top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Aziz Erdoğan- Kayıp

"Ona göre insan hiçbir zaman tamamlanamaz bir varlıktı. Bitmemiş bir beste, sayfaları yırtılmış telefon rehberi, oyunun ortasında perdesi kapanmış tiyatro, anılarının çoğunu kaybetmiş bir hafıza…"

Necip Tosun


"Bugün Cuma, pazardan mantı alayım da akşam bir güzel yeriz."

Oturduğu yerden bunu söyledi Fikret amca. Kimseler duymadı onu. Kendi kendine konuştu. Kendine söylerse unutmayacağını düşündü. Üniversitede öğrenmişti; bir ortama ne kadar duyu organı girerse unutmak o kadar zor olurdu. Hatırladı. Tekrarladı cümlesini. Emir kipini kullandı bu kez.

“Fikret eve giderken mantı al!”

Beş dakika sonra unutacağını bilemeyerek tekrarlayıp durdu kendini. Bir bant kaydı gibi, tekrara alınan bir şarkı, durmadan okunan bir şiir gibi.

Tam o anda gök gürlemeye başladı. Ardından havadaki tozu çamura çeviren bir yağmur. Yağmura aldırış etmeden denizi seyretmeye devam etti. Yağmur damlalarının denizde oluşturduğu halkaları seyretti. O halkalar büyüdü, büyüdü, büyüdü, Fikret amcayı yuttu. Ama o, hâlâ halkaların içinden kendine bakıyordu. Suda aksini görür gibi oldu ama tanımadı kendini. "Bu kim?" dedi. Eli yüzüne gitti. Burnuna dokundu, gözlerine, alnındaki kırışıklığa uzandı. Sonra sol kaşındaki yaraya. Unutmamıştı yarayı. Lisedeyken olmuştu. Birkaç kişi Gülnur'a sataşmıştı da hemen bitivermişti oracıkta. İyi dayak yemişti ama Gülnur'u korumuştu. Gördüğü ilk andan beri sevmişti onu. Bir ömrü onunla geçireceğini o an anlamıştı.

Elini çekti kaşından. Gözleri doldu. Cebinden çıkardığı mendille yaşlarını sildi. Sildikten sonra şöyle bir baktı mendile. Siyah bir "G" işlenmişti. Kokladı. Gülnur kokuyordu mendil, gül kokuyordu. Özenle katlayıp sol cebine koydu. Gülnur ait olduğu yerdeydi.

Kalkmaya çalıştı ama uyuşmuş bacakları onu yine sandalyeye oturttu. Yağmurdan ıslanıp alnına düşen saçlarını geriye doğru taradı. Babasından kalan en kıymetli parçaydı elindeki tarak. Birçok dişi kırılmıştı. Eskimişti. Rengi solmuştu. Ama değerliydi. Saçlarını her taradığında tenine değen, babasının elleri gibiydi, saçlarını okşayan babasının elleri. Kalktı sonra. Önünü daha iyi görebilmek için gözlüğündeki yağmur damlalarını sildi. Evinin yolunu tuttu.

Eski fotoğrafçıydı Fikret amca. Kaderi ona gülmemişti hiçbir zaman. En azından insanlar gülsün isterdi, bir saniyeliğine bile olsa herkes gülsün. En çok da kayınpederi yüzünden fotoğrafçı olmak istemişti. Kayınpederi çok sinirli biriydi. Gudubet, meymenetsiz, kaşları çatık, diliyle kötülükler saçan... Fotoğraf çekilirken bile gülmeyen bir adamdı, fotoğrafların alamayacağı bir adam. Ama Fikret amca öyle mi? Gülmek bir gonca gül gibi yerleşirdi dudaklarına, insanlara gülmeyi öğreten adamdı o.

Az önceki yağmur dinmiş, güneş açmıştı. Topunu alan çocuklar çoktan doldurmuştu sokakları. Elbiselerini telde unutanların dilinde eyvahlar vardı. Eve varmadan köşedeki markete uğradı. Bu onun her günkü rutiniydi. Eve varmadan markete uğrar, evdekiler veresiye bir şey yazdırmışsa ödemeden gitmezdi eve. Kimseye borçlu kalmak istemezdi.

"Merhaba, kolay gelsin İrfan."

"Hoşgeldin Fikret amca. Buyur, emret."

"Bizimkiler uğradı mı bugün?"

"Uğradılar Fikret amca."

"Ee, ne kadar bizim borç?"

"Peşin verdiler Fikret amca. Sen sabah dükkâna gitmeden üç beş kuruş bırakmışsın eve."

"..."

Kafasını kaşıdı. Eve para bırakıp bırakmadığını düşündü, sonra da evde birilerinin olup olmadığını. Hafızası onunla oyun oynuyordu yine. Dudaklarını bükerek çıktı marketten. İrfan'ın arkasından konuştuğunu bilmeden, haline acıdığını göremeden çıktı. Yokuşu indi. Yanından geçenlerin kim olduğunu bilmeden aldı selamlarını. Evinin olduğu sokağa sapmıştı. Soldan ikinci apartmandaydı ev. Altında fotoğrafçı vardı. Apartmana girmeden önce dükkânın önünde oturan Fotoğrafçı Selim'e selam verdi.

"Kolay gelsin Fikret."

Beş katlı apartmanın en son katında oturuyordu. Asansörün olmayışı nefes alış verişini hızlandırmıştı. Kapıya vardığında zile bastı. Öten kuş sesi susana kadar bekledi. Kimse açmadı kapıyı. Bir daha bastı. Bu sefer kuş daha uzun öttü. Yine kimse açmadı kapıyı. Tam geri dönecekti ki anahtarının olduğunu hatırladı. Pantolonunun kemer kısmına taktığı anahtarı aldı. İkinci çevirişinde kapı açıldı. Ayakkabısı çamur içindeydi. Kapının girişindeki mermere baktı. Oradaki ayak izine, "Hanım olsaydı çok kızardı," dedi. Keşke olsa da kızsa diye geçirdi içinden.

İçeri geçti. Ayakkabılarını buzdolabına yerleştirdi. İlk işi üzerini değiştirmek oldu. Yeni çoraplar giydi, gri atlet ve mavi bir don. Uzun uzun oduncu gömleğini aradı. Mutfakta olduğunu hatırladı. Bulaşık makinesinden çıkardığı gibi üzerine geçirdi. Pijamasız bir halde televizyonunun düğmesine bastı. Elindeki klima kumandasıyla kanalları değiştirmek istedi. Yapamayınca sinirlendi, çekti fişini.

Acıkmıştı. Banyoya gitti. Yan komşunun dün getirdiği çorba oradaydı hâlâ, içine ekmek doğranmış halde. Çorbasını içtikten sonra kitaplığının karşısına oturdu. Hafızası karşısında duruyordu. Kitaplardan birine uzandı. Kokladı ilkin kitabı. Hatırladı, okumaya başlamadan önce koklardı. Açtı. Altını çizdiği bir bölümü okudu yüksek sesle.

"Bastığım zemin daha önce de kaydı altımdan. Zemin kayıyor kaymasına ama hatırlamayı sürdürüyoruz, mutlak bir hafıza kaybı bu yüzden şart."*

Kitabı yerine yerleştirirken bir ıslaklık hissetti bacaklarında. O hâliyle yatağa uzandı.

"Bugün amma çok fotoğraf çektim," dedi, "Allaha bin şükür."

Sabah uyandığında sandalyesini kaptığı gibi dışarı çıktı. Denizi seyretmeye gidecekti yine. Ama önce karnını doyurması gerekti. Köşedeki kırtasiyeye uğrayıp iki simit aldı. Sağ olsun, kırtasiyeci Altan, Fikret amcanın her sabah geldiğini bilir, simit alırdı ona.

Bir elinde simitleri diğer elinde sandalyesiyle sahile vardı. Açtı katlanan sandalyesini. Kuruldu denize karşı. Elindeki simitleri ufak ufak martılara attı. Sonra denizin maviliğine daldı. Denizin ötesinden oğlu Ahmet'in sesini duyar gibi oldu.

"Baba, buradayım baba. Beni kurtar." Soluna döndü.

“Görüyor musun Gülnur? Ne güzel yüzüyor Ahmet.”

“Görüyorum Fikret, görüyorum. Sen de böyle yüzerdin eskiden. Timsah gibi. Kafan yukarıda, vücudun aşağıda olurdu.”

“Ne günlerdi be.”

“Baksana, o da senin gibi yüzüyor. Babası gibi.”

Ahmet'in sesini yine duyar gibi oldu.

"Baba kurtar beni, boğuluyorum."

Sonra gitti sesler. Solundaki Gülnur gitti. Simitlerini koyduğu poşet uçtu sonra. Sonra martılar. Duruldu deniz. Güneşe baktı, güneşin denize yansıyan ışıklarına. Acıktığını hissetti.

“Bugün Cuma,” dedi, “Hanım mantı yapmıştır.”


* Behçet Çelik – Gün Ortasında Arzu


Aziz Erdoğan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page