top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Arzu Anlar Saraç- Junghans Guguklusu

Sanki bütün insanlar dik dik bana bakıyor. Sokağa çıkmayı belki de bu yüzden hiç istemediğimi düşünüyorum. İçimden hepsine merak etmeyin mecbur olmasam ben de çıkmazdım demek geçiyor. Eğer devasa bir kalabalığın önünde çırılçıplak kalmak gibi bir korkunuz varsa saklanmak konusunda zamanla hayli gelişmiş biri olursunuz. İşte tam da bu yüzden, bu sıcakta âdem elmamı geçmiş sakallarım, omuzlarıma inen saçlarım, kafamda şapka ve gözümde yüzümün yarısını kapatan bir gözlükle dışarı çıkıyorum. Bugün merdiven günü olsa gerek ki, apartmana girer girmez ucuz sabun kokusuyla birlikle “oh” dedirten bir serinlik vuruyor yüzüme. Ceviz apartmanının kırk yıllık kokusunu bastırabilir mi acaba bu sabun kokusu? Sanmıyorum. İki yıl önce yenilenen mermer merdivenler hâlâ ıslak ve korkarım ki fena halde kaygan. Ayaklarımı geri çeke çeke yedinci kata doğru tırmanıyorum. Bir elimde az evvel eczaneden aldığım ilaçlarla dolu beyaz bir poşet, diğer elimi soğuk tırabzandan ayırmadan yoluma devam ediyorum. Birazdan karşılaşacağım görüntünün yıllardır karşılaştığımdan farklı olmayacağının dinginliği olsa gerek hiç acele etmiyorum. Kim bilir kaç bin kere tırmandım bu merdivenleri, Sisifos gibi. Bu eski tahta tırabzanın kıymığı kaç kere battı elime kim bilir? On üç numaralı dairenin önünden kaç kez geçtim? Kaç kez anahtarı yuvasına yerleştirip çıkarttım? Otuz dokuz yıllık ömrümün toplam kaç saatini burada heba ettim ve edeceğim? Müberra Hanım (kendisi benim validem olur) bana bu apartmanda hamile kalmış. Peder beyle yaşadıkları ayrılıktan sonra bir daha evden çıkamadı zavallıcık. Zaten öncesinde de ruh sağlığı pek yerinde sayılmazdı ya neyse. Ayrılık sonrası bir de beden sağlığını kaybetti. Kendisi tam bir Hipokondriyazis vakasıdır. Böyle söyleyince çok havalı oluyor aslında ama siz ‘hastalık hastası’ olarak anlayın işte. Teşhisi elbette ben koydum fakat tüm semptomları alenen ortadaydı. Ölse evden adımını atıp doktora gitmez. Nuh der peygamber demez. Bembeyaz saçlarının dik dik durmasından bile bellidir inadı. Şaş kaza uyandığında iyiyim dese kafamı keserim. Gözlerini açar açmaz, “Vahit gel beni kaldır,” diye bağırır. Odasına girmemle kurduğu ilk cümle asla şaşmaz, “Ah evladım, bütün gece gözüme uyku girmedi.” Bir kez olsun, “Bu yüzden sabaha kadar horladın ve ben uyuyamadım,” dememişimdir. Şayet demiş olsaydım ensemde boza pişirirdi. Bunca şeyin üstüne bir de o suratı çekemem doğrusu. İkinci cümlesine genelde sabaha kadar hangi bölgesinin nasıl ağrıdığını tanımlamakla devam eder. Bu bazen dizleri olur, bazen midesi, bazen da böbrekleri. Tabii yıllar içerisinde buna yeni organlar ve vücudunun diğer bölümlerini de ekleyerek geniş bir repertuar oluşturdu kendisine. Bu sabahki cidden çok yaratıcıydı, kabul ediyorum.

“Vahit yavrum, kulağımın kepçesinin ikinci boğumu sabaha kadar zonkladı ağrıdan. Git bana eczaneden bir şeyler al yoksa şuracıkta öleceğim vallahi.”

Uzun bir süre zihnimde ağrıyan noktasını saptamaya böylece mantıklı bir yere oturtmaya çalıştım. O da dik dik bana baktı. “Bak hâlâ bekliyor, hadisene yavrum, yoksa öleyim mi istiyorsun?”

“Hiç fena olmazdı hatta benim için muhteşem bir yenilik olurdu.”

Muhtemelen bunu içimden söylemiştim aksi halde yüzü çoktan zebaniye dönmüştü.

Kendimi toparlayıp sürüne sürüne odama geçtim. O kadar işim varken şimdi onca zaman kaybedecektim. Hem hava cehennem gibiydi. Gözün yiyorsa çık. Bir de bugünün cumartesi olduğunu hesaba katarsak al sana çifte kavrulmuş eziyet. Nöbetçi eczanelere baktım. Yürüyerek gitmek için epey uzaktı. Ama başka şansım da yoktu çünkü Müberra Hanım’a olan görevlerimi yerine getirmeye çalışırken ehliyet almaya bir türlü vaktim olmamıştı. Benim asıl derdim de bu değil miydi zaten? Yapmak zorunda olduğum şeyler yüzünden asıl yapmak istediklerimi yapamamış olmak. Annemin hayatındaki tek insandım ve onun bakımını üstlenmek zorundaydım. İlkokuldan sonra hep dışarıdan okudum. Aslında içerden desem daha doğru olur. Hem bedenen hem de zihnen hasta bir kadını tek başına mı bıraksaydım? Neyse ki okulları bitirmek benim için çocuk oyuncağıydı. İki yaşımda okumaya başlamış, üç yaşında onlarca kitap okumuş, dört yaşında şu an konuştuğum yedi dilden ilkini konuşur hale gelmiş olmamın bunda katkısı büyüktü tabii. Yine de insan içine karışabilmiş, üniversiteyi de başka bir şehirde okuyabilmiş olmayı isterdim sanırım. Gerçi zorunluluklarım vardı benim. Yıllardır üzerinde çalıştığım kitaplarım var. Kitabı henüz çıkmamış bir yazarım ben. Belki peder bey annemi terk etmeseydi... Aman neyse. El mecbur çıkmam gerekiyordu ve çıktım. Eczaneye ulaşmam takriben bir saat sürdü. Bunu yaparken yedi sokak, iki kapalı eczane, beş hınca hınç dolu kafeterya, yedi tane bir milyoncu ve kırk iki de elektrik direği geçtim. Sayılarla aram iyidir. Bir şeyleri sayarken daha sakin hissederim kendimi. Mesela şu an otuz sekiz basamağı geride bıraktım ve altıncı kata varmama on basamak kaldı. Eski, kurumuş bir cevizin içine hapsolmuş acınası bir yaşamın yuvasıdır bizim bu yedi katlı apartman. Sakinleri bile tam kırk yıldır değişmedi. Tabii öte diyara göçüp kurtulanlar müstesna. O da bir elin parmaklarını geçmez. Teması ölümsüzlük olan bir laneti vardır buranın. Şeytanla anlaşma yapmak gibi bir şey. Ceviz apartmanı size ruhunuz karşılığında ölümsüzlüğü vaat eder. Ruhunuzu alıp her günü, her anı aynı olan bir mengenenin içinde ölesiye sıkıştırır ama ölmenize de asla izin vermez. Taşınıp kurtulamıyorsunuz, satıp başınızdan atamıyorsunuz da. Yalnızca olur da ölebilmenin bir yolunu bulabilirseniz o vakit ruhunuz huzura kavuşuyor. Altıncı kata bir basamak kala daire on birden gelen bangır bangır müzik sesi tüm katı inletiyor. Tomris Hanım yine Jimi Hendrix dinliyor. Biricik kocası Osman amca kendini pencereden attığından beri, aynı saatte aynı şeyi yapıyor Tomris Hanım. Osman amcanın son zamanlarda aklı bir gidip bir gelir olmuştu. Zamanında çok muteber bir yazar olduğunu duymuştum valideden. Rumuz olarak oğlunun adını kullanırmış. Mahir Çağan. Daha ben küçükken oğlunu almış polisler bir gece. Bir daha da vermemişler. Tüm kitaplarını toplatmış piyasadan. Bir daha da yazmamış. Arada bizim kapıyı çalıp,

“Bir gün seni kurtaracağım evlat,” derdi, “ölsem de kurtaracağım!” Hapiste ölen oğlu sanırmış meğer beni. Annemse oğluna değil de bizzat Osman amcanın kendisine benzediğimi söylerdi. Ne alakaysa. Bence altıncı kattan atlarken bu ilahi komedyadan kurtulduğu için mutluydu. Onu ağır çekim düşerken hayal ederim hep. Sırtını kaldırıma, yüzünü az önce atladığı açık pencereye dönmüş, uzun saçları (kafasının ortası dolunay gibi parlaktı ama kelliğine inat yanda kalan saçlarını uzatmıştı) havalanırken orta parmağını ihtişamla ceviz apartmanına gösteriyor ve zaferle gülümsüyor. Atlayışına şahit olmamıştım fakat olsam onu tam da böyle görürdüm. Yedinci kata sekiz merdiven kalmış olmalı. Bizim dairenin ağır rutubet kokusu burnuma ulaştı bile. Bu kokuyu bir kez deneyimleyen aklından mümkün değil çıkaramaz. Alt notalarda birkaç gün ıslak beklemiş çamaşır, orta notalarda sidik ve üst notalarda bodrum mandalinası ağır basan sofistike bir koku. On üç numaralı dairenin önünde durup bu ekşi kokuyu içime çekerim. Öyle ya eve dayanabilmek için önce bu kokuya alışmalı insan. Ola ki koku sınavını geçemezse zaten bu evde beş dakikadan fazla duramaz. Çünkü içeri girdiği anda karşılaşacağı manzara büyük ihtimalle onu kokudan daha fazla dehşet içinde bırakacaktır. Üzerinde yıpranmış bir ayıcık sallanan anahtarı ağır ağır sokuyorum kilide. Üç kez sağa çevirip, bir kez de omuz attım mı tamamdır. Aksi halde inatçı kapı kendini asla açtırmaz.

“Ben geldim,” sanki başka gelen oluyormuş gibi. Eve şöyle bir yabancı gözüyle bakıyorum da gerçekten durumumuz vahim görünüyor gözüme. Yıllardır boyasızlıktan solmuş duvarlar boyunca uzanan koridor, üç yüz yirmi sekiz bin beş yüz yetmiş dört gazeteden oluşan, bin altı yüz elli adet tomarla dolu. Üst üste istiflenmiş her iki yüz gazete naylon ipliklerle gruplanarak bağlanmış. Bunları biliyorum çünkü annem için hayati önem taşıyorlar. Peder bey gittiğinden beri eve gelen hiçbir gazeteyi atmadık. Ben de kolaylık olsun diye bu aritmetik sistemi oluşturdum. Aslında bunlardan kurtulmam gerek ama vicdan yapıyorum işte. Valide üzülecek diye bu tıklım tıkış evde parmak ucunda yürüyorum. Gazete koridorundan geçtikten sonra üst üste dizilmiş cam kavanoz dağı ile karşılaşıyorum. Son saydığımda iki bin üç yüz yetmiş beş taneydiler. Eve gelen hiçbir cam kavanoz atılmaz. İçinde mısır, turşu, salça ya da her ne varsa bittikten sonra şöyle bir durulanıp, kavanoz dağındaki yerini alır. Seviyor kadın biriktirmeyi ne yapayım? Otuz yıl önce tek tip idi bu kavanozlar. Sonra zamanlarda şekil şekil oldular. O yüzden üst üste dizmesi de epey zorlaştı. Bir tek bunlar olsa iyi. Valide, ayıptır söylemesi, çöpleri bile attırmaz. Evin orijinal kokusundaki Bodrum mandalinası tonları işte hep bu çöpler yüzünden. Validenin en sevdiği kolonya olur kendileri. Her ay toplu sipariş veririm internetten. Çöp kokusunu başka türlü bastırmam mümkün değil. Aslında yaşanacak ev değil bizimkisi. Ara sıra Valideyi karşıma alıp, “Güzel anacım olmaz böyle, gel şu evi temizletelim. Hatta satalım gitsin,” demek geçiyor içimden ama olmuyor işte. Aslında dokuz gün önce bir adam geldi. Kendisi müteahhitmiş. “Kat karşılığı iki daire vereyim size, gelin satın burayı bana. Çok eski, yıkılacak bina. En modern sitelerden birini kuracağım buraya. Tabii siz de kabul ederseniz,” dedi. Güya herkes kabul etmiş bir biz kalmışız. İnanmam. Ceviz apartmanı değişime direnir hem de tüm sakinleriyle birlikte. Bana laf düşmezdi. Valideye baktım, hüzünle gözlerime bakıyor. Yalvarır gibi. Sanki gözleriyle kov şu adamı diyor. Kovdum tabii. Sonrasında lafı açılmadı ama validenin yüzü de bir türlü düzelmedi o günden beri. Burası da validemin odası olur. Evin en aydınlık yeri. Keten perdelerini pek sever. Haftada bir yıkar, ütüler, kolalar, Fazla eşya yoktur odasında. Eski ferforje bir yatak, iki gözlü bir gardırop, antika abanoz bir makyaj masası, yeşil kadife bir berjer ve Junghans marka sarkaçlı bir duvar saati. Her saat başı içinden guguklu bir kuş çıkıp o anki zamana tekabül eden sayıda sinir bozucu bir şekilde ötenlerden. Müberra Hanım odasında değil. Şaşılacak şey. Salondan bir erkek sesi geliyor sanki. Yaklaştıkça konuşanın geçenlerde gelen müteahhit olduğunu anlıyorum. Valide üzeri pet şişelerle dolu yemek masasının baş köşesine geçmiş, adamsa hemen bitişiğinde ayakta duruyor. Yüzünün yarısını kapatan medikal bir maske takmış olmasına rağmen kokudan rahatsız olduğu her halinden belli. Bir yandan konuşuyor, bir yandan da şaşkınlıktan iki kat büyümüş gözleriyle evi saran istif yığınlarına bakıyor. Acelesi var gibi ayak topuğunu yere vuruyor. Her vuruşunda kocaman yağlı göbeği sallanıyor. Masanın üzerinde kalın bir dosya var. Adam, “Bir imza da buraya Müberra teyzecim,” diyor. Annem imza atıyor. İrkiliyorum. Omuzlarımın dış kenarları kasılıyor, gözlerim istemsiz açılıp kapanıyor. Dışarıdaki ateş şimdi içimi basıyor. Korkunun insandaki kimyasal etkisini bilir misiniz? Kan basıncı artar ve göz bebekleri büyür. Adrenalin yüklü kan gergin kaslara dolarken yüz donar, ağız kurur. Evrim sürecinde tasarlandığı üzere beyin otonom sinir sistemini devreye sokar. Hayatımızın tehlikeye düştüğünü hissettiğimiz anda sinir sistemimiz inanılmaz derecede harekete geçer. Tıpkı şu anda bana olanlar gibi. Demek ki içgüdülerime göre hayatım tehlikede. Zihnim hemen bir çıkarımda bulunuyor. Valide evimizi satıyor!

“Vahitciğim, evladım sakin ol emi?”

Müberra Hanım bana korkulu ve endişeli gözlerle bakıyor. Adam da öyle.

“Vahit Bey! Anneniz beni arayıp daire satışına onay verdiğini söyledi. Ben de evrakları getirdim.”

Müberra Hanım ürkek ve kararlı bana yaklaşıyor.

“Oğlum yetmez mi böyle yaşadığımız? Biriktirdiğin bunca şeye artık dayanacak gücüm kalmadı. Ömrümün sonunu bırak da ferah ve temiz bir evde huzur içinde geçireyim.”

“Ne yani ev benim yüzümden mi bu halde? Gazeteler önemlidir. Geçmişin arşivi bunlar. Kavanozlar da önemlidir. Belki bir gün turşu yapmak istersin ya da kışlık domates. Hem kalemlik olarak ta kullanabilirsin. Birçok işe yarayabilir.”

Kalbimin öfke ve korkuyla attığını hissediyorum.

“Oğlum dairelerin biri bana biri sana olur. İstediğini istifle orada. İstersen aylarca evden çıkma. Beni ilgilendirmez.”

Vay vay vay! Valideye bak sen! Besle kargayı olayı ha! Şimdi beni yalnız bırakıp başka bir evde yaşayacak öyle mi? Bensiz, beni yapayalnız ve çırılçıplak bırakacak! Ömrümü verdim ben ona. Oysa ilk fırsatta atıyor beni, zamanında pederin yaptığı gibi. Ellerim titriyor. Kelimeler dilime dolaşıyor. İçimdeki panik tüm bedenimi sarıyor. Korku durumunda iki karşı tepki açığa çıkar. Kork, kaç, panik veya kork, savaş, öfke. Hipotalamusum sızlıyor. Adrenalin salgılıyor olmalı. Korku ölüme neden olur muydu? Evet olurdu. Çünkü canlı organizma bir tehditle karşılaştığında vücut bilinçsiz tepkiler verir.

“Anneciğim bunca eşyayı nasıl bırakırsın? Bak bu küçük reçel kapları otuz yıllık. Tamı tamına on iki bin üç yüz doksan sekiz adet. Babamın bizimle yaptığı son kahvaltısından miras bazıları. Bak! ilk o zaman saklamıştım şu vişneli olanı.”

Valide gözlerini nefretle büyüterek bana yaklaşıyor;

“Allah onun belasını versin. Gitti de kurtuldum. Sen de bırak artık şu adamı. Bu biriktirdiklerin onu buraya geri getirdi mi bunca zaman. Yıllardır sabırla bekledim. Ama yok, sen düzelmekten çok iyice delirdin. Düşünmekten aklımı kaçıracağım evladım. Artık böyle yaşamayacağım. Son kararım!”

Yüzleştiğim şeyle tepeden tırnağa titriyorum. Sanırım şiddetli bir sinir krizi hali hızlı adımlarla yaklaşıyor.

Ayaklarımın altındaki yer sarsılıyor. Ceviz apartmanı sallanıyor. Annem onunla yaptığı anlaşmayı bozduğu için öfkeyle bizi üzerinden atmak istiyor. Jimi Hendrix “Freedom, that's my motto” diye bağırırken Junghans’ın guguk kuşu beş kere ötüyor. Osman amca pencereden tırmanıyor. Biraz solgun görünüyor ama belli ki mutlu. Bana orta parmağını gösteriyor. Sonra kendini çıktığı camdan tekrar bırakıyor sokağa doğru. Yüzü bana dönük. Saçları rüzgârda ahenkle uçuşuyor. Nasıl da babacan bakıyor. Pencereden belime kadar sarkıyorum.

“Hadi gel oğlum,” diyor, “hayat bizim gibi hassas ruhlar için bir işkence.”

Bırakıyorum kendimi pencereden. İlk defa özgür hissediyorum.

“Geliyorum Osman amca, bekle!”


Arzu Anlar Saraç

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page