top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Armağan Can- On İki Günün Hâkimi

Soğuğun değil korkunun kemiklerimize kadar üşüttüğü o uğursuz günler yaklaştı. Görmekten, duymaktan, karşılaşmaktan kaçmak için evlerimize kapanıp saklandığımız, uykuya direndiğimiz on iki gün geliyor. Zemheri soğuğunun yaktığı, kavurduğu, soluksuz bıraktığı günler. Kimlerin adı söylenecek, kim vicdanının yükünü boşaltacak, göreceğiz.

Bu ilçeye atanalı iki sene oluyor. Bu kadar genç yaşta bir sahil kasabasına kaymakam olmak kolay iş değildir. Bir dağ kasabası veya ücra bir yerde adı bile bilinmeyen bir bölgede görevlendirilmeyi beklerken, şehre bu kadar yakın hem karadan hem de denizden ulaşımın olduğu bir ilçeye gelmek beni çok mutlu etti. Bu uğursuz on iki gün olmasaydı mutluluğum devam da ediyordu. Lakin bir günün bir aya nasıl karşılık geldiğini öğrendim. Göreve hafif bir meltemin estiği haziran ayında başladım. Kasabalılar beni sıcak karşıladı diyemem. Daha çok temkinliydiler. Ben gerçekten ben miyim, anlamaya çalışıyor gibiydiler. Düzenli bir kasabaydı. Sokakları temiz, evleri badanalı, parkları bakımlıydı. Halkı çalışkan, bir o kadar da telaşlıydı. Herkeste işini bitirip hemen evine gitmek gibi bir alışkanlık vardı. Sahil kasabalarının deniz kenarında yapılan ağır adım yürüyüşleri, heyecanlı sohbetleri, şen kahkahaları duyulmuyor, hava kararmaya başlayınca kasaba ıssızlaşıyordu. Ama en çok ilgimi çeken kişilerin tanışmayı sevmemesi oldu. İsmimi duymak istemiyorlardı. Kendi isimlerini mecbur kalmadıkça söylemiyor ya da bir fısıltıyla dillendiriyorlardı. Odacı Mahmut Bey’e bir arkadaşının Sinan diye seslendiğini duyduğumda kişilerin birden fazla isim kullandıklarını fark ettim. Hemen o gün odacının dosyasını incelediğimde isminin Vedat olduğunu gördüm. Geceleri ıssızlaşan kasabada benim gibi macera romanları okumayı seven biri için bu karmaşanın sebebi araştırılmaya değer bir konuydu. Lakin herkesin bildiği bir şeyi öğrenmek çok güçtü. Sadece bir grup biliyor olsa ballandıra ballandıra anlatacak birileri mutlaka çıkardı. Herkes biliyor ve susuyorsa bilgiye ulaşmak ya çok iyi bir araştırmayla ya da yaşayarak olacaktı. Ben yaşadım.

Lojmanda benden önce kalan kaymakam giderken pek çok kitap bırakmış. Okumaya olan tutkum beni sonbahar bitimine kadar idare etti. İnsanların garip hallerine, mesafeli duruşlarına alıştım. En azından kasaba olaysız ve huzurluydu. Zamanla asıl huzursuzluğun her şeyin aynı olmasından kaynaklandığını da öğrendim. Havalar kışa dönünce meşhur bir dizinin repliği gibi her konuşma, “Zemheri yaklaşıyor,” cümlesiyle başlar oldu. Sorunun soğuk hava ve ısınma kaygısı olduğunu düşündüm. Ama kasabada halkı varlıklıydı. Haftada üç defa limana büyük gemiler geliyordu. Bazen gezme amaçlı tekneler uğruyor, alışveriş canlanıyordu. Denizde bol balık vardı. Toprağı verimli, hayvanları besiliydi. Bir tarafı uçsuz bucaksız bir ormandı ve sonbaharın sonuna doğru odun arabaları evlere odun taşımaya başlamıştı bile. Kar hafif hafif düşerken emniyet amiri kasabanın bir geleneğinden bahsetti. On iki gün her yer kapatılır ve iş yapılmazmış. “Kimse evinden çıkmaz,” dedi. Normal zamanlarda da evinden çok çıkmayan bu halkın on iki günlük bu alışkanlığını anlamakta zorlanmadım ama sebebi neydi? Bu zaman dilimini kimse belirleyemiyordu. Şu ayın şu tarihleri diye bir kesinlik yoktu. “Kışın en şiddetli günleridir,” dedi odacı Mahmut, Sinan, Vedat Bey. Havalar soğudukça insanların gözlerinde sadece korku kaldı. Sanki biri arkalarından onları takip ediyormuş gibi tedirgin yürüyorlardı. Kulakları şapkaların, berelerin altına iyice saklanmıştı.

Bu kasabada göreve başladığım ilk kıştı. Sabaha karşı bir ürpertiyle uyandım. Beklenilen günlerin geldiğini anladım. Hızlıca pencereye gidip meydana baktım. Sokak lambalarının ışığında yerde yirmi santimetrelik kar olduğunu gördüm. Hava çok soğuktu. Esen rüzgâr kar tanelerini ok gibi fırlatıyordu. Ağaçlar sallanıyor, anlaşılmaz bir fısıltı gibi rüzgâr konuşuyordu. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Daha önce bilgilendirilmemiş olsam dünyanın sonunun geldiğini ve geriye bir tek benim kaldığımı zannederdim. Ne olacak, nasıl olacak, kim niye saklanıyor, neyden kaçıyor, bilmiyordum. Korktuğum bu bilinmezlikti. Birden bir ses duydum. Rüzgâr sanki esmiyor, uğulduyordu. Boş evlerin, ağaç kovuklarının, sessiz sokakların çığlığı sandım. Bir isim sokakları dolaştı. Evlere girdi, kulaklara ulaştı, rüyaları bulandırdı. Lojmanın alt katının kapısı açıldı. Soğuk hava kapı altlarından benim odama kadar ulaştı. Titremeye başladım. Kemiklerim derime sığmıyor gibiydi. Sanki kaslarım arasında boşluklar oluşmuş, damarlarımdaki kan donmuştu. Ses kulağıma Vedat diye ulaştı. Alt katta kalan odacı tam karşıdaki sokak lambasının altında belirdi. Karşısında devasa bir kardan adama benzeyen kolları uzayıp yere ulaşmış gibi görünen iri biri vardı. “Vedat!” diye tekrar seslendi. Odacı sesi duyuyor ama uyanamıyor gibi çırpınıyordu. Çıplak ayakları ile karın üstünde dikiliyor, kafasını sağa sola sallıyordu. Üstüne kat kat kalın montlar, postlar giymiş gibi duran bu kişi tekrar ismini söyledi. Vedat, rüyada bağırmak isteyip bağıramadığımız, göğsümüze bir ağırlık çökmüş de hareket edemediğimiz anlardaki gibi çaresiz görünüyordu. Karşısındaki elinde tuttuğu bir şeyi Vedat’ın kafasına değdirdi. Vedat, duymaktan ziyade hissedilen bir çığlık attı. İç dondurucu, kalp durdurucu bir çığlıktı. Sonra derin bir nefes verip yere düştü. Hiçbir canlıya benzetemediğim yaratık kocaman tüylü kafasını yukarı kaldırıp bana baktı, uzaktan bile çok rahat seçilen dudakları ismimi söyledi. Karda hiç ayak izi bırakmadan sakin adımlarla uzaklaştı. Arkasından bakakaldım. Yerimden kımıldayamadım. Lambanın altında bir karartı olarak görünen Vedat’ın üstüne inceden bir kar yağmaya başladı. Bir süre sonra orada bir tümsekten başka bir şey kalmadı. Biraz sonra kan akışım başlayıp, kulaklarımdaki uğultu azalınca emniyet müdürünü aradım. On dakika sonra sirenini açmadan bir polis arabası geldi. Arabadan inip tarif ettiğim yere giden memurları izledim. Lambanın etrafındaki tümseği ayaklarıyla dağıttılar. Karlar etrafa uçuştu. Vedat ile ilgili hiçbir şey yoktu. Sonraki günlerde Vedat da yoktu.

Tüm kasaba bir sessizlik yemini etmiş gibi suskun, konuşursa sesinin tanınmasından endişeliydi. Edinebildiğim tüm bilgi kendi yaşadıklarımdı. Kasaba halkı kimseye söyleyemediği hatta kendi aralarında bile dillendiremedikleri bir lanetle savaşıyordu. Adının Karakoncolos olduğunu öğrendiğim yaratık zemheride denizden karaya çıkıyor, kendi kurduğu adalet sistemine göre cezaları kesiyordu. Halk çaresiz boyun eğiyordu. Bu boyun eğişte hakkın yerini bulmuş olmasının sessizliği mi vardı? Yaratığı on iki günlük ziyaretinde bir daha görmedim. Artık rüzgârın uğultusunu değil çağırılan isimleri duyuyordum. Hiç ayak izi bırakmadan elinde kocaman bir tarakla dolaşan yaratığın görüntüsü kâbusum oldu. Gözlerime bir korku gelip yerleşti. İsmimi ilk o gün değiştirdim ve bir sonraki zemheriyi beklemeye başladım.


Armağan Can

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page