top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ahmet Efe Ekici- Ev

Metro merdivenlerinden ağır ağır çıkarken gökyüzüyle karşılaşma anları içimi ferahlatıyor. Sanki bir tutsaklığın sonuna gelmişim, bir daha yeraltına, şehrin gizemini de içinde barındıran o dehlizlere inmem gerekmeyecekmiş gibi. Belki de tabelaların bolluğundan, orada konuşulan dilin de bir önemi yokmuş, Almanca, İngilizce ya da Türkçe fark etmezmiş, hepimiz dünyanın neresinde olursak olalım aynı yeraltı ülkesinin vatandaşıymışız, aynı dili konuşuyormuşuz diye düşlerim. Hemen ardından, düşlediğim şeyde hoşuma giden taraflar olmasına rağmen, düşümü kendimi bir yere ait kılma telaşımın uzantısı olarak görürüm. Gökyüzü yeraltındaki birliğimizi bozar, birleştiriyor gibi görünse de -en büyük sinsiliğidir bu- şehrin dört bir tarafına dağıtır bizi. Hangi dilde düşüneceğimi karıştırırım bazen böyle zamanlar. Tüm bunlara rağmen, merdivenleri her çıkışımda özgürlüğümü yeniden kazanmış gibi sevinirim.

Şimdi Alexanderplatz’da Bilge’nin gelmesini bekliyorum. Valizi olmadığı için direkt burada buluşmayı teklif etti aradığında. Vakit kaybetmeyelim, gezdirirsin beni, dedi. Turistik bir rota belirledim onun için. Erken sayılabilecek bir saat, meydan dolmaya başlamadı daha. Telefonunun şarjının bitebileceğini ama tam vaktinde burada olacağı için önemli olmadığını söyledi. Olur da başka bir şey için ararsam merak etmeyecekmişim. Gerçekten de her seferinde, nasıl yaptığına şaşırsam da dediği saatte orada olurdu. Wurst satan büfelere, kurulmaya başlayan stantlara bakıyorum. Arka tarafımda kalan falafelciyi ilk defa kapalı görüyorum. On beş dakika önce gelmiş olması gerekiyordu Bilge’nin. U-bahn’da bir aksilik vardır diye düşünüp meydanda dolaşmaya başlıyorum. Saatimin kayışının yer yer soyulmuş derisiyle oynuyorum tırnaklarımla. Yapmamam gerek biliyorum. Yusuf’un hediyesiydi, kaç sene önce olduğunu hatırlamaya çabalıyorum. Doktora kabulünün geldiğini söylerken sevinçli değil, endişeliydi. Beş yaz önceydi. Gecelerce üzerine konuştuğumuz hiçbir şeyi hatırlayamıyorum şimdi. Kendimi İstanbul’a ait hissettiğim zamanlardı. Ben Yusuf’un gidişine, o benim kalışıma içerlemişti. En azından Avrupa’da bir yere gitseydi diye düşünmüştüm hep. Doğum günüm gidişinden birkaç gün sonra olduğu için, bana hediye aldığı saati odamda asla bakmayacağımı düşündüğü bir kutuya saklamıştı. Yıllardır açmadığım bu kutuyu, hiç huyu olmamasına rağmen dolabın üzerinden devirmişti Zeynep. Yusuf’un gidişini anlamış, asla kalkmadığı koltuğunu terk etmiş, kapıları tırmıklamaya, beni geceleri olur olmadık saatlerde pati darbeleriyle uyandırmaya başlamıştı. Kutunun içinden düşen saatin camında çok küçük, dikkatli bakmayanın göremeyeceği bir çatlak oluşmuş, ama ben, saatin camını değiştirmeyi hiç düşünmemiştim.

Kaliteli olanlarını almaya paramın yetmeyeceğini bilmeme rağmen ikinci el kitaplarla, plaklarla oyalandım. Vaktimiz kalırsa Bilge’yi Mauerpark’taki bit pazarına götürmeyi düşündüm. Tekrar baktım saate, yarım saat olmuştu. Ciddi bir aksilik olduğunu düşünmeye başladım. Yine çok kısa sürede, bir sürü kötü ihtimal getirdim aklıma. Hepsine içimden itiraz ettim bir bir, kendimi kandıramayacağımı biliyordum ama bu itirazlar biraz olsun rahatlatıyordu beni. Gözüm bir yandan da merdivendeydi. Bilge’nin çıktığını gördüm. Kötü ihtimalleri düşünerek kendime eziyet ettiğim için kızdım. Saçlarını kestirmiş. Beni görünce adımlarını hızlandırdı, boynuma atladı. Şaşırdım. Uzun uzun sarıldık. Bir yandan sarılmaya devam etmek istiyor, diğer yandan onun sarılmaya devam etmek istediğinden emin olmadığım için her an bırakmaya hazır bekliyordum. Sanki gereğinden az sarılırsam bir gerginlik oluverecekmiş gibi geliyordu. Bu sarılmayı hayatla kurduğum bağa benzetip güldüm içimden.

Fotoğraf çekerek, sohbet ederek Museumsinsel’e doğru yürüyoruz. Heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor. Garip geliyor böyle hiçbir şey olmamış gibi davranması. Akşam başka arkadaşlarını görüp onlarda kalacakmış, bende kalır sanmıştım. Tezime başlamış olmam gerekiyordu çoktan, daha konum bile tam belli değil, diye yakınıyor fotoğrafını çekmemi isterken. Biraz hızlanmamız lazım diyorum, iki müze seçelim, onları gezeriz. Pergamonmuseum için önceden rezervasyon gerektiğini unuttuğum için kapıdan dönüyoruz. Normalde hiç huyun değildir bu tür dalgınlıklar, diyor. Şaşırdığını belli etmekten sakınmıyor. Üzüldüğümü görünce, boş ver zaten çalmışlar bizden, sinirlenirdim kesin, diyor. Gülümsüyor. Neues’i geziyoruz. Sıkılıyor, başka müze gezmek istemiyor. Önce Kreuzberg’e gideceğiz, oradan da Tiergarten’a. Kreuzberg Merkez yazısının önünde fotoğraf çekilmezse olmazmış. Gülüyorum, gülüyor.

Çantanı ver azıcık ben taşıyayım, diyorum. Hatırladığını hatırlamadığı oyunumuzu hatırlamak etkiliyor onu, gözlerinden anlıyorum. İtiraz ediyor, hafif zaten ben taşırım, diyor. Tekrar sorduğumda ikiletmiyor. Çantayı sırtıma takarken İstanbul’daki günlerimiz geliyor aklıma. Kreuzberg’e geldiğimizde saatlerdir Türkçe muhabbet ettiğimizi fark ediyorum. Ne kadar özlemişim biriyle gündelik muhabbetlerin dışında böyle çabasız konuşabilmeyi. Yine de şimdi aramızdaki yakınlığın doğal olmadığını, artık birbirimize yakın hissetmediğimizi, yaşadığımız şu günün eski günlerin bir taklidinden ibaret olduğunu biliyorum. Bir Späti’ye giriyoruz. Hangi birayı alacağımı bilmeme rağmen karar veremiyormuşum gibi Bilge’ye soruyorum. Späti sahibinin Türkçe konuştuğumuzu duyup bize yakınlık göstermesini istiyorum aslında sadece. Sebebini bilmesem de bu yakınlık bir dirim katıyor her seferinde hayatıma. Biraları ödedikten sonra açacağı uzatıyor tezgâhın ardındaki adam. Bilge’ninkini de açıp uzatıyorum. Späti’nin önünde, güneş kemiklerimizi ısıtırken biralarımızı yudumluyoruz. Gözlerinin rengi ne güzel duruyor, dur fotoğrafını çekeyim, diyor. Gülümsüyorum. Minolta’sını çıkarıyor. Sağ gözünü kapatıp sol gözünü vizöre yaklaştırıyor. Fotoğrafımı çekip kurma kolunu çeviriyor. Sanırım Yusuf’un Bilge’ye hediye aldığı kamera bu. Fotoğraf çekmeye o başlatmıştı Bilge’yi. Sormuyorum. Hadi kalkmamız lazım, diyorum. Güneş batmadan Tiergarten’da olmamız lazım. Café am Neuen See’de yemek ısmarlayacağım ona, bilmiyor. Foto Kotti’ye doğru yürüyoruz. Birkaç kameraya bakıyor Bilge.

Kapıdan geçip Tiergarten’a giriyoruz. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüş bekliyor bizi. Her zaman önemli bir şey söylemeden hemen önce olduğu gibi alnı kırışıyor Bilge’nin. Bu özelliğini hatırlamama şaşırıyorum. Belki de sırf şimdi anlatacağı şeyi söylemeye geldi buraya. Bir anda gülmeye başlıyor, çok aptalım, diyor, makinenin içindeki film siyah beyazdı. Gülüyorum ben de, olsun başka türlü bir hatırası oldu şimdi o fotoğrafın, diyorum. Mahcup bakıyor. Bir süre konuşmadan yürüyoruz. Yorulmaya başladığımı hissediyorum. Saate bakıyorum. Biraz daha hızlı yürümemiz gerekiyor. Bu saati Yusuf’un aldığından haberdar mı acaba? Beş yıl geçtiği için mi açmıyor konusunu, yoksa ne diyeceğimi, dahası, ne diyeceğini kestiremediği için mi? Güneş yaprakların arasından bir görünüp bir kayboluyor. Ana yoldan uzak, toprak, bir patikaya göre geniş sayılabilecek bir yolda yürüyoruz. Bisiklet süren insanlar geçiyor yanımızdan. Bir kadın uzakta, çimlerin ortasına tuvalini koymuş, resim yapıyor. Ne güzelmiş burası, diyor Bilge. Dört yıl sonra neden aradığını, neden buraya geldiğini sormak istiyorum artık ama sabretmeye çabalıyorum, anlatacak nasılsa. Beni asıl şaşırtan, şimdiye dek sabredebilmiş olması. Yıllar onu da değiştirmiş belli ki. Bu yolda, böyle bir havada yürürken neşeli olurum normalde. Şimdi içimde belirsizliğin sıkıntısı. Zihnim durmuyor. Senden mesaj atalım akşam kalacağım arkadaşlara, senle ayrıldıktan sonra alsınlar beni buradan, diyor. Yemek ısmarlayacağım sana, çok güzel bir yere gidiyoruz, varınca atarız, diyorum. Beni görmeye gelmişken onları da mı görecek, yoksa onları görmeye gelmişken beni de mi görüyor, merak ediyorum. Dün akşam beni aramadan önce en son ne zaman konuştuğumuzu hatırlamaya çalışıyorum.

Yusuf, Amerika’ya gittikten sonra aramalarıma cevap vermemişti. Çıldırmıştım meraktan. Birkaç gün uyku uyuyamamıştım. Yarım yamalak hatırlıyorum o günleri. Bilge’yle haber yollamıştı yalnızca. Unutmadığımdan emin olduğum tek şey -nasıl emin olunursa- o cümleydi. Kısa, soğuk, sanki başka birine aitmiş gibi gelen o cümle. Bir daha aramamıştım Yusuf’u. Neden bilmiyorum, Bilge’yi de bir daha görmek istememiştim. Yusuf’u hâlâ çok seviyor, kafamda durmadan haklı çıkarıyor, sonra haklı çıkardığım için kendime kızıyor, neden haklı çıkarmamam gerektiğini tekrar ve tekrar kendime hatırlatıyor, bir daha üzerine düşünmeyeceğime dair kendime söz veriyor, bazen birkaç dakika bile geçmeden unutuyordum hepsini. Kızabildiğim tek kişi Bilge olduğu için ona kızıyordum belki de. Belki de onu görmek bana o yazı hatırlattığı için kaçmıştım ondan. Kim bilir. Şimdi üzerinde fıstık yeşili elbisesi, boynunda kamerasıyla yürüyen bu kadına karşı ne hissediyorum bilmiyorum. Uzun sessizliği Bilge bozuyor: “İçinden kendinle konuştuğunda Türkçe mi konuşuyorsun, İngilizce mi? Ben artık bazen İngilizce konuştuğumu fark edip afallıyorum. Başkasının hayatını yaşıyormuşum gibi geliyor iyiden iyiye. Ürküyorum.”

Bilmiyorum neden, geldiğinden beri ilk defa eski günlerdeki Bilge’yi görür gibi oluyorum. Bildik eski bir his yerleşiyor içime. Galata yokuşundan aşağı Karaköy’e iniyormuşuz ya da Maçka Parkı’nda çimlere uzanmış, ister istemez biraz tedirgin, biralarımızı yudumluyormuşuz gibi. Devam ediyor: “Artık kendimi bir zamanlar bir yere ait hissettiğim için şanslı sayıyorum yalnızca. Ne Paris’te ne İstanbul’da rahat hissediyorum. Hiçbir yer evim değilmiş, olamayacakmış gibi geliyor. Geçen sene yıllar sonra Doğa’yla görüştük. Bilmiyorum hatırlar mısın Doğa’yı, Lyon’dan Paris’e gelmiş. Kahve içtik. Onla da konuştuk bunları, o da böyle hissediyormuş. Ben artık evimizi bir mekândan çok bir insanda bulabileceğimizi düşünüyorum, dedi. Senle de konuşmuştuk ya, Berlin’e ilk geldiğinde, geceleri sokakta özgürce yürüyebilmeyi, bir mekâna bir erkekle gittiğimizde de muhatap alınabilmeyi, akşam ne yiyeceğimizi dert etmeden yaşayabilmeyi… Hissettirdiği rahatlığı, ardından gelen suçluluk duygusunu… Hâlâ hissediyor musun?” Berlin’e ilk geldiğimde yaptığımız konuşmayı hatırlamıyorum. Sormaya utanıyorum, hatırlamadığımı öğrenirse çok üzülür, biliyorum. Belki de umurunda olmaz artık. Sormuyorum yine de. Hatırlayamıyor olmayı kendime yediremiyorum. İlk başta anlamadığımı düşünüp, sonradan anladığımı fark ediyorum sorusunu. Ben artık sadece öfke doluyum, demek istiyorum. Yeter oynama artık şu saatle, orman yolu boyunca yolup durdun kayışını, dikkatim dağılıyor, diyor. O söyleyince fark ediyorum, şaşırıyorum onun fark etmesine. Önceden olsa anlatırdım Bilge’ye. Ben artık çok yoruldum, sürekli mücadele etmekten, etmek zorunda olduğumu bilmekten… Dahası, anlaşılamamaktan. Ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, meslektaşlarımın, öğrencilerimin, adlarını bile bilmediğim komşularımın, isteseler de beni, seni, bizi anlayamayacak olduklarını bilerek yaşamak çok güç geliyor bana, derdim. Susuyorum ama yalnızca. Belki ben bunları söylesem onları suçlamak kolay olduğu için onları suçluyorsun diyerek yıllardır sustuklarını boca edecek. Bir şey demeyeceğimi anlayınca devam ediyor: “Doğa ile bunları konuştuktan sonra, bakışım değişti. En yakınım saydığım ailemin; annemin, babamın, abimin, nasıl bir hayat yaşadığımı, neleri sevdiğimi, nasıl giyinmekten hoşlandığımı bile bilmiyor oluşu bu ihtimali hep çok uzak kılmış bana. Artık farklı bakıyorum. Buraya onca yılın hatırına sana yüz yüze söylemek istediğim için geldim. Bu çıkışsızlıkta ilk defa bir evim varmış gibi hissediyorum çünkü. Beni anlayacağını umuyorum. Evleniyorum önümüzdeki ay.”

Café am Neuen See’ye geliyoruz. Sağ tarafta kalan bisikletlerin sayısına şaşırıyorum. Çok kalabalık, başım dönüyor. Yemeğimizi alalım konuşuruz, diyorum. Ben yemek sırasına geçiyorum, pizza ve tavuk alıyorum bize. O biraları alıyor. Gölün kenarındaki masalardan biri boşalıveriyor. Böyle konularda ne kadar şanslı olduğunu unutmuşum, diyor. Arkadaşlarına mesaj atıyorum. Yemek boyunca konuşmuyoruz. Düğüne gelmeni isterim, diyor. Gelirim tabii, niye gelmeyeyim, diyorum. Sormayayım diye yalvaran gözlerle bakıyor, kötülük etmiyorum ona. Susuyorum. Yemeğim bitince kalkıyorum. Sarılıyoruz Bilge’yle. Sabahkinden daha sıkı. Bir daha hiç görüşmeyeceğimizi, düğüne gitmeyeceğimi ikimiz de biliyoruz. Yemek için teşekkür ederim Funda, diyor. Kulaklıklarımı takıyorum. Gülüşen, sarılan, öpüşen, sessiz sakin gölü izleyen, hepsi de sanki bugün batımında buraya aitmiş gibi görünen insanları ardımda bırakarak ormanın içine dalıyorum. Çok yorgun hissediyorum, içini rahatlatmak için gelmiş buraya. Onun kendi omzundan attığı yükün altında ben ezileceğim gibi geliyor. Hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Özgürlük vaat ediyormuş gibi görünen ama artık yalnızca ağırlığımın arttığını hissettiren gökyüzünden kaçarak herkesin bir olduğu, gelip geçiciliğin hâkim olduğu yeraltına dönmek niyetim. Kendi sesim dahil kimsenin sesini duymayayım, ne dediklerini anlamayayım, o dilsiz ve zamansız mekânda kaybolayım istiyorum. Evsizliğimin bana her an hatırlatılmamasını. Yol boyunca alakasız birçok şey düşünüyorum. Kaçıyorum onunla konuştuklarımızı düşünmekten. Brandenburger Tor metro durağının merdivenlerini hızlıca iniyorum. Ardımda yalnızca bir kenti bırakmıyormuşum gibi geliyor.

***

İstasyona indiğinde, hiçbir tabelaya bakmadı Funda. Hangi yöne gittiğine aldırmadı. Yanından geçip giden insanları, çocuğuna söylenen kadını, birbirilerine el şakası yapan genç adamları görmedi. Anlayabilirse kendini ödüllendirdiği oyununu oynayıp yanındaki Alman çiftin ne konuştuğuna kulak kabartmadı. Duymadı bile onları. Perona varınca durdu. Ufak bir kartonun üzerine yarı uzanmış evsiz adamı fark etti. Metro, istasyona girdi hızlıca. Funda’nın saçları savruldu. Vagonlar yavaşlarken evsiz adamla göz göze geldi. Konuşmadılar. Kolundaki saati çıkardı, baş parmağının ucuyla çatlağa dokundu, adamın kucağına bıraktı. Arkasını döndü, kapıları kapanmak üzere olan metroya bindi.


Ahmet Efe Ekici

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page