top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Başar Yılmaz- Mutluluktan Öleceğiz

“Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz”

Cemal Süreya


Kusura bakmayın, böyle palas pandıras gelmiş bulundum. Kuvvetle muhtemel beklemiyordunuz. Hakkınız var, aradan geçen onca zaman derin bir mesafe koyuyor araya; bunun idrakindeyim. Hatta tüm benliğimle o mesafenin beni alıkoymasına katlanarak yaşıyordum.

Ta ki dün geceye kadar.

Bekri Agâh ile meyhanedeydik. Tanımazsınız boşa zahmet buyurmayın. Cemiyettendir fakat eski tanışlardan sayılmaz. Yalnız hakiki insandır, müşfiktir; buna kısa vakitte kani oldum. Az biraz kalabalıktır ağzı ama dinlettirir de kendini. İzmir’e gittiğim vakitler ağırlar beni. Hem demlenir hem de dem tutarız Halis Usta’nın meyhanesinde.

Daha ziyade o anlatır ben dinlerdim. Fakat nasıl desem, dün gece bir başkaydı hâlim. Nedeni bilinmez bazen, öyle değil mi? Bekri’nin çilingir sohbeti mi yoksa sakladığım yaramın eriştiği katlanılmaz sancıdan mı bilmem, yılların tortusundan silkinir gibi dökülüverdim gem vurmadan.

Bekri’yi görecektiniz. Bir kartal gibi kanatlarını açtı, uzanıverdi öne doğru. Zannettim ki ağzımdan farkında olmadan kötü bir laf çıktı. Meğer benim bu sinmiş halimeymiş öfkesi.

“Yazık be kendine ettiğin zulme! Kurtul bu esaretten!” diye beni paylamasın mı…

Saydı sövdü halime. Bozuldum yalan yok. İçten içe öfkelendim de ilk an. Ne var ki hakikati konuşuyordu adam. Esasında o vakte kadar kendime dahi duyuramadığım sesim yankılanıyordu kulaklarımda. Nice sefer kıyısından döndüğüm yolu gösteriyordu. Böylesi gerekliymiş bana, bu sayede tecrübe ettim.

Uzatmayalım, ansızın kalktım masadan. Bekri bile şaştı kaldı o hararetli halime. Atladığım gibi bir taksiye, yarım saat oldu olmadı otogardaydım. Kafamda sözlerimi sayıklayarak vardım şehrinize. Son saatler uyumuşum. Hâlinden bıkkın muavin dürterek haber verdi geldiğimizi. Ezcümle, yorgun ama kararlı bir halde buradayım, görüyorsunuz ya…

İlk karşılaşmamız hatırınızda mıdır? Kadıköy’deki Hatay Restoran, epeyce soğuk bir Kasım akşamıydı, yanılmıyorsam cumaydı. Daireden Fethi sürüklemişti beni; cümle edebiyat cemiyeti orada kadeh tokuşturur diye. Munis bir oğlandı, şeytan tüyü de vardı hani. İçeri girdiğimizde masanızdaki meşhur Adnan Bey’i de tanıyor çıkmasın mı? Adnan Bey’in ısrarlı daveti ile utana sıkıla ilişmiştim masanın kenarına.

O masa ki devrin makbul edebiyatçıları ile çevrilmiş; hararetli bir sohbete dalmış entelijansiya arasında yaşımdan ve dahi tecrübemden mahcup, suskunlaşmıştım. Fakat siz, her birini okuduğum tefrikalarınız ve kitaplarınızdan hariç yalnızca siz; o gece o kulüpte geçireceğim her nevi yabancılık buhranına direnme vesilemdiniz.

Garipsediniz belki şu an. Belki de çoktan farkına vardığınız bir hakikattir bu, bilemiyorum. Fakat bundan sonra söyleyeceklerim kendi adıma apaçık itiraflardır. Size karşı bir kusur işlemekten korkarak amma ve lakin hiç olmadığım kadar gözü pek bir istekle anlatıyorum.

Zannediyorum ki biraz yorgun, az biraz da düşünceli bir gününüzdeydiniz. Narin ve beyaz boynunuz, kadeh tutan ince parmaklarınız, Monet’in kadınlarına yaraşan giysiniz ama en çok gözleriniz, muhakkak ki o hüzün saklamayı bilmeyen gözlerinizle karşımdaydınız. O loş meyhanenin en orta yerinde, güneşten kopmuş göz kamaştıran bir ışık gibi parladığınızdan habersiz olamazdınız.

Gitmekle kalmak arasında çırpınırken henüz görmeden bakışınızı üzerimde hissettim. Haklıydım. Vakur, kendinden emin ama bir yandan da feraha erdirecek bir açıklık arar gibi bakıyordunuz. Herkesin konuşacağınızı bilir gibi sustuğu anda işittim sizi.

“Şair olduğunuzu duydum.”

Öyle ya, şairdim. Gündüz dairede, geceleri imgelere memur bir şair. Neredeyse unutmuştum. O anki şaşkınlığımı anımsamamanızı umuyorum. Şiirlerimin hangi dergilerde yayımlandığını sordunuz. Yanınızdaki gümüş broşlu yayıncı hanım hatırladı ismimi. Takdir ve beğenisi gururlandırmak yerine karşınızda çok daha fazla heyecanlandırdı beni.

“Mutlaka okuyacağım, tekrardan karşılaştığımızda üzerine konuşmak isterim.”

“Tekrardan” kelimesinin yarattığı o eşsiz tesiri size nasıl anlatsam? Sözleriniz diyorum; ya paha biçilmez bir ihtimalin kavşağına veyahut karanlık bir keder çukuruna kavuşturacaktı beni o vakitten sonra. Farkında mıydınız?

O milatla birlikte değişti hayatın istikameti, hakikat bu. Gecenin sabaha yürüdüğü mesafe, kalemin kâğıda değdiği yer, ceket cebimdeki tütün artıkları, düş kırıntıları… Söyleseler, tüm bu tahavvül beni korkutur sanırdım, ne mümkün… Uçarı bir hevesle alıştım sanki.

Kalabalıklar içinde yalnız sizin varlığınızla alâkadar oldum fark ettirmeden. Ve yalnız kalabalıklar içinde sizi telaşsız yaşayabilirdim. Bu vaziyetten hiçbir zaman şikayetçi olmadım. Kalabalıkları kalkan edindim emsalsiz cazibenize karşı. Sanki baş başa kalsak sıcaklığınızla eriyecektim.

Redifler yineledik tahta masalarda. Dudaklarınızdan dökülen mısralarım başka hiçbir yerde okunmasın istedim. Ne kadar az konuştum yanınızda, olur ya size kalacak sözcükler eksilir diye. Rast geldiğimizi zannettiğiniz akşamları bekledim haberiniz olmadan. Başkalarına sandığınız şiirler yazdım adınıza. Toyluğuma şefkatle bakan gözlerinizde usanmadan bir tutku aradım.

Biliyor musunuz, bıraksanız sonsuza değin o hülyalı halimle yaşardım. Bir sarkacın ucunda sallanmak bu, yadsımıyorum. Hiçbir yere varamayan, dar bir açıda iki yöne gidip gelen nafile bir döngü. Yine de bıraksanız umarsızca sallanırdım. Fakat buna bilerek veya bilmeyerek müsaade etmediniz. Önce ayağınız kesildi restorandan. Öylesine sorar gibi izinizi aradım dostlarınızdan, bulamadım. Derken döneceğiniz konuşuldu alelade bir şeyden bahsedilir gibi. Neredeydiniz onca vakit, neden bunca zaman yoktunuz? İlkin bir mana bulamadım.

Sarhoş bir vakitte öğrendim o şairle evlendiğinizi. Rastlardım yanınızda, az biraz tanırdım; kanaatimce hayırsızın biriydi. Zihnimin bulanıklığından önümü göremez olduğun haftalar, aylar hatırlıyorum. Bir ara beni sormuşsunuz ortak ahbaplara, haberim oldu. Gönderecek bir yanıt bulamadım. Sükûnetle zamanın akmasını bekledim o ilk sarsıntı geride kaldığında.

Düşünüyorum da o zamanlar mevsimlerden neydi, kaç yağmur yağdı, kapıcı çöpleri almak için çaldı mı kapımı, selam verip aldım mı komşularımla, üst kattaki kadın hergele oğluna avazı çıkana kadar bağırdı mı terliği fırlatıp, bakkalın çırağı lotodan nasıl yattığını anlattı mı yine uzun uzadıya, Fethi uğradı mı koltuğunun altında bir köpek öldürenle, hatırlamıyorum… Anımsadıklarımsa kopuk kopuk.

Şarap içtim, sızdım, tam ayılmadan daireye gittim. Yüzlerini buruşturdular çapaklı gözlerime, ağız kokuma. Üç otuz paraya döküntü şiirler yazdım mecmualara. Karaköy’e indim. Bir fahişe el etti camdan; içim almadı, caydım. Ne kadar sürdü bu hâl; inanın bilemem. Silkindiğim an ise dün gibi aklımda.

Dairede oturmuş mesainin bitmesini, şarabıma kavuşmayı beklerken Fethi yanaşmıştı. Bir sır paylaşacağı zamanki yüz ifadesini ne zaman görsem tanırdım. Hayırsız şairin kumarda hatrı sayılır bir para batırdığını söyledi, aile yadigârı taşlı yüzüğünüzü kuyumcu Agop’a rehin verip borcun bir kısmını kapattığınızı bir de…

“Adam oynamaya devam ediyormuş, yüzük de gitmiş değerinin altında paraya boş yere,” dediğinde sanki yer altımdan kaydı.

O kertede hissettiğim büyük bir öfke miydi yoksa onulmaz bir sızı mı hâlâ bilmiyorum. Hatırladığım, huzursuz bir uykudan silkinip doğrulduğumdu.

Onca kararı bir çırpıda nasıl aldım, ne kadar düşünsem de tabiatımla bağdaştıramam. Rahmetli pederden kalma Eyüp’teki ufak dükkânı satmayı, Agop’a gidip yüzüğün borcunu – parayı benim verdiğimi söylerse dükkânını başına yıkacağım tehdidiyle – kapatmayı, memuriyetten istifa edip kalan parayla başka bir memlekette yeni bir hayat kurmayı kim olsa benden ummazdı, haksız mıyım?

Ne olur ruhunuzu incitmesin bu anlattıklarım. Belki de ömrümde ilk kez bu denli faydalı bir karar vermiştim. Yalnız sizin için değil, kendim için de en doğrusunu yapmıştım.

Gitmeden son kez sizi görmek istemesem belki de daha kolay olacaktı her şey ama o gün kendime engel olamadım.

Sizi o akşam Çakır Efe’nin çay bahçesinde bulduğumda gideceğimi tahmin etmiş gibi baktınız. Belki de hep böyleydi bu, öyle ya… Her manayı apaçık idrak ediyor, sarkacın o son bulmayan sallanışını kayıtsızlığınızla durdurmak istiyordunuz.

Tıpkı iri yıldızlara sonsuzca bakarken fısıldadığınız gibi, kelimelere meftun bırakılmış ölümsüz malullerdik biz. Hatay Restoran’da doldurduğumuz anı defterleri gibi hazin sahifelerdik.

“Bir ufuk arıyorum Şair.” dediniz en son. “Yelkenleri mutlulukla şişirerek rotasına dümen kırılacak bir ufuk, bulabilir misin?”

Ürkekliğimle bocaladım. Gözlerinizden kaçtım; ne sefil bir andı, anımsıyorum.

Şu vakit, zamanı geri getirebilseydim eğer, muhakkak ki bir nefeste sayıp dökebilirdim aklımdan geçenleri. Geç mi kalındı dersiniz? Yine de kilitli bir sandıkta kalmamalı, belki de esaslı bir ihtimal olmalı.

Serin bir şafak vakti yola koyulacağız, derdim geriye dönebilsek. Kaybedecek vakit yok, öyle ya…

Sanatçı kahvelerinin çayı henüz dem tutmamış olacak. Mahalle fırınından yayılan günün ilk ekmeğinin buğusu dolacak genzimize. Mahmur gözlerle vedalaşacağız İstanbul’un ıslak kaldırımlarıyla. Boğaza yaklaştığımızda uğurlar gibi bir vapur sesi duyulacak. Bir yanımız buruk olacak belki fakat diğer yanımız alabildiğince umutla dolacak.

Sabahın ilk vapuru bizi Üsküdar’a atacak. Haydarpaşa’dan bir tren o sabah bizim için kalkacak. Üstünüzde narin bedeninizi sakınır gibi sarmalayan o hâki pardösü, boynunuzda gözlerinizin rengini perçinleyen o yeşil atkı olacak. Elleriniz sabah ayazında üşümekten kızarmış, birbirine sokulacak. Sıcak bir bardak çay bırakacağım avuçlarınıza. Gözleriniz neşeyle ışıldayacak.

Raylar boyu serviler göreceğiz. Yalın ayak çocuklar, çift süren köylüler, manolyalar… Soluk ve sessiz kasabalar geçeceğiz birer birer. Kısmetimizde varsa sırtı pas renginde bir ispinozun ötüşü düşecek payımıza. Başınız omzuma yaslı, karşı konulmaz bir uykuya dalacaksınız. Yüzünüzde dışarıyı izlerken beliren o sevecen tebessüm asılı kalacak.

Adıyaman’da uzak köylerin birinde konaklayacağız. Evin kadını elleri ile ördüğü renkli yün patiklerden geçirecek ayaklarınıza. Mahcup gülümseyeceksiniz. Alaca çorba, dövmeç, kaçak çay… Soğukta büzülen damarlarımız genişleyecek. Evin gül yanaklı kızı acemi bir merakla bizi süzecek. Ruhunuz o kız çocuğunun çitlembik haliyle kamaşacak.

Midyat’ta testilerden Süryani şarabı içeceğiz ay ışığında otururken. Birbirine harmanlanacak soluklarımız. Ve yine siz, yakası açılmadık öyküler mırıldanacaksınız gecenin koynunda. Yalnız benim işittiğim, hatırımda kalmaz diye zihnime kazımaya giriştiğim öyküler saracak dört yanımızı. Gün ağarırken yeniden hatırlanmak üzere unutmuş olacağız.

Dicle kıyısında sal üstündeki balıkçıları izleyeceğiz merakla. Diyarbakır Kalesi’nin burçlarından Hevsel bahçelerini seyre dalacağız. Kışın yedirecek saman bulamamış sahibin saldığı bir yılkı atı geçecek önümüzdeki ovadan. Yelelerini savurarak, soluk soluğa ilerleyişine tanık olacağız. Onu hayranlıkla takip eden gözlerinize tutulacağım yüreğimde zamanı durdurma hevesiyle. O gözlerin, öylece baktığı bir yönde olabilmenin hayaline dalacağım.

Zaman, tüm renkleri soldurup ağartsa da hâlâ işe yarar bir yol var, bilmelisiniz. Şiirler var eskiden kalma, sıcaklığına sığınılacak öyküler var. Yüzümüzü okşayacak bir tanyeli, sükûta erdirecek şarkılar var. Umuda açız belki, belki de çoraklaştı hevesler. Fakat su verdikçe ummadığımız anda yeşerebilir çiçekler var.

Yüzüm beni anlatmadı. Sözlerimse utangaç bir çocuk gibi saklandı sizden. Üstelik bunca hasret ve bunca sene, bunca sevdalı bakış ve sevda sözleri varken. Belki de tüm bunlar için bir mezar taşı mı bekledin şair, diyeceksiniz.

Fakat geçmiş bir hayaldi belki; gerçeklerse tüm imkânsızlıklara rağmen şimdi…

Uzatın ellerinizi. Dün çok geçti, şimdi vakitlice gitmeliyiz.


Başar Yılmaz











0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page