top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Arzu Anlar Saraç- Savaş-ma Söğüş

“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak.

Unutma; aynı gökyüzü altında, bir direniştir yaşamak.”

Nazım Hikmet Ran


Bugün değişik bir sıcak var İstanbul’da. İnsanın beynini kafatasında çorba gibi fokurdatan cinsten. Mayıs sonu, sıcak olacak elbette ama bu vallahi başka. İşin kötüsü epey de bir mal var arabada. Dedim ben babama, “Yapma etme, ziyan olacak kelle söğüşler.” “Gölgeden git, hepsini satmadan da gelme!” dedi. Buzdolabı mı var sanki içinde mübarek, nihayetinde üç teker seyyar bir araba. Nuh dedi, peygamber olduğunu bir türlü hatırlamak istemedi. Baktım, kelle söğüşler ziyan olmasa bile ben olacağım, arabamı Beyoğlu’nun en ağaçlı, en kalabalık parkına çektim. Böylelikle hemencecik satışımı yapıp haşlanmadan eve geri dönebilirdim.

Havada İstanbul’un baharına has bir çiçek kokusu. Yakında dalların meyveye duracağının habercisidir bu. Park yine kalabalık. Onlarca insancık bir kaç gün evvel kamp kurmuştu burada. Ağaçları sökeceğiz diyenlere “Direneceğiz!” diyorlardı. Hâlâ gitmemişler. Hey Allah'ım! Bir de bana deli derler. Şimdi dayarım sırtımı bir ceviz ağacına. Eğri büğrü kabukları batarken sırtıma, üzerinde gezen karıncaların ayak seslerini duyarım. Gıdıklanırım tatlı tatlı. Yakınlarda bir okulun teneffüs zili çalar sonra. Çocukların birbirine karışan sesleri bahçeyi doldurur. Aklım aldı başını yine okul yıllarına gitti iyi mi? Oldum olası garip bir mutluluk gezer damarlarımda ama o vakitler daha bir coşkuluydum. Ben orta birdeydim, abim ise son sınıfta. Okumak hevesindeydim fakat ortaokuldan öteye gidemeyeceğim aşikardı. Olsun. Yaşadığım bana yeter. Oraya kadar bile abimin desteğiyle gelebilmiştim zaten. Elim, kolum; en çok da göremeyen gözümdü o benim. Kimseler ilişemedi bana, ne de olsa abimin himayesindeydim. Güle oynaya gittim hep okula, sınıfıma kadar bırakırdı beni. Her teneffüs zil çaldığında kapıda bitiverirdi, hem de şimşek hızında. Akşam, derslerimi bizzat yaptırırdı bana. Bildiği her şeyi anlatırdı. İstisnası yok her gece saatlerce sevdiği yazarların romanlarını okur, kendi gözlerinden gösterirdi dünyayı. O yüksünmedi, ben de gocunmadım. Öyle, onun sıcağında büyüyüverdim kolaycacık.

Bir de Derya vardı, hep kiraz çiçeği kokardı. Acıdığından mıydı bilmem, her sabah “günaydın” deyip oturuverirdi yanıma. Defterime tahtada ki ödevleri yazar, düşersem ilk o koşup yerden kaldırırdı beni. Abime tembihlerdim, paltomu kiraz çiçeği kokan paltonun üstüne as diye. Zaman içinde bu isteğim paltonun sahibinin tasvirine dönüştü. Deryanın yüzünü, saçını, gülüşünü, yürüyüşünü, bana bakışını geceler boyu anlattırırdım abime. Çocukluktan erkekliğe geçtiğimde ise içimde kaynayan neşe yerini adını koyamadığım tatlı bir kedere savdı. Abim o derdime de Hızır olup yetişti.

“Aşık oldun ulan, seni bundan böyle şiir paklar,” dedi.

Abim okudu, ben dinledim. Onlarca şiir ezberledim. Derya’ya hiç bir zaman belli etmedim hislerimi. Kiraz çiçeği kokan o palto başka bir okulun askılığına asılana kadar şiirli gecelerime eşlik eden kalp çarpıntısı böyle sürüp gitti. Orası benim erişemeyeceğim yerdi, baştan kabullenmiştim diğer her şey gibi. Şans mıdır bilmem, Derya, abimin gittiği liseye başladı. Bu kez abim her gece onu anlatır oldu. Ne yapar, ne eder, ne giyer, saçlarını nasıl kestirir, kiminle gezer, hâlâ kiraz çiçeği kokar mı?

Abim mezun olup üniversiteye başlayınca, Derya geçmişin karanlık bir odasında öylece kalakaldı. Ne kadar istesem de evde bir daha bahsi geçmedi, mevzusu açılınca abim hep kayıtsız kaldı. Sonunda mecburen Derya’nın ismi şiir kitaplarıyla beraber rafa kaldırıldı. Abim işte o ara sustu. Sözlerini kâğıtlara yazmaya başladı. Ne yazardı, ne anlatırdı bilmem. Şimdi tek bildiğim hepimizi değiştirecek olan kaderi yazmaya o zamanlar başladığıydı. Neyse, gençlik işte. Unuttum mu Derya’yı? Unutmuşumdur herhalde. Kafamdaki geçmiş zaman kokusu hep sızlatır burnumun direğini.

Bak denizin iyotu koştu şimdi imdadıma, tutup burnumdan salladı kafamı, “Kendine gel oğlum,” dedi, “Hayat mızmızlanmak için çok kısa.” Oh be! Yaşamak ne güzel şey; babama, bahtıma, görmeyen gözüme rağmen güzel şey.

Babamsa hiç bir zaman anlam veremedi içimdeki bu yaşama sevgisine. Ötemde berimde ne varsa çocukça bir tutkuyla sevdim. Ağacı, börtü böceği, ekmeği, suyu, havayı, insanı, hayvanı kollarımı na böyle kocaman açıp kucakladım her daim. Acımı, sızımı, kaybımı, hiç olmayanımı da sığdırdım o kucağa. Babam hep aklı kıt sandı beni. Gözüm gibi kusurludan saydı onu da. Uğursuzuydum ben onun. Doğmaması gereken, eksik bir çocuk olduğumu söyleyen doktorlara inat, ortalığı kan gölüne çevirmek pahasına doğmuştum. Annem oğlan doğacağımı öğrenince, “Abisi Barış, bu da Savaş olsun,” demiş ve kaderimizi güzel dudaklarıyla mühürlemiş. Her savaş gibi ben de ölüm getirmişim beni rahminde saklayana.

Babam hiç sevemedi beni. Adımı ağzından bir kez olsun duyamadım. Adım “lan” oldu. Lan aşağı, lan yukarı. Onun tek bir oğlu vardı. Velinimeti, dayanağı, gurur kaynağı abim. Bir gün o kaynağı öfkesinin sıcağıyla bizzat kendisinin kurutacağını bilemedi babam. Abim aldı başını gitti. Duyduk ki evlenmiş, bir de kızı olmuş. Şimdi bir Balkan ülkesindeymiş. Zamanında Derya’nın dedelerinin göçüp geldiği yerde. Ne işi vardı, oralara neden gitti bilemedim. Tahmin ettim mi acaba? Aklımdan geçti mi bir ihtimalde olsa? Muhakkak geçmiştir. Kızdım mı abime? Umarım kızmamışımdır.

O gidince babam küçücük kaldı. İçi daraldı, çevresi daraldı, sabrı daraldı. Baba yadigârı söğüşçü dükkânını sattı, seyyar bir arabaya kaldı. Sigara ve içkiyle söndürdüğü ciğerleri de babamı sokağa çıkamaz hale getirinceye kadar bu arabayla rızkını kovaladı. Olsun. Yeter ki var olsun. Hasta da olsa hâlâ yanımda, sesi kulağımda ya, yeter bana.

Aynı rızkı el yordamıyla kovalamak mecburen bu kez de bana düştü. Beklediğimin aksine rızık benden kaçmadı. Esnafından öğrencisine herkes pek sevdi beni. Nihayetinde babamın tandırda odun ateşinde pişirdiği kuzu kelleleri Beyoğlu civarında epey meşhur oldu. Bu bile onun yüzünü düştüğü yerden kaldıramadı. Bir keresinde, “Bir isim koyalım şu bizim emektar arabaya, olmuyor böyle,” dedim. Hani insanlar dükkânlarına, apartmanlarına çocuklarının adını koyar ya. Güzel olur, diye düşündüm. Benimkini koymayacağını bildiğimden, abimin adını teklif ettim. Dövmekten beter bir sövmeyle attı beni evden. O günden sonra adım “deyyus”a döndü. Deyyus aşağı, deyyus yukarı. Meğer bizi terk ettiğinden sebep hâlâ kızgınmış abime, o gün anladım. Adam Berlin Duvarı mübarek. Birini attıysa içinden, tövbe billah aştırmaz o duvardan. Fakat affetmek lazım gelir. Affetmek güzel şey. Vardı elbet bir sebebi abimin. Yoksa beni bir başıma koyup gider miydi? Affettim mi onu? Affetmiş olayım. Muhakkak affetmişimdir.

Öğlen vakti olmuş belli, güneş tam tepeme oturdu. Benim liseli müdavimler az sonra teneffüse çıkar. Koşa koşa gelirler ayakları bulutlarda, akılları varsa yoksa kızlarda. “Çek oradan bir buçuk kelle söğüş Savaş abi!” diye bağırırlar yolu yarılamadan. İçlerindeki coşku benimkinin aynısı.

“Abi bir isim koy artık şu arabaya,” derler yine. Atılır en şair olanı

“Savaş Söğüş! Bak nasıl da uyuyor sesleri.”

“Babam izin vermez,” derim. İnanmazlar bu koca adama.

“Çocuk musun abi sen?” derler.

“Çocuğum tabii ya, hem de en az sizin kadar çocuğum,” derim. Keyfimiz katmerlenir, hep bir ağızdan güleriz.

Yalnız bu ara buralarda gezinmelerine pek razı değil gönlüm. Başlarına bir şey gelir, diye ödüm kopuyor. Ara sıra sesler yükseliyor, öfkeli adamlar koşar adım geçiyor parkı boylu boyunca. Megafon sesleri, siren sesleri, metal sesleri birbirinin içinden geçiyor. Korkunun da, öfkenin de bir kokusu vardır. Korku soğuk, tuzlu öfke ise sıcak, ekşi ter gibi kokar. Şimdi burnumda hem soğuk, tuzlu hem sıcak ekşi bir koku var. Sanki kılıçlar çekilmiş, birileri birilerine çok pis bileniyor. Sanırsın savaş yeri. Neden? Ağacı korumanın kabahati mi olurmuş? Aynı benim gibidir onlar; gözleri görmez ama her şeyi sezerler. Yapraklarıyla koklarlar, kabukları acır zaman zaman, kökleriyle tadını alırlar toprağın, suyun. Hasılı, kimseciklere bir zararları yoktur. Vakti erince göçüp giderler bu dünyadan. Arkalarında bir iz bırakırlar mı? Muhakkak. Peki benden bir iz kalır mı? Kalır elbet. Barış abim unutturur mu beni? Unutturmaz tabii.

Söğüşün çoğu bitti, azı kaldı. Bereketli gün vesselam. Erkenden eve gider dinlenirim. Belki babam mutlu olur hasılattan da, omzumu sıvazlar bu kez. Bakarsın “Hadi lan!” der. “Savaş Söğüş koydum arabanın adını. Al oradan boyayı fırçayı, gel.” Ben, “Yok baba,” derim. “Savaş kötü şey. Gel biz buna ‘Savaş-ma Söğüş’ diyelim.” Bir kez olsun onaylar belki beni. Olur ya, tutar kafamı okşar. Ümit işte, yerli yersiz dalıveriyor insanın kalbine. Ümit kiraz çiçeği gibi kokar. Böyle tatlı mayhoş, ağız sulandırır.

Ortalık fena halde karışmaya başladı. Koşan adımlar, bağrışmalar sarıyor etrafı. Suyun sesi tazyikli bir öfke olup püskürüyor insanların üzerine. Göremediğime ilk defa bu gün seviniyorum. Burnum, genzim sivri sivri tırnaklanıyor. Biri, “Biber gazı!” diye bağırarak geçiyor yanımdan. Artık koku yok. Kafama şiddetle bir şey çarpıyor. Böyle küçücük, çam iğnesi gibi ama sert, soğuk, metal. Önce uyuşuyorum. Sonra civamsı bir sıvı yüzümden yol bulup sıcak sıcak akıyor ellerime. İçimdeki göz kararıyor bu kez. İlk defa gerçekten hiç bir şey göremez oluyor gözüm. Kafamın içini saran sis dağılmaya başladığında ise tek görebildiğim masasında oturan abim oluyor. Önündeki kâğıtlara ha bire bir şeyler yazıyor, karalıyor, tekrar yazıyor. Yaklaşıyorum yanına.

“Bunu okuyabilmeni ne çok isterdim,” diyor, “affedebilecek misin beni?” Üstelik bunları defalarca, arka arkaya söylüyor.

“Bak seni unutturmadım, artık herkes hatırlayacak ama ne olur bağışla beni,” diyor.

Ilık, tuzlu bir kaç damla yaş düşüyor üzerime. İsmimdeki harfler ıslanıp kâğıdın üzerine dağılıyor. Burnumdaki kan kokusu kiraz çiçeğine dönüyor. İşte tam o an Derya odaya girip abimin arkasından boynuna sarılıyor. Gözlerinde yitip gidenlerden emanet bir hüzün.

“Hadi koy noktayı şu öyküye artık,” diyor, “o kimseye kıyamazdı, seni çoktan affetti. Asıl sen kendini affet!”


Arzu Anlar Saraç

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page