top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ali Tarımcı- Kurtuluş Yahut Mayıs Kirazı

Gün, gecenin kollarındaki ağır uykusunu tamamlamak üzereydi. Yılların tozunu yutmuş kalın perdeye rağmen sokak lambasından sızan fersiz ışık, uyandığında odasında yoktu. Pencereye kadar uzanan kiraz ağacının dallarındaki serçeler neşe içinde yeni günü karşılıyordu. Gözlerini açar açmaz ellerini yatağının yanı başında yer alan komodinin üzerinde gezdirdi. Gözlüğünü taktı ve ağır yorganı, “Hay Allah, nasıl da uyumuşum böyle!” diyerek üstünden attı. Midesinde hafiften bir yanma vardı. Doğruldu, ağır aksak adımlarla pencereye yaklaştı. Perdeyi ardına kadar açarken serçeler birer ikişer kanatlandı. Geceden kalma yağmur damlaları yaprakların üzerinde parlıyor, kimisi usulca toprağa bırakıyordu kendini. Kirazların gün geçtikçe daha da kızardığını gördü pencereyi ardına kadar açarken. Bahar sabahının serinliği vücudunda gezinmeye başlayınca midesindeki yanmayı unuttu. Kulaklarına kirazdan küpe takmış kız geçti gözlerinin önünden. Sonra mayıs kirazı... Henüz çocukken köyde ilk olgunlaşan mayıs kirazları... Canı kiraz çektiği gün, “Anne be, şu bizim kirazlar ne zaman olur?” diye sorduğunu hatırladı. Annesi yanı başında tekrar cevap verir gibi oldu. “Mayısın yirmi beşi dedin miydi çıkar.” Zamane insanları hayatlarına şekil veren her hadiseyi başka önemli hadisenin zamanıyla bağdaştırırdı. Mevsimin ilk kirazının çıkması da annesinin söylediğine göre ilçenin kurtuluş gününe bağlanmıştı. Sonra kurtuluşa gitti. Kurtuluştaki resmigeçitler, bando takımı, temsilî çeteler, hakiki Kuvâ-yı Milliyeciler... Çeteleri canlandıranların üstü başı yırtık, saçları dağınıktı. Bunlar belediye çalışanlarından zorla devşirilmiş gönülsüz işçilerdi. İşi oyuna vursalar da çoğu kez yüzleri kızarırdı. Kuvvacılar ise başlarında ay yıldızlı kalpakları, koyu yeşil kıyafetlerine iliştirdikleri madalyalarıyla hazırdılar. O gün âdeta gençleşir, göğüslerini gere gere, başları dik bir şekilde geçerlerdi. Geçit sırasında yüreği vatan sevgisiyle dolu halktan birkaçı gerçek çete askeri sanıp çetelere saldırırdı. Dayak yiyenler bile olurdu arada. Ardı ardına patlayan, kulakları çınlatan tüfekler...

İstiklâl madalyalı bir Kuvvacı olan dedesini, ondan kalan hikâyeleri de yürütmeye başlardı sahnenin burasında. Onun peşi sıra ay ışığında ağaçların sessizliğine bata çıka yürümeye başladı. Yoruldu, acıktı ve susadı. Unuttu sonra, “Ya vatan düşerse?” diyerek açlığı ve susuzluğu.

Tadını bilmediği al al parıldayan elma şekerleri, bulutları hatırlatan pamuk şekerler ve adını çok sonra öğrendiği kat kat kâğıt helva... Henüz ilkokul yıllarında vurulduğu ilk kız mıydı yoksa kulaklarında kirazla geçip giden...

Caddeye baktı bir müddet, bu ıssız saatte birinin yalnızca birinin geçmesini ne çok istedi. O kadar yalnız, o kadar uzaktı düşlerinden.

Uzun uzun çalan kapı ziliyle içinde yaşamış olduğu âna geri döndü. Zil, kim bilir ne kadar çaldı? Saçı başı dağınık, pencereyi kapatmadan kapıya yöneldiğinde tokmağa da vurmaya başlamıştı kapıdaki. “Geldim, geldim. Tamam!” derken kapıyı araladığında Yusuf ile burun buruna geldi. Tam bu esnada üst kat komşusu Nebahat Hanım’ın lepiska saçlı kızı Aysu, sırtı dönük vaziyetteki Yusuf'un sağ omuz kenarından, “Sabahı şerifleriniz hayrolsun Münir Bey Amca!” diyerek gülümsedi tüm içtenliğiyle. “Amca mı?” diyecek oldu ama şu an buna takılacak durumda değildi. Aysu’nun ay gibi parlayan yüzüne iç geçirerek bakakaldı. Üzerinde üstten iki düğmesi açık bırakılmış beyaz bir gömlek vardı. Boyu diz kapaklarının oldukça yukarısında olan siyah eteğinin atındaysa hafif topuklu siyah ayakkabılar. Sol omzuna asılı oldukça şık bir çantaydı taşıdığı. Parlak kırmızı rujla dudak kıvrımları daha da belirgindi. Kirazdan küpeler kondurdu oracıkta Aysu'nun kulaklarına. İkisi birden merdivenlerden inen Aysu’nun arkasından bakakaldı. Tam bu esnada gördü Münir Bey, Aysu'nun bacaklarındaki silinmeye yüz tutan morlukları.

Neyse ki Yusuf, “Münir Bey... Eee... Hayırlı sabahlarınız olsun efendim,” diyerek bu rüyaya son veren taraf oldu. Gözlüğünü düzeltti ve “Günaydın Yusuf, günaydın,” diyerek derince iki çukurun ortasına oturtulmuş kara gözlerine uzun uzun bakınca gördü kuyuyu. Önce düğümlerini çözdüğü ipin bir ucuna bağladı kovayı. Aşağıya saldı, sarktıkça sarkıttı ipi. Kuyudan çıt yok. Bir an ipin elinde olmadığını fark etti. Diğer ucu elinde olmasa da sarkıtıyor kuyuya ipi, engel olamıyordu. İpi kuyuya atıp atmadığını düşünmedi. Aşağıdan bir ‘çıt’ duyana kadar kararlıydı eyleminde.

“Münir Bey, iyi misiniz efendim?”

Duyduğu belli belirsiz sesle beraber olanca gücüyle ipi geri çekmeye başladı.

“Size söylüyorum...”

Midesinin yandığını hissetmeye başladı. İki büklüm olmuş vaziyette, “Yusuf, hayırdır evladım? Neler oluyor? Nedir bu telaşın?”

Dakikalar sonra Münir Bey'in normale dönmesiyle derin bir nefes aldı Yusuf. Bir yandan da olan biteni anlamlandırma çabalarına girişti.

“Hani efendim, bir hafta on gün önceydi. ‘Mayıs’ın yirmi beşinde sabah erkenden kapımı çal Yusuf. Olur mu ha? Bak çok önemli.’ dediydiniz yaa... Ondan sonraki birkaç gün daha tembihlediniz. Ondan şey etmiştim.”

Midesindeki yanmanın şiddetini artırmasından güç bela ayakta kalmaya çalışırken, “Yaptığın bu iyiliği unutmamayı ne çok isterdim ama bunu da unutacağım diğerlerini unutmaya başladığım gibi. Ve sanırım unuttuğumu da unutacağım. Ne tuhaf değil mi? Gerçi… Tuhaf kelimesinin de bir tuhaflığı kalmıyor ya bu yaşa gelince. İşte insan için asıl çürüme tam da burada başlıyor. Neyse bunlar aklı başında olanların kafa patlatacağı meseleler. Biz işimize bakalım şimdi,” dedi kendinden oldukça emin.

Yusuf şaşkınlık içinde bakarken Münir Bey, beklenmedik bir kıvraklıkla içeri girdi ve kapıyı kapattı. Sonra tekrar kapıyı açtı aynı hızla.

“Aysu… Aysu diyorum… Güzel kız ama değil mi? İşte sana emanet. İyi bak gözlerinin içine. Görmek istediğini, kalbini bile görürsün gözlerinin içinde. Bak unutma! Ben unuturum, unutacağım da, sen sakın unutma!”

Yusuf, eli ayağına dolaşmış, İyi ama nasıl olur? Kendimden bile saklamış, kendim dahi inanmıyorken… Siz nasıl? kabîlinden eksik ve utangaç sözler sarf edecekken, “Ne tuhaf adamsınız Münir Bey. Neler oluyor Allah aşkına? İyi misiniz siz gerçekten? Lütfen korkutmayın beni efendim,” dedi dikildiği yerde.

“Tuhaf mı?” dedi alaycı bir gülümsemeyle Münir Bey. Yusuf'u öylece kapının önünde bıraktı ve alelacele içeri girdi. Unutkanlığının üzerinde olmadığı bir günün sabahında günler öncesinden hazırlamış olduğu valizini pas tutmuş metal karyolanın altından çıkardı. Açılıp kapandığında gıcırdayan gardrobu açtı. Hâkîye çalan cepkenli takım elbisesini giydi. Onun altına dedesinden kalan siyah deri çizmelerini çekti, ay yıldızlı siyah kalpağı ihtimamla kondurdu başına. Hazırlanınca komodinin çekmecesini açtığında günlük kullanması gereken ilaçlara gözü çarpsa da onları bir kenara itip 1978 model Chevrolet marka otomobilinin anahtarını aldığı gibi küf kokulu apartmanın otoparkında aldı soluğu. Aşağı indiğinde sırtı dönük vaziyette merdivenlerde oturanın Yusuf olduğunu anımsadı. Neredeyse kendinden fazla ehemmiyet verdiği otomobilinin brandasını yavaşça aldı üzerinden. 43 yıllık parlak kahverengi arabada en ufak çizik, çürük yoktu. Deyim yerindeyse taş gibi arabaydı işte. Şoför mahalline oturduğunda yanı başındaki koltukta çoktan yerini almıştı Nebahat Hanım.

İlerleyen yaşına aldırmaksızın yüzüne, gözlerine kat kat makyaj malzemesini boca etmiş Nebahat Hanım, uzun tırnaklarına kırmızı oje sürmüş, sarkık ve buruşmaya yüz tutan dudaklarını da yine aynı tonda rujla belirgin hâle getirmeye çalışmıştı.

Nebahat Hanım, Münir Bey’i bu kılıkta görünce, “Ayol bu ne hâl?” cümlesine yaymaya çalıştı tüm kahkahasını. Baştan ayağa süzdü Münir Bey'i oturduğu yerden. Onun bu tepkileri ve sinir bozucu kahkahası hoşuna gitmese de Nebahat Hanım’ı bugüne, bu yolcuğa ikna etme çabaları geldi aklına. Aysu’nun hemen her akşam duvarlar arasında boşluk bulamayan çığlıkları çınladı kulaklarında. Tavandan aşağı Aysu'nun gözyaşları damlardı üzerine. O ağladıkça Münir Bey ıslandı aşağıda.

Sonra sustu... İçine attı...

Duruşunu, ciddiyetini bozmadan, “Size de günaydın,” dedi Münir Bey, kontağı çevirdi.

Nebahat Hanım çantasından çıkardığı sigara paketinden bir dal alıp boyalı dudaklarına götürdü. Bu sahneye de hazırlıklı olan Münir Bey, hızla cebindeki Zippo çakmağın kapağını şaklattı ve sigarasını tutuşturdu Nebahat Hanım’ın.

“Mersi canım,” derken içine çektiği bütün dumanı gözleri yolda Münir Bey’in suratına doğru üfledi. Münir Bey, öksürmeye çalışsa da tam manasıyla öksüremedi sigara dumanından.

“Mersi canım, diye teşekkür ifadesi ve sigara dumanı ha…” dedi iç sesi.

Sustu sonra… Attı içine…

Islak ve dar sokakları hızla geçip geniş cadde boyunca ilerledi. Derin bir nefes aldı şehirlerarası yola çıktığında.

“Eee, nereye gidiyoruz Münir Bey?” derken sigarasını söndürdü Nebahat Hanım kırk üç yıldır hiç kullanılmamış küllükte.

“Kurtuluşa gidiyoruz, kurtuluşa,” dedi Münir Bey gözlerinin içi gülerek. Ayağı gaz pedalına takılı vaziyette,

“Kurtulacağız!”

“Kurtulacaklar!”

“Kurtarmışlar!” dedi sonra ardı ardına, yutkuna yutkuna…

Unutmuştu su içmeyi. Kulaklarına kirazdan küpeler takmış kız geçti yolun ortasından. Sonra kurtuluşa gitti. Kurtuluştaki resmigeçitler, bando takımı, temsilî çeteler, hakiki Kuvâ-yı Milliyeciler... Ardı ardına patlayan, kulakları çınlatan tüfekler...


Ali Tarımcı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page