top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Atakan Boran- Mola

Başım, yastık haline getirip cama yasladığım cekete rağmen bir sarkaç gibi sağa sola gidip geliyordu. Uyuma niyetim yoktu -zaten istesem de uyuyamazdım- ama boynumdaki ağrı yüzünden kafamı dik tutmak istemiyordum. Şoför, ısıtmayı sonuna kadar açmıştı. Dışarısı buz kesiyor olsa da otobüsün içi fırın gibiydi. Yanımdaki adam, otobüs vurdumduymazlarındandı, otobüse biner binmez koltuğa yayılmış, horul horul uyumaya başlamıştı. Bacakları öylesine açık duruyordu ki koltuğumda iki büklüm kalmıştım. Zaman zaman yanlışlıkla çarpmışım gibi bacağını ittiriyordum ancak adam bir an toparlansa bile birkaç dakika sonra yine aynısı oluyordu.

Gece yolculuklarında, böylesine kendinden geçerek uyuyanlara gıpta ederdim. Dünya yansa umurlarında olmazdı. Oysa ben yan koltuğumda oturanın sınırlarımı ihlal etmesine karşın gözümü bir cetvel gibi kullanarak adamla arama hayali çizgiler çiziyordum.

Bir süre gözlerimi kapamayı denedim. Evi, evdekileri düşündüm. Bugüne kadar eve hep bir misafir gibi dönüyordum. Şimdi mezun olmuştum; iyiden iyiye okuldaki çevreme, yaşamıma alışmışken, tekrar eskiye dönmek, kardeşlerimle ilgilenmek, bitmek bilmez akraba ziyaretleri yapmak gözümde büyüyordu. Kasabada doğru dürüst arkadaşım da kalmamıştı. Farklı bir şehirde üniversiteye gittiğim için ister istemez onlardan kopmuştum. Zaten herkes kendi yolunu çizmişti. Birçoğu evlenmişti. Birkaçı şehre taşınmıştı.

En son moladan bu yana dört saat geçmişti. Hem midem kazınıyordu hem de tahammül sınırlarımı zorlayan bu yolculuğa biraz olsun ara vermeye ihtiyaç duyuyordum. Neyse ki kısa bir süre sonra otobüsün tavanındaki ışıklar yandı, muavin yarı anlaşılır yarı anlaşılmaz bir ses tonuyla mola yerine geldiğimizi, yarım saat sonra aracın hareket edeceğini söyledi. Yanımdaki adamı dürterek güç bela uyandırdım. Kol saatime bakıp otobüsün kalkacağı vakti aklıma kazıdım. Çünkü birçokları gibi benim de en büyük korkum mola yerinde unutulmaktı.

Dinlenme tesisinin merdivenlerinin hemen başında gözleme satan büfe gibi bir yer vardı. Masaların arasında “Ne istersiniz?”, diye dolaşan garsonlar geziniyordu. İçeri girildiğinde bir yanda market diğer yanda ise restoran bölümü vardı. Erkek-kadın şeklinde sağlı sollu ayrılmış tuvaletler tam karşıdaydı. Tuvalet girişlerinin önündeki masada, üzerinde giriş ücretinin yazdığı bir tabela bulunan yaşlı bir adam oturuyordu.

Tuvalete girmek üzereyken adam masa üstündeki -benim az önce fark etmediğim diğer bir yazıyı gösterdi: “Ücretler Girişte Alınır” Adama cüzdanımdaki tek para olan yüzlüğü uzattım. Ağız burun eğdi, “Bozuk yok mu,” dedi. Sinirlenmiştim, “Abi bir yüzlüğü mü bozamıyorsun,” diye karşılık verdim. Adam ters ters bakıp “La havle” çekti. Bitmek bilmez bir nefesle havayı dövdükten sonra, “Geç kardeşim, senden almıyorum para,” dedi. Karşılık verip bir şeyler daha söyleyecektim ama vazgeçtim, uzattığı parayı alıp cebime koydum. Yaklaşık dört saat daha yolumuz olduğu için adama kızıp tuvalete gitmeden edemezdim.

Daha sonra dışarı çıktım, tesisin girişindeki gözlemeciden bir peynirli gözleme istedim. Hava öylesine soğuktu ki daha şimdiden otobüsün içindeki sıcaklığı özlemiştim. Biraz da üşümemek için rayını takip eden bir tren gibi bir o yana bir bu yana gidip geliyordum. Her soluk verişimde ağzımdan çıkan buhar, bu imgeyi daha da pekiştiriyordu. Ancak tesise yeni gelen otobüsten inenler arasında Nursel’i görünce tren raydan çıktı. Hemen saklanacak bir yer aradım. Birkaç kişiyi kendime siper ederek Nursel’in beni göremeyeceği şekilde arkamı döndüm.

Karşılaşsak onunla ne konuşabilirdim ki? Sevdiğimi söylemiştim, yüz vermemişti. “Seni arkadaş gibi görmeye devam etmek istiyorum,” demişti. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. Aynı fakültede okuduğumuz için kantinde, koridorda ister istemez karşılaşsak da onu hep görmemişim gibi davranmıştım.

Şimdi de benzer bir tavırla karşılaşmaktan kaçınmayı devam ettiriyordum. Görülmeyeceğimden emin olur olmaz bakışlarımla onu aramaya başladım. Tesise birkaç otobüs daha geldiği için kalabalık artmıştı. Nursel ortalarda görünmüyordu. Nedense içeri girmek istedim. Ondan kaçtığım gibi bir yandan da onunla karşılaşmak istiyordum. Çünkü bu belki de onu son görüşümdü, ben mezun olmuştum, o okulu uzatmıştı.

Gözlememi aldıktan sonra tesisin otomatik kapısından içeri girdim. Belki uzaktan onu görür, izlerim diyordum ama Nursel, elinde tepsiyle karşımda belirdi. Masaların arasındaydı. Çorba almış, oturacak uygun bir yer arıyordu. O da beni gördüğü için yanına gitmekten başka bir seçeneğim yok gibi hissettim. Ağır adımlarla yanına ilerlerken elimde bir buket çiçekmiş gibi tuttuğum gözleme olmasa daha rahat edecektim.

Nursel oldukça şaşırmıştı, ben şaşırmış gibi yapıyordum. Elini mi sıkayım yoksa sarılayım mı diye kararsızlık yaşarken sandalyesine oturdu, karşısındaki sandalyeyi göstererek “Otursana,” dedi. Şimdi komutları yerine getiren gözlemeli bir robot olmuştum, karşısına oturdum. Konuşacak hiçbir şey bulamadığım için konuşmaya o başladı.

Yönetmen yardımcısı bir tanıdığı, onu şu an çektikleri bir filmin setine asistan olarak çağırmış. Nursel’in filmlere merakının olduğunu biliyordum. Sinema topluluğunda da görev almıştı. Film setinde asistan ne yapar ne eder bilmesem de, “Bir yerden başlamak gerek tabii, her yönetmen böyle böyle giriyor bu sektöre,” dedim. Bunu der demez pişman oldum, yönetmenlerin sektöre böyle girdiğine dair hiçbir bilgim yoktu, konuşmuş olmak için konuşmuştum. Hem böyle diyerek belki onun işini küçümsediğim izlenimi bırakmış olabilirdim.

Nursel pek oralı değil gibiydi, heyecanla filmin senaryosundan bahsetti : “Çocukken istismara maruz kalmış bir kadının, doktor olarak taşraya atandıktan sonra başından geçenleri anlatıyor. Kadın önce istismara uğramış çocuklara destek olmak için yasal yollarla mücadele etmeye çalışıyor. Belli makamdakilerin yozlaştığını gördükçe hayal kırıklığına uğrayarak zamanla bir seri katile dönüşüyor.”

Konusu biraz basmakalıp gelse de, “İlginçmiş sahiden. Bu konular son zamanlarda ilgi çekiyor,” dedim. Başıyla beni onaylarken bir yandan da çorbasını içiyordu. Benim gözlememse elimde öylece duruyordu. Nedense Nursel’in karşısında yiyemiyordum.

“Belki seni ziyarete gelirim, bizim oraya iki saat uzaklıkta. Çekimler ne kadar sürecek,” diye sordum. Ziyarete gider miydim, bilmiyordum, yine de bir konu açmak istemiştim. “Gözlemeni yesene soğuttun,” dedi önce. Nursel’in komutunu yerine getirmek için gözlemeden bir ısırık aldım. Nursel devam etti. “Bizim tanıdık, bir ayı bulur, dedi, ben de yaz tatilini evde geçireceğime bu fırsatı değerlendirmek istedim. Ayrıca gel tabii ya da belki ben gelirim sen gezdirirsin bana sizin oraları.” Bizim oralarda gezecek nereler var diye aklımdan geçirdim. Nursel’i her yere yakıştıramıyordum, o büyük şehirde el bebek gül bebek büyümüştü. Hem bana, “Biz ayrı dünyaların insanıyız,” demişti. Şimdi film çekimi için “ayrı dünyaya” yolculuğa çıkmış, “ayrı dünyayı” ona gezdirmemi istemişti. Onun için buralar olsa olsa bir filmdi, filmlerden öğrendiği kadardı.

“Kesinlikle beklerim, ne zaman istersen gel, hiç çekinme,” dedim. Tepsisindeki çaylarla masaları gezip, “Çay ister misiniz,” diye soran garsondan iki çay istedim. Nursel çorbasını çoktan bitirmişti.

“Aramızda bir sorun yok değil mi, ” dediğinde öksürük tuttu, “Ne sorunu olacak, yok tabii sorun filan o konuyu kastediyorsan,” diye güç bela karşılık verebildim. Ben ara ara öksürmeye devam ederken Nursel, okulda hep ondan uzak durduğumu fark ettiğini söyledi. Bu durum onu çok üzmüş, aslında bu konuyu benimle hep konuşmak istemiş ama fırsat olmamış. Gel gör ki, kader onunla yollarımızı burada kesiştirmiş. Arkadaşlığıma çok değer veriyormuş, keşke böyle duygulara hiç kapılmasaymışım. Şimdi bizim için bir fırsat olabilirmiş, arkadaşlığımıza (ama sadece arkadaşlığımıza) kaldığımız yerden devam edebilirmişiz.

O bunları söylerken gözlememin sarılı olduğu kâğıdı parçalara bölüyordum. Nursel susmuştu. Susması, senden de bir cevap bekliyorum, demekti. Nasıl karşılık verebilirdim, ne diyebilirdim, bir şeyler aklıma geliyordu ama tam olarak toparlayamıyordum.

Zaten toparlamama fırsat kalmamıştı. Omzuma bir el dokundu. Elin sahibi otobüste yan koltuğumda oturan daha doğrusu yatan o adamdı. “Kardeşim otobüs seni bekliyor, anonsları duymuyor musun,” dedi. Şaşkınlıkla, “Ne anonsu, duymadım ki hiçbir şey,” diye karşılık verdim. “Kaç dakikadır muavin seni arıyor. Burada oturduğunu görmüştüm. Bulup geleyim dedim. Şimdi bekliyorlar, hadi gel gidelim hemen,” dedi.

Nursel, “Ay benim yüzümden, hadi vakit kaybetme git sen, sonra konuşuruz,” dedi sesine üzgün bir ton katarak. Hemen ayağa kalktım, “Evet, evet, sonra konuşuruz, kendine iyi bak,” deyip elimi uzattım. El sıkıştıktan sonra arkamı dönüp gidiyordum ki seslendi.

“Gözlemeni unuttun, alsana.”

Teşekkür edip gözlemeyi aldım. Sonra koltuk arkadaşımla birlikte otobüse doğru koşturduk. Ön kapıdan içeri girdiğimde şoför dahil herkes sanki beni ayıplıyor gibi hissettim. Arka sıradaki koltuğumuza kadar olan mesafe öylesine uzundu ki bitmek bilmiyordu. Orta sıralarda ben yaşlarında bir genç, “Otobüsün kalkış saati belli,” diye bana bakmadan ama bana işittirmek isteyerek söylendi. Tepki vermeden yürümeye devam ettim. Yerimize oturduğumuzda, koltuk arkadaşıma teşekkür ettim.

Otobüs tesislerden ayrılırken camdan Nursel’e bakıyordum. Merdivenlerin orada sigara içiyordu. Bir an sanki görebilecekmiş gibi elimi havaya kaldırdım. Aslında buraya doğru bakmıyordu. Hem camlar da filmliydi. Elimdeki gözlemeden bir peynir parçası yere döküldü.


Atakan Boran

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page