top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Aziz Doğu- Külleri Albatros

Galatasaraylıya

Muhafazakârlar, yüz yetmiş altı hanelik kasabaya yaptıkları baskında devrimcileri kısa bir sürede bozguna uğrattı. Bu beklediklerinden de kolay oldu. Hava kararırken her şey kontrol altına alınmıştı bile. Teğmen Tibor’un emriyle askerler, kasabalıları karargâha dönüştürülmüş belediye binasının avlusunda topladıkları vakit, ağırbaşlı ve ihtiyatlı belediye başkanları en önde, ayakta dikiliyordu. Teğmen Tibor askerlerinin arasında geziniyordu. Birdenbire durdu. Genç bir askeri kolundan tutup başkanın karşısına dikti.

“Vur şunu!”

Elleri titremesine ve gözleri seğirmesine rağmen genç asker tüfeğin namlusunu başkanın sırtını doğrulttu. Derin derin nefes alırken gözü ilerideki bir kıza ilişti. Paltosuna sarınmış kız eldivenlerini çıkarıp yanındaki ihtiyar kadının ellerine geçiriyor, nefretle ona bakıyordu. Asker bir an da allak bullak oldu. Bir deliğe saklanmak, kaybolmak ya da kar yağmış dağlara kaçmak istedi. Üstelik ne kadar beklerse beklesin tetiğe basamayacağını anlayınca başını önüne eğdi. Tüfeğini indirdi. Teğmen’in alnındaki mavi damar öfkesinden iyice belirginleşmişti. Askere yaklaşıp ismini sordu. “Lajos,” diyen asker Teğmen’den değil, alnındaki damardan korkuyordu. Gözlerini kaçırdı. Teğmen gözlerini Lajos’tan ayırmadan, “Hayır” diye yanıtladı. “Artık palyaçosun. Orospu çocuğu bir palyaçosun.” Art arda üç el ateş etti.

Kasabalılar, başkanlarının çamura devrilen bedenini, Lajos’u, gökyüzünde süzülen karga sürülerini, kar yağışını ve kutsal kitaptan ayetler okuyan kilise papazını günlerce akıllarından çıkaramadı ama Lajos’un ışık girmeyen bir hücrede, iki gün aç karnına sabahladığını, Teğmen’in alnındaki damardan ve kızın nefretle parlayan gözlerinden korktuğunu da öğrenemedi.

Muhafazakârlar sonraki günler işlerine kaldığı yerden devam etti. Kasabadan kaçmaya çalışan korkakları, isyana kalkışan devrimcileri ve görünmez bir el dışarıdan yardım alan kasabalıları yakaladıkça ya oracıkta vurup öldürdüler ya da sıra sıra dizip bir duvar dibinde yaylım ateşine tuttular. Kan, gri gökyüzü, kilise, askeri birlikler, kerpiç evler iç içe girdi ve kanın rengi değişti.

Lajos bir gece vakti karargâhın önünde nöbet tutuyordu. Günlerden perşembeydi ve saat biri çeyrek geçiyordu. Tüfeği omzuna asılıydı. Sivri bir bıçakla çocukluğundan kalma sapanını yontmaya çalışırken avucunu kesti. Boynundaki bezi hemen avucuna sardı ama bembeyaz karlara kan damladığını görünce sinirleri tepesine çıktı. Karargâhın giriş kapısındaki deliklerden içeri baktı.

Uzun ve boş koridorun sonundaki masada oturmuş, bıyıklarına daima badem yağı süren Teğmen Tibor’u gördü. Teğmen Tibor, parmakları arasında sigara, ara sıra ıslık çalıyor, ayakta dikilmiş bir askerin söylediklerini ciddiyetle dinliyordu. Lajos beze sıkı bir düğüm attı. Beceriksizliğine hem Teğmen’in hem karargâhtakilerin güleceğini düşündü. Hatta güleceklerinden emin oldu. Emirleri artık tereddütsüz uygulamasına rağmen asker kılığına girmiş bir palyaçodan farksız hissediyordu kendini. Aslında savaşa katıldığı günden beri bu böyleydi. Yaptığı sakarlıklar ve aptallıklar biri, beşi, hatta onu geçmişti. Sağ tarafındaki kibrit çöpleriyle yapılmış gibi görünen ahıra bakmaktan kendini alamadı. Başkanın sakin, kendisinin kıpkırmızı yüzünü anımsadı. Zaten ne başkanı öldürebilmişti ne kızı unutabilmişti ne de geçen sabah üzerine devrilen istiflenmiş kar yığınından kaçmayı akıl edebilmişti. O gün o kadar çok canı yanmıştı ki. Düşünmüş, taşınmış yine de merhametin ne olduğunu bilememişti. Başına gelenleri hatırladı.

Ellerinde kürek, ağızlarında sigara vardı. Ortalığı temizlemiş beş er birbirine sokulmuş genelevlerden, kart oyunlarından, kaybettikleri bahislerden ve devrimcilerden bahsediyordu. Kış sabahının havası ciğerlerini yakıyordu. Lajos onlardan biraz uzaktaydı. Harıl harıl çalışıyor, belli etmemeye çalışarak onları dinliyordu. Bu yaşına kadar ne bir kadınla beraber olmuş ne kart oyununa davet edilmiş ne herhangi bir bahsi kazabilmiş ne de herhangi bir devrimciyi öldürmüştü. Uşanka şapkasını çıkarıp dizine vura vura temizledi. Yan yana dizili kağnılar hemen ötesindeydi. Atların burunlarından çıkan dumanları ve inip şişen sağrılarını görüyor, kişnemelerini duyuyordu. Üşümüyordu ama kolları yorulmuştu, ayakları şiş şişti. Ahırın yanına istiflediği kar yığınına küreğini dayadı. Kar yığını ahırla hemen hemen aynı yükseklikteydi ve o, başını kaldırıp bir sigara yaktı. Artık askerlerin yalnızca seslerini işitiyor, söylediklerini anlamıyordu. Sigarasını bitirene kadar ne yerinden kıpırdadı ne gözlerini kardan ayırdı. Öylece bakıyordu. Düşünmeyi bırakalı bir hayli olmuştu zaten. En yakınındaki kağnıya doğru yürüdü. Kağnıların arkasındaki bembeyaz, fillere benzeyen tepelerde hiçbir değişiklik göremedi. Her zamanki gibi hareketsiz ve heybetliydiler. Lajos kasabaya baskın yaptıkları gün kıyımın ortasında dolanmaktan, kandan, parçalanmış etten, kemikten, yaylım ateşlerinden, hücreden ve kendinden usanınca dağlara kaçıp saklanmayı çok düşünmüş ama alışkanlıklarını terk edememiş ve tümünü -emirleri, hakaretleri, uykusuzluğu, palyaçoluğu ve kanı- kabullenivermişti.

Atın mahmuzlarından tutunca annesini hatırladı. Onun da gözleri böyle büyüktü. “Ölecek,” dedi ata Lajos. “Yakında ölecek ve haberim bile olmayacak. Eve döndüğümde. Dönebilir miyim sence eve, mezarını bilen bir kişiye rastlarsam eğer sevinmem gerekir değil mi?” At kişneyerek başını öte tarafa çevirdi. “Ben üzülmüyorum,” diye devam etti. “Annemi hatırladığıma üzülüyorum sadece, ölmesi umurumda değil. Anla işte. Bu koca dünyada ne kadar yalnız olduğumu anla.” Eliyle atın yanağını okşarken, ninninin sözlerini mırıldandı.

“Sessiz gökyüzü battı, şehir uyuyor.

Sen de uyu evlat.

Uykunda peri masalı, hikâyeleri hayal edebilir misin?

Güzel çocuğum, hayal et.”

Bu eski Macar ninnisini beşiğine girdiği günden on dört yaşında babasını kaybettiği güne kadar her gece annesinden dinlemişti. Hele ki dünyanın haksızlık, kin, zulüm, nefret ve musibetlerinden habersiz yoksul yaşantısında annesi ninniyi ıslıkla çaldı mı en büyük umutların, en keskin arzuların ve en yüce güzelliklerin bulunduğu kocaman bir şehirde yaşadığını hayal eder, huzurlu ve mesut olmanın hazzıyla bazı geceler kendini tutamayıp annesi odadan çıkınca ağlamaya başlardı.

Kocaman bir kartopu atın suratına çarpınca at kafasını sallayıp öfkeyle kişnerken Lajos irkildi.

Beş asker ellerindeki kartoplarını Lajos’a ardı ardına fırlatarak üstüne geliyordu. Lajos önce atı sakinleştirmeye çabaladı ama ne yaptıysa kâr etmedi. Tertipleri kartoplarını hâlâ fırlatıyor ve koşuyorlardı. Duracakları yoktu. Onu duymuyorlardı. Eliyle yüzünü ve başını koruyarak kaçmaya başladı. Kahkahalar, kartopları ve botlarının altında ezilen karlar… Henüz on adım atmamıştı ki içine taş parçası konmuş bir kartopu başına çarpınca sendeledi, dizlerinin üzerine düştü. Sıcak, vıcık vıcık kanla eli ıslandığında soluğu kesildi. Elini kesip koparacaktı. Ne tetiğe basmış, ne sapanı yontabilmişti. Bu ikinciydi. İstemeden de olsa düşündü. Yorgunluğu da artık katlanılmaz bir hale ulaşmıştı. Tekrar koşmaya başladı. Bacaklarını hissetmiyordu. Ahırın yanına geldiğinde biriktirdiği kar yığının arkasına geçti. Durdu. Sırtını kar yığınına dayayıp eline bulaşmış kana baktı. Sonra ellerini, parmaklarını ve havayı kokladı. “Hele şükür,” dedi. Gülümsedi. “Ölüyorum! Kurtuluyorum palyaçoluktan, hele şükür kurtuluyorum!” Sustu. İfadesi donuktu. “Öleceğim, evet öleceğim ama o zaman neden korkuyorum hâlâ?” Kendini bıraktı. Yavaşça aşağı kayarken ağzından çıkan dumanlardan başka hiçbir şeyi seçemiyordu. Ayaklarını ileri uzattı. Postalların, kahkahaların ve havada süzülen kartoplarının sesi gittikçe belirginleşiyordu. İstiflenmiş kar yığını birdenbire üzerine devrilince Lajos kaçmayı bile akıl edemedi.

Soğuk ve bembeyaz mağaranın içinde titreye titreye ninniyi tamamladı.

“Kalbinin şarkısını dinle oğlum.

Beni tüm kalbinle sev,

Seni sevdiğim gibi canım.

Her zaman yanında olacağım,

Küçük oğlum, sana iyi geceler dilerim.”

Lajos’un bayıldığını duyup dalga geçmeyen tek bir kişi bile kalmamasına rağmen asabını bozan Teğmen Tibor oldu. Yere düşürdüğü Uşanka tipi şapkasını ayağına kadar getirdiğinde şamatayı kaçırdığına üzüldüğünü söyledi.

Lajos gözünü delikten uzaklaştırırken teğmen bıyıklarına badem yağı sürüyordu. Başına gelenleri hatırlamak canını iyice sıktı. Biliyordu, Teğmen Tibor elinden tutsa her şeyi düzeltebilir, palyaçoluktan kurtulurdu. Onun yüzünden palyaçoydu ve ancak o kurtarabilirdi. Gözüne girmek için ne yapması gerektiği hakkında bir fikri yoktu. Çevresine baktı. Gökyüzü simsiyah, her yer sessiz ve karanlıktı. Sakalsız suratını kaşıyıp kimseye haber vermeden işini halletmesi gerekiyordu. Bu aksiliklerin onu bulmasına artık katlanamıyor, güçlü duracağı yerde rezil bir şekilde tökezliyordu. Başını yokladı. Hâlâ sızlıyordu ama kötü durumda değildi. Eline sardığı bez de gittikçe kırmızılaşıyordu. Pansuman lazımdı. İltihap kapıp ya da bitlenip yatağa düşerse daha fenası bu şekilde ölürse şamatayı asıl o zaman kendisi görürdü. Revire gitmeyi göze alamayıp karargâhtan uzaklaştı.

Sokağa çıkma yasağında sokaklar ıssızdı, sadece köpeklerin havlaması işitiliyor, ara sıra gezinen nöbetçi askerlerin postalları ve söyledikleri şarkılar duyuluyordu. Çatılarında kar birikmiş sıra sıra dizili basık ve kerpiç evlerin hizasında yürüyordu. Perdeleri çekili, pencereleri kapalı evler kümese benziyordu. Lajos bir anda dikkat kesildi. Adımlarını yavaşlattı, sessizleşti, soluğunu tuttu ve sırtını bir evin duvarına yaslayıp bekledi.

Dört askerin önünde yürüyen beyaz sakallı papaz hararetle elindeki kutsal kitabı okuyordu. Gecenin tılsımlı yüzü cehennemdi. Askerlerin ve papazın ağızlarından çıkan dumanlardan başka pek bir şey belirgin değildi ama karanlık ve sessiz gecenin ortasında kutsal kitaptan okunan sözcükler havanın içinde patlayıp yükseliyor, korkunç hatıralara benziyordu. Bir süre uzaktan uzağa onları seyretti Lajos. Kanayan eli soğuktan öyle sızlıyordu ki dayanamayıp yan sokağa saptı.

Hekimin evini sokağın sonunda buldu. Karların altında kaldığında her şey bembeyazken şimdi her şey zifiri karanlığa gömülüydü. Bahçenin tahta kapısını açıp içeri girdi. Dikkatli olması gerektiğinin bilincindeydi. Ne ile karşılaşacağını bilmediğinden kuşkusu gittikçe artıyor, kesik kesik soluk alıyordu. Revire gitmediğine de pişmandı. Öldürülmekten korktu ama postalının ucuyla evin kapısına sertçe vurunca kuşkularını silip attı kafasından.

Başı kapalı ihtiyar bir kadın açtı kapıyı. Lajos tüfeği sağlam eliyle tutmuş, namlunun ucunu ileri doğrultmuştu. İhtiyar kadın öylece durmuş, dikiliyordu. Birkaç saniye birbirlerine baktıktan sonra Lajos namlunun ucuyla kadını kenara itekleyip içeri daldı. Döküm sobanın olduğu odada kimse yoktu. Öteki odaya girdi. Burada da kimseyi göremedi. Ev hepi topu iki odaydı ve çok az eşya vardı.

Lajos pencerenin yanındaki ahşap masaya çöktü. Sobanın antenlerine asılı eldivenlerden su damlıyordu. Tüfeğini bacaklarının arasına koydu. Gözlerini ihtiyar kadından ayırmadan soğuk, sakin, “Eğer on dakika sonra,” dedi, “bu evden sağ çıkıp karargâha dönemezsem seni de, sakladığın devrimcileri de, artık kim varsa, öldürüp cesetlerinizi köpeklere yedirecekler.” Lajos, Teğmen Tibor’u taklit ettiğinin farkındaydı. Artık daha rahat soluk alabiliyor ve korkmuyordu. “Teğmen Tibor’un buraya geldiğimden haberi var. Rahibin bile var. Revir doluydu. Kasabanın hekimi sensin değil mi?”

İhtiyar, evet anlamında başını salladı.

Lajos gözlerini sıvası dökülmüş duvara sabitleyip bezi sıyırdı. “Çok mu kötü?” diye sordu.

Hekim gözlerini kıstı. Alnındaki kırışıklıklar belirginleşmişti. “Pek değil,” dedi. “Pansuman gerek sadece.” Bezi alıp yan odaya geçti. İçinde iğnelerle, ipliklerle, sargı bezleriyle ve rengârenk sıvılarla dolu şişeler olan kutuyla hemen geri geldi. Yeşil şişeyi alıp içindeki sıvıyı avucuna dökerken “İyi gelir bu,” dedi. “Yakar ama temizler de. Sonrasında hiçbir şey hissetmeyeceksiniz.”

Pansuman boyunca Lajos dizlerini ve dişlerini sıktı, hekimin elindeki iğne ipliğe bakmadan sessizce oturdu. Hekim de tek kelime etmedi. Birbirlerini yoklamadılar. Sadece dışarıdaki ıslığı duydular, o kadar. Lajos bir ara, tuhaf bir dalgalanma hissetti. Başını çevirdi. Yan odanın kapısından başını ileri uzatmış, on altı, on yedi yaşlarında bir kız çocuğu gördü. Saçları sıfıra vurulmuş. Alnı dümdüz. Uzun burunlu, uzun kulaklı ve tavşan dişli. Lajos kızın büyük, yeşil gözlerine hayranlıkla bakarken onu hemen tanıdı. İrkildi ama tuttu kendini.

“Kızın mı?” diye sordu sert bir selse.

“Ne?”

Hekim omzunun üzerinden arkasına baktığında kız odaya sıvıştı.

“Hayır,” dedi. “Katlettiğiniz bir Türk’ün kızı.”

“Güzelmiş,” dedi Lajos. “İsmi ne?”

Cevap yoktu.

“Söylemezseniz gidip kendim öğrenirim.“

“Eleonora.”

“Annesi mi orospu çocuğu babası mı?” diye sordu.

“Annesi.”

“Nerede saklanıyordu? Hiçbir yerde göremedim.”

“Saklanmıyordu ki. Yatağında uyuyordu.” Gülümsedi. “Siz iyi bir insansınız,” dedi. “O gün başkanı öldürmeyince hepimiz size hayran kaldık.”

Lajos öfkeyle, “O gün,” dedi “annemi kaybettim diye öldüremedim. Yoksa gözümü kırpmadan öldürürdüm.” Söylediği yalan hoşuna gitti. “Artık palyaço değilim anlayacağınız.”

Pansuman bitti. Hekim temiz bir bezle Lajos’un elini sararken huzursuzdu ve göz ucuyla askeri yokluyordu. “Hemen toparlarsınız, merak etmeyin.” Eşyalarını kutuya yerleştirip kenara koydu. “Beş, altı gün sonra sargıyı çıkarabilirsiniz.” Sobanın yanına istiflenmiş odunlardan birini sobaya attıktan sonra dış kapıya yürüdü.

Lajos ayağa kalkarken Eleonora’nın girdiği odaya bakıyordu. Sobanın antenlerine asılı eldivenin tekini alıp sağlam eline geçirdi. “Bu kadar acele etmeyin,” dedi hekime. Bakışlarını odaya dikiliydi. “Gideceğim. Gideceğim ama elim iyileşsin, sargıyı tek başıma çıkaramam, tekrar geleceğim.” Kapıyı sonuna kadar açmış hekim hâlâ kendisine bakıyordu. Sinsice gülümsedi. “Eldiveni de geri getiririm. Baksanıza şu havaya. Orospunun bu havalarda üşümesini istemem.”

Lajos hekimin evinden çıktı. Sonra birdenbire durdu.

Kapı kapanmak üzereyken, “Kıza söyle yanıma gelsin,” dedi.

Hekim gerisin geri gidip gözden kaybolduğunda Lajos derin bir soluk aldı. Rahatladı. Hava daha da soğumuş, her yer daha da sessizleşmişti. Hiçbir sorun çıkmadan işini hallettiğine sevinmesine rağmen başka bir şey vardı aklında. Çocukluğundaki gibi annesinin ona ninni okuduğunu zannetti. Bulutların tepesinde, sessizlik, özgürlük, sakin ve huzurlu bir çerçevedeydi sanki.

Önde Eleonora, arkasında hekim kapı ağzında dikildi. Tek kelime etmeden askere bakıyorlardı.

“Hadi,” diye bağırdı Lajos, “sabaha kadar bekleyemem bu soğukta.”

Eleonora ayaklarında patikle karların üzerine basa basa evden çıkarken Lajos üniformasının cebinden sapanını çıkardı.

“Senden,” dedi, “daha küçüktüm. Babam kuşları vurayım diye yapmıştı bana ama hiç kullanmadım. Kullanmak istemedim. Hatıra işte, yıllar geçti, atamadım da.” Eleonora kaygıyla bakıyordu askerin suratına. “Korkma bu kadar. Hediye sadece. Küçük bir hediye.”

“Ağabeyimi öldürdünüz,” dedi kız. Gözleri o günkü gibi nefretle parladı tekrar. “Babamı öldürdünüz. Annemi fahişe yaptınız. İstemiyorum hediyenizi. Hiçbir şeyinizi istemiyorum. Defolup gitmenizi istiyorum sadece.”

“Ben kimseyi öldürmedim. İnanmanızı beklemiyorum ama öldürmedim. Kuşları bile vuramadım ki zaten.“ Sapanı uzatırken fısıltıyla, “Aramızda kalsın,” diye devam etti “palyaçoluktan keyif alıyorum. Çok keyif alıyorum.”

Eleonora sapanı aldığında Lajos gülümseyerek karargâhın yolunu tuttu.

Uzun zaman sonra iyi hissettiğini sezinledi. İçindekiler az da olsa çözülüyordu. O kadar mutluydu ki tarif edemezdi. Kızın ürkek bakışları, gözleri. Özellikle gözleri. Lajos hissettiklerini saklamayı becerebilmişti. “Tam Teğmen Tibor’a döndüm,” dedi kendi kendine, “ama yine de kendimi iyi tuttum. İyi ki peşinden gitmedim, odasına girmedim. Rahatsız olurdu. Ne benim birini, ne bir başkasının beni rahatsız etmeye hakkı var. Böyle aptallıklara vakit ayırmam doğru değil. Kimsenin burnunu bile kanatmadım. Kanatmayacağım da. Eleonora, Eleonora… Ne kadar güzelsin, Eleonora!” Sokaklardan birine saptı. İki asker volta atıyordu. Yanlarına geldiler. Ayaküstü biraz lafladılar ama hemen yollarına düzüldüler. “En kısa zamanda eldiveni geri götüreceğim,” diye düşündü Lajos.

Camekânlarını dolunayın aydınlattığı karargâhın kapısında ileri geri yürüyen Teğmen Tibor sinirli görünüyordu. Askeri üniforması, çipil çipil gözleri ve badem yağı sürülmüş bıyıkları karanlık gecede parlarken az önce yıkanmış bir köpeğe benziyordu. Lajos az öteden ona bakıyordu. Bir yalan, bir bahane aradı ama bulamadı. Kaçacak bir delik yoktu. Kilisenin çanı ikiyi vurdu. Hücreye tekrardan girmekten korktu. İki gece daha aç karnına ve karanlıkta. Teğmen’in yanına seğirtti. İncecik sesiyle ama bağırarak -sargılı eli arkasında- asker selamı verdi.

Teğmen önce şaşırdı ama sonra “Bu ne zevzeklik!” diye bağırdı. “Selam vermeyi mi unuttun?”

Lajos çekinerek sargılı elini sol dizine yapıştırınca Teğmen büyük bir kahkaha patlatarak merdivenlerden indi. “Geçen gün başını yardın, şimdi de bu mu?” diye sordu. Gözleri sargıya dikiliydi. “Devrimcilere öyle benziyorsun ki şaşıyorum bazen bizden olduğuna! Rahat, rahat.”

“Düştüm komutanım,” dedi. “Ayağım kaydı, düştüm.”

“Kutsala saygın olsun biraz. Neredesin kaç saattir?”

“Ağaçların oraya gittim, komutanım. İşemeye. Kaygandı her yer. Düştüm. Sizi rahatsız etmek istemedim.”

“Geldiğin yerde, evinde kenef mi yoktu? Asileri, fanatikleri, korkakları ve manyakları öldürdük diye barbar mı belledin bizi!” Derin derin soluk aldı. “Elin ne durumda?”

“İyi komutanım. Küçük bir sıyrık sadece.”

“Yarın daha iyi olması lazım.” Düşünceli düşünceli askere baktı. Bıyıklarına badem yağı sürdü ve sonra yaktığı sigarasından sıkı bir nefes çekti.

“İyi dinle beni,” dedi. “Bir kere söyleyeceğim ve tekrarlamayacağım. Palyaçoluktan kurtaracağım seni. Aptallıklardan kurtaracağım. İstemez misin? Bu sakarlıklar, aptallıklar hoşuna mı gidiyor yoksa?”

“Hayır, komutanım. Kimin hoşuna gider palyaçoluk?”

“Ateş edebilir misin?”

“Ederim, komutanım.”

“Şu ağacı vurabilir misin mesela?”

“Vururum, komutanım.”

“Beni vurabilir misin?”

“Yapamam, komutanım!”

“Asileri, devrimcileri öldürebilir misin peki?”

Lajos’un aradığı fırsattı bu.

“Öldürürüm, komutanım!” dedi.

“Şimdi git, silahını, elbiselerini, aklını, her şeyini temizle ve sabahleyin hazır ol. Seni almaya gelecekler. Sana özel birini buldum. Kahraman olacaksın.”

“Ceza vermeyecek misiniz komutanım?”

“Sonra sonra,” dedi.

Lajos kışladaki yatağına girip battaniyeyle başını örttüğünde midesinin ağrıdığını hissediyor, bağırsaklarının patlayacağını düşünüyor ve zihninin parçalara ayrılıp soğuk duvarlara yayılacağından korkuyordu. Palyaço olmaktan tiksinmiş, kahkahalardan bıkmıştı, hepsi bu kadardı ama yorucuydu. Sesler, sözler kesilse dudakları kilitlense unuturdu olanları. Öte taraftan, “Eleonora! Eleonora!” diyordu. Gözleri, ürkekliği, çirkinliği ve incecik bedeni. Şu işi hallettikten sonra onu tekrar görmeye gidecek, eldiveni geri verecekti. Gerçi şimdi bunların sırası değildi. Teğmen’in duvar dibine dikeceği kişiyi gözlerinin önüne getirmeye çalışıyordu. Boyunu, kilosunu, yaşını, cinsiyetini. Duvar dibine dizilmişlerin arasında Lajos’u kahramanlaştıracak kadar gözü kara ve sağlam bir düşman aklına gelmedi bir türlü. Sonra bir anda irkildi.

Battaniyenin altından çıktı. Derin derin soluk aldı. Çevresindeki yataklarda uyuyan askerlerin seslerini dinledi, kışladaki ağır kokuyu içine çekti. Korkuyla çevresini süzdü. “Yapamam,” diye fısıldadı dişlerinin arasından. “Papazı öldüremem. Herkesi öldürürüm belki… O da belki ama papazı öldüremem!” Papazı dört askerin önünde yürürken bağıra bağıra elindeki kutsal kitabı hararetle okuduğunu anımsadı. Yuvarlak yüzlü, omuzları geniş, beyaz sakallı ihtiyar İsa’nın yolcularındandı. Ömrü boyunca arzularından uzak durmuş, iyiliğin, güzelliğin ve erdemin peşinde koştururken elleri kolları bağlı bir halde akılsız bir palyaçonun onu öldüreceğini öğrense kim bilir Tanrı’ya ne kadar öfkelenirdi. Duvar dibinde sıra sıra dizilmiş devrimcilerin arasındaki papazdan dokuz metre uzakta, elinde tüfekle ayakta dikildiğini hayal etti. Aslında evet, kolay işti. Tetiğe bas, havayı yarıp dümdüz ilerleyen kurşunun vınlayan sesini unut ve rahibi etten, kemikten, binlerce hatıradan kurtar ve ruhunu İsa’nın kervanına kavuştur. Tam bir palyaçoya uygun bir kaderdi. Yataktan kalktı. Tuvalete koştu. Bir sigara içti. Göz kapakları yanıyordu. Elini yüzünü yıkayıp aynada kendine baktı. Gözlerinin içindeki korkuyu görünce içindeki hırsı, hıncı ve nefreti bastırmadı. Tersine, papazı öldürmeyi arzuladı. Eliyle yanağını tutup kızarana kadar çekti. Sırıttı. Elindeki ve başındaki sargıyı çıkarıp bir kenara fırlattı. Teğmen’in kahkahasını tekrar işitti. Bir daha gülemeyeceklerdi. Meydanda, sessizliğin ortasında patlayan silah seslerinin gücüyle güçlü olmakta utanılacak bir şey yoktu. O özel kişi her kimse onu öldürecekti. Hayır, özel olan parmağı tetikte olandı. Bu düşünceyle tuvaletten çıktı. Tekrar yatağına gitti. Battaniyenin altına girdi. Yarınki sahneyi defalarca değiştirerek kurarken uyuyakaldı. Rüyasında güneşe doğru uçan simsiyah bir Albatros’un birdenbire yanmaya başladığını, rüzgârda dağılan küllerinin açık tabutta yatan ihtiyar Lajos’un üzerine döküldüğünü ve ağzından içeri girdiğini görünce irkilerek uyandı. Nedense annesinin öldüğünden emin oldu.

Sabahleyin yüzleri duvara dönük, ayakları sicimle bağlı, yan yana dizili devrimcilerin arkasındaki idam mangasında bulunan askerlerden biri de Lajos’tu. Teğmen Tibor henüz ortalıkta yoktu. Onu bekliyorlardı. Devrimcilere baktı ama papazı göremedi. Hangisini öldüreceğini düşündü. Tahmin etmeye çabaladı. Kara bulutlar ve karga sürüleri tepelerinde geziniyordu. Hava da soğuktu ama Lajos hiç mi hiç üşümüyordu. İdam mangasında yer aldığı için gururluydu. Çevresindeki askerlerin bakışlarına aldırmıyor, kimseye yüz vermemeye çalışıyordu. Bugün şahit olacaklardı. Kendini gülünç durumdan kurtarmasının tek yolu buydu. Dokuz metre uzağındaki tanımadığı kişiyi öldürmek kendisinin yaşaması demekti. Kararı kesindi. Eğer papazsa papazı öldürecekti, annesiyse annesini öldürecekti. Emir böyleydi ve o da suçsuz sayılırdı. Bu yüzden İsa’yı da öldürürdü. İki gece daha başkaları yüzünden karanlıkta aç karnına ağrıdan ve sızıdan başka hiçbir halt hissetmeden titreyerek sabahlayamazdı. Pür dikkatti ve Teğmen Tibor’un gözüne girmeyi her şeyden çok istiyordu. Teğmen onu idam mangasındaki askerlerden biri olarak görevlendirdiğinden beri kanının tazelendiğini hissediyor, karşısındakini öldürünce bambaşka birine dönüşeceğini kavrayabiliyordu.

Tüfeğini kontrol ettiğinde, askerler papazı getirdiler, duvarın dibine diktiler ve geri çekildiler. Lajos’un başı dönmeye başladı. Papazın sırtına bile bakamıyordu. Elleri titreye titreye tüfeğin namlusunu silerken ileri geri yürüyordu. Kendi kendine konuştuğunu farkında değildi.

Lajos aradan ne kadar zaman geçtiğini anlayamasa da, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladığı vakit, Teğmen Tibor’la genç bir askerin ortasında yürüyen Eleonora’yı görünce aklını oynattığını sandı.

Genç asker soğuktan titreyen Eleonora’yla ayakta dikilip beklerken Teğmen Lajos’un yanına geldi.

“Komutanım,” dedi Lajos alelacele. Selamını verdi. “Papaz,” dedi. “Papazı öldürmek çok kolay olacak. Kuşkunuz yok değil mi?”

“Sen nereden biliyorsun papazı öldüreceğini?”

“Dün gece gördüm, kolundan tutmuş, götürüyorlardı. Ben de düşününce…” Göz ucuyla Eleonora’ya baktı. “Bütün gece bunun hayalini kurdum.”

“Zannettiğimden daha akıllıymışsın ama işler değişti.” Teğmen Tibor yağmur yağmasına rağmen bıyıklarına badem yağı sürmeye başladı. “Artık her şey değişti,” dedi. “Sen değiştirdin. Nereye gittiğini öğrenmeyecek miyim sanıyordun?” Üniformasının cebinden sapanı çıkarıp genç askere baktı. Asker de, Eleonora’yı kolundan tutup duvar dibine götürdü ve papazla yer değiştirdi.

“Sonra vereceğim,” dedi Teğmen. Sapanı sallayıp duruyordu. “Verdiğin sözü yerine getirdikten sonra. Dün gece verdiğin sözü hatırlıyorsun değil mi?“

“Hatırlıyorum komutanım,”

“O zaman palyaçoluktan kurtulacaksın.”

Teğmen uzaklaşınca Lajos kafasını çevirdi ve Eleonora’ya baktı. Kendini kurtarmak zorundaydı. Aralarındaki dokuz metrelik mesafeye rağmen sanki yan yanaydılar. Sol gözünü kapadı, tüfeğin namlusunu kıza doğrulttu ve soluk soluğa emrin verilmesini bekledi. Yağmur damlaları namluların ucunda parlarken, soğuk hava ve yağan yağmur artık başını döndürmekle kalmıyor, babasının ölümüyle dili tutulan annesine dönüştüğünü biliyordu.

Lajos cebinden eldiveni çıkarıp koşa koşa Eleonora’nın yanına gitti. Her yerinden sular damlıyordu. Ağlamaktan gözaltları şiş şişti. Korkudan dudaklarının titriyordu. “Bunu hak etmiyorum,” dedi Lajos. Kızın yüzü bembeyazdı. Teğmen Tibor’un dikkatle kendisini seyrettiğini görmesine rağmen “Yalan söylemedim,” dedi Lajos. “Yemin ederim sana hiç yalan söylemedim.” Eldiveni kızın cebine sıkıştırıp yerine dönerken kız ağlamaya başladı.

Sessizlik koyu bir rengi andırırken herkes emrin verilmesini bekliyordu. Yağmur başladığı gibi birdenbire dindi. Teğmen Tibor, Lajos’un yanına gelip tepesinde dikildi. “Sen öldüreceksin,” dedi. “Palyaçoluktan kurtulmak istiyorsan bu kızı sen öldüreceksin.” Bakışları ifadesiz, donuktu. Bağırarak, “Vurun şunları,” dedi.

Tüfekler birbiri ardına patladığında duvar dibindekiler domino taşları gibi çamura devrildi ama Lajos’un eli hâlâ tetikteydi. Eleonora’nın sıfıra vurulmuş saçlarına, zangır zangır titreyen zayıf omuzlarına ve incecik bacaklarına bakıyordu. Onu kahramanlaştıracak ve palyaçoluktan kurtaracak özel kişi duvar dibinde dikili değildi. Yanı başındaydı. Teğmen’in alnındaki mavi damar ilk günkü kadar belirgindi ama Lajos korkmadı. “Palyaço olmaktan,” dedi soğuk soğuk gülümserken, “çok keyif alıyorum, komutanım.”

Bir el ateş edip Teğmen’i göğsünden vurdu. Eleonora’ya baktı. Göz gözeydiler. Bu sefer, eğer Eleonora da kabul ederse eldiveni hak ettiğini düşündü. Sakindi. Tüfeğin namlusunu çenesine dayadı. Palyaçoluğu geride bıraktığını anlarken, özgürlüğün sonsuz ateşini içinde hissedince bir el daha ateş etti.


Aziz Doğu

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page