriktirerek aldığını düşündüm.

İldeki işlerini erkenden bitirmek için yola koyulan iki yaşlı adam hararetli bir şekilde tartışıyor, inandıkları politik görüşleri savunuyorlardı. Yolcuların çoğunu oluşturan öğrencilerin bir kısmı sohbet ediyor, şanslı olup oturanların bazısı önüne bir kitap açmış bu gürültüde okumaya çalıyor, kimisi de yanımdaki kız gibi kulaklıklarını takmış aldırmazlığa vuruyordu. Arkayı beşleyen liseli erkekler abartılı tepkileri ve kahkahalarıyla, mobil operatör şirketinin çağrı merkezinde çalışan genç delikanlılarsa kendinden emin duruşları, mütebessim çehreleri ve ilgili bakışlarıyla otobüsteki genç kızların dikkatini çekmeye çalışıyordu. Şoför içerdekilerin oflamalarına, cık cıklarına aldırmadan iki dakikada bir yol üstündeki köy duraklarında duruyor, yeni yolcular alıyordu. “Ön tarafa doğru ilerleyelim,” diyordu muavin. Kimisi hareketsiz kalarak bunca yolcu alınmasını, ikinci bir seferin yapılmamasını kısa bir süreliğine protesto ediyor, sıkışıklıktan ruhu daralanlarsa muavinin dediklerini yüksek bir tonda tekrarlıyordu. Duyarlı bir yolcu edasıyla iyice yanaşıyordum kıza. Bir karışlık mesafe kalıyordu aramızda. Kokumla burun kemiklerini kırmayı umuyordum.

Elindeki kitapları sımsıkı bastırdı göğsüne. Tiksintiyle çekti burnunu. Dudaklarını büzdü sonra. Göz çukurlarının ucundan sinirli bakışlar fırlattı bana. Umursamadım. İsterse akşama kadar böyle baksındı. Bir adım ayrılmazdım yanından. Her iş çıkışı otobüse bindiğimde yaptıklarını bir daha yapmasını; kazağının ucuyla burnunu kapamasını, kusacakmış gibi çalıştığım fabrikaya bakmasını, arkadaşına dönüp ağzını yaya yaya “Iyy… Ne biçim kokuyor ya,” demesini bekliyordum. Demedi. Huzursuzluk içinde sağa sola dönüp durdu yalnızca.

Muavin, geniş el çantasıyla ücretleri topluyordu. Koltukların kıyısında durup para üstü veriyor, biletleri kesiyor, her zamanki güldürmeyen esprilerini yapıyor, çantasını koltukaltına sıkıştırarak ilerliyor, ilerlerken de gözüne çarpan boşluklara babacan bir tutuşla çektiği öğrencileri koli gibi istifliyordu.

Yanıma kadar gelmişti sonunda. Sorgulayan bir yüz ifadesiyle, “Kaç kişi?” dedi. Cevabını bildiği bir soruydu ya, aklı sıra, eşin değil hısımın değil ne bok yemeye bu kadar yakın duruyorsun kıza, demek istiyordu. Otobüsün ahlak bekçisiydi ne de olsa. Böyle ehli namus görünenler namussuzun önde gideniydi hâlbuki. Tanımazdım sanki. O da Yeşilyalılıların benimsediği o tuhaf, tuhaf olduğu kadar da mantıksız ahlak anlayışına sahipti işte. Hem böyle korumacılık kaftanını giyer, boynunu bükerek bacım der, hem de fırsatını buldu mu, bakışlarıyla kırk parçaya bölerdi kadınları.

“Bir kişi,” dedim elimdeki yirmiliği uzatırken. Yarım mı deseydim acaba?

İkizinden ayırdığı bileti büküp yırttı muavin, elime tutuşturdu ardından. Ön yüzünü çevirip baktım bilete. Seri, C’den D’ye geçmemişti aylardır. Yavşak. Cebe atıyordu paraları.

Muavin uzaklaşıp bakışlar benden öteye çevrilince cam kenarına sıkıştırılmış biletlere baktım. Bunu yapanları kınadım içimden. Elimdeki küçük kâğıdı buruşturdum. Biraz sonra atardım yere. Avucumda terlemeye bıraktım.

Kundaklanmış çocuğuyla önümde belirdi kadının biri. Zorlanarak “DURACAK” butonuna uzandı. Yakalanmıştım yeniden. Kaçmak istediğim, kurtulmaya çalıştığım düşünceler ne kadar istersem isteyeyim bırakmıyordu beni. Bazen böyle karşıma çıkan çocuklu bir kadınla, bazen market raflarında gördüğüm bebek bezleriyle, bazen fabrikadaki kadınların yüzleriyle, bazen annemin “Oğlum,” demesiyle, çoğu zaman da sebepsiz, bu düşüncelerin eline düşüyordum. Karım Esma, oğlum Kerem doluyordu aklıma. Ne yapıyorlardı? Kayınvalidemin yanında rahatlar mıydı? Bir gün dönerler miydi? Dönseler… Hayır, hiçbir şey düzelmezdi. Cebime giren aynı, çıkabilecek olan aynıydı. Hem işten sonra o bitap halimle yıkanmak zaruretinden, davul gibi şişmiş kafamla Esma’nın sitemlerini dinleme mecburiyetinden, televizyonda çıkan her tektaş reklamından sonra ilenmelere katlanma zorunluluğundan kurtulmuştum. Ama olsundu. Kavuşmak çözüm olmasa bile hasrete dayanamıyordu insan. Özlemle doldu içim. Oğlumun doğumu düştü hatırıma. Doğumhane kapısında bir o yana bir bu yana gidişim. Stresten ayakta duramayışım. Riskliydi oğlumun doğumu. Ölebilirdi. O gün hemşirenin biri omzuma dokunmuş, “Sakin olun,” demişti. “Yaşamak, ölümün kıyısında olmaktır zaten.” En endişeli anımda duyduğum bu sözler sinir bozucu ve saçma gelmişti bana. Şimdi idrak ediyordum ama. Haklıydı.

“Arpuzuuuu,” diye bağırdı muavin. Dur kalk yapa yapa ısınan balatalar, bir kez daha sıkıştırdı diskleri. Bebekli kadın vuslatsız gözlerimi peşinden sürükleyip indi.

“Devam ettt!”

Sonraki durak fabrikaydı. O iğrenç koku genizlere dolacaktı birazdan. Sabahtan beri kendini tutanlar, fırsattan istifade sessizce osuracaktı yine. Bense hiçbir kokuyu duymayacaktım. Mecburiyetin ikinci safhasıydı alışmak, alışmıştım.

Askılara bırakılmayı, kesilmeyi, yolunmayı, parçalanmayı, turuncu köpük tabaklara konmayı, streçlenmeyi, tartılmayı ve etiketlenmeyi bekliyordu kırk gün önce kabuğunu kıran tavuklar. Ve beni. Bana benzeyenleri. Gün gün ömrünü tüketenleri…

İsteksiz işaretparmağım duracak butonuna bastı. Muavin, “Evett, Tampiliiiiçç,” diye bağırdı bu kez. “Hayır,” diye karşılık verdim içimden, “yarım, hatta çeyrek.”

Durdu otobüs. Açtı kapılarını. Burunlarından sonra gözlerini de kapadı kalabalık. Geriye çekildi, yol verdi bana. Hadi git artık dedi sabırsız burunları. Ağırdan alıyordum. İnmek istemiyordum. Belki vakit kazanırım diye cebimdeki bisküviyi düşürdüm yere. Acemi bir oyunculukla. Aksiymiş gibi uzaklara, koltuk diplerine değil de ayaklarımın ucuna düştü paket. Eğilip alırken unuttuğum ağrıları duydum yeniden. İndim istemsiz. Fabrika nizamiyesinde bekleyen güvenlikle göz göze geldim. Uzaklaşan otobüsten muavinin, “Devam etttt,” nidasını ve havalı kapının kapanışını duydum en son.


Ahmet Cengil

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page