top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Bera Sancaklı- Yalımı Dikili

Yardımcım, onun mezarlıkta insanları çekiştiren biri olduğunu söylediğinde onunla konuşmam gerektiğini biliyordum. Şüphesiz bahçeme aldığım onca insan arasında en ilginci oydu. Memnuniyetsiz ve pesimist dünya görüşüyle mutlu olmayı öğrenebilmiş nadir kişilerdendi. “Kendimle barışık değilim ama kendimle barışık olmamakla barışığım,” dediği bir gün vardı. Sevdiği iki arkadaşıyla piknik yaparken dile getirmişti bunu.

Birkaç dönü önce kendi köşkünün önündeki meyve ağaçlarının yasak olmadığını öğrenmişti. Özel bir çaba göstermeden komik olan insanlardandı. Yaşı henüz beşken annesinin ona, “Ölen çocuklar cennete giderler,” demesi üzerine, “Neden büyüyüp riske gireyim ki?” diye düşünüp intihar etmeye karar vermiş ama çikolatalı ıslak kekin kokusu uğruna bundan hemen vazgeçmişti.

Onun hakkındaki detayları inceledikçe şaşırtıcı birçok şey anlatabilirdim ama şu an ilgilendiğim bu değildi. Yardımcılarımdan birine, “Ümit’i bana getirtin,” dedim. “Siz istersiniz de hemen olmaz mı?” dediler. Onu, vadinin arkasında kalan ovada bekleyecektim. Nehrin, kıvrıla kıvrıla böldüğü bu düzlüğü izleyip uzaktaki çiçek tarlalarının büyüsüne minnettar olabilirdi. Filmlerle özdeşleştireceği küçük bir su değirmenine bağlı müstakil eve yaklaşmadan edemeyecek biriydi.

Saniyeler dakikaları, dakikalar da saatleri ördü ve hiç zaman geçmemiş gibi bir sürede evin kapısını gıcırdayarak açan Ümit, doğrudan benim gözlerime bakıp, “Affedersiniz, burada kimse yok sanıyordum,” dedi.

“Önemli değil Ümit, gel otur,” diyerek karşımdaki sallanan sandalyeyi işaret ettim. Değirmene bakan camın altında kalan küçük şömine ateşine hayranlık ve kuşkuyla baktı.

“Siz… O musunuz?”

“Evet.”

Tereddütlerini adımlarıyla atarak bana yaklaşıp sandalyeye oturdu. Bahçemde terleyemezdi ama gergin olabilirdi. Tebessüm etmekle yetindim. Bunun insan evladı için rahatlatıcı bir etkiye sahip olmasını istemiştim. Güvenebileceği bir yönü tayin etmek bana güvenmesine beklemekten daha kolaydı.

Sandalyeye yayıldı ve sallanmaya başladı. Biraz odayı süzmesinin ardından bir dostuyla konuşur gibi, “Şimdi ne olacak?” dedi.

“Yardımcımla ilginç bir anı paylaşmışsın. Mezarlıktaki tavrını ve sebeplerini merak ediyorum. Neler olduğunu bana anlatır mısın?”

“Zaten bilmiyor musun?”

“Bilmiyorum. Hatıraları, onu yaşayanlardan duymak her zaman daha gerçek geliyor. Bu yüzden kendim öğrenmiyorum.” Bilmediğime ikna olmamıştı bu yüzden, “En azından belli bir noktadan sonra takip etmiyorum,” dedim. Gözlerinden geçen pus, istediğim şeyi bana vermeye hazır olduğunu anlatmıştı.

“Bir sürü insan vardı işte…”

“Hayır,” diyerek sözünü kestim. “Tam olarak yardımcımla nasıl konuştuysan o şekilde anlatmanı istiyorum. Kestirip atarak değil.” Derin bir nefes aldı ve susuzluğunu hissetti. “İçecek bir şey ister misin?”

“Olur.”

Arkamdaki raftan iki kadeh alırken, Ümit, daha önce o rafın orada olup olmadığını düşünüyordu fakat buna fazla kafa yormadı. Pencereyi açıp değirmenin kadehlere soğuk sıvıyı doldurmasını bekledim ve sonrasında içeceği ona ikram ettim. Şüpheyle bir elindeki işlemeli cama bir dışarıdaki nehre bakıyordu. Yeniden sandalyeme oturup sallanmaya başladım. “Seni dinliyorum,” deyip kendi kadehimden bir yudum aldım.

“İnsanlar mezarlıklara girdiğinde ilk neyi fark eder?”

“Neyi?”

“Emin olması zor. Bence kirli beyaz mermerlerde yeşermiş yosunları, duası yazılmadan çakılmış tahtaları ve çökmemiş toprakları fark ediyorlar. Daha sonra taşlarda yazan isimleri okuyorlar. Fakat çoğunun fark etse bile kelimelere dökemediği bir şey var: Güneşli, cıvıl cıvıl bir günde, mezarlık ışıkla dolup taşsa bile o mekânın rengi daima gridir. Havası daima kararsız hissettiriyor. Sanki insanların yası o alana hapsolmuş gibi.”

“Sanırım öyle.”

“Bir arkadaşıma mezarlıkların neden bu kadar huzurlu hissettirdiğini sormuştum. Rahatsız edici olmasını bekler çünkü insan. Bir sürü gömülmüş ceset falan… O da bana, ‘Ölülerin söyleyeceği bir şey kalmadığından bu sessizlik huzurlu gelir insana,’ demişti.” Yüzümü buruşturup ona baktım. Amacım yargılamak değildi fakat o bunu öyle anladı. “Beni etkileyecek sözler değil tabii ki bunlar,” diyerek aceleyle lafını sürdürdü. “Bence bu boş bir edebiyat yapma hevesinin bir adım ötesi. Hani yağmur ve kahveyi birlikte güzelleyenlerin bir kitapta altını çizeceği türden laçkalaşmış bir drama. Hiç sabah vakti kırağıyı inceledin mi?” Bu soruyu tüm ciddiyetiyle sormuştu ama kime sorduğunu fark ettiğinde içten içe kendine kızıp sözlerine devam etti. “Kırağının düştüğü bir sabahta, gölgede kalmış bir çime basarsın. Ayağının kalıbı olduğu gibi çıkar oraya ama beş dakika sonra güneş gelip senin izini siliverir. Bu sözler de ona benziyor. Sanki olduğundan daha anlamlı görünmesini istediğin süslü cümleler gibi.”

Kadehinden bir yudum alıp dudaklarını çekiştirip, boynunu kastı. “Sık sık insanların senin isteklerine göre hareket etmesini mi beklersin?” dedim sakince.

“Hayır, tabii ki. Onlara ne yapmaları gerektiğini söylemiyorum zaten. Sadece zevkleri ve renkleri tartışıyorum. İnsanlar hep olduklarından fazlasıymış gibi davranmaya çalışıyor. Kim var ki duygularını hissettiği gibi yaşayan?”

“Birçok kişi sayabilirim.”

“Sen bilirsin tabii. Ben görmeden inanmam.” Bunu dedikten hemen sonra histerik bir şekilde gülmeye başladı. “Cenazeye gelmiş kuzenimi görmen gerek. Güneş gözlüğü takmıştı ama inan bana bunu gözlerindeki acıyı saklamak için yapmıyordu. Hatta yeterince üzülmediğini gizlemek için bile yapmış olabilir. Kim bilir? Belki de filmlerdeki gibi bir hava uyandıracağını düşünüp buna heveslenmiş bile olabilir. Ondan, sanki benim bir parçammış gibi nefret ederdim.”

“Yani cidden oturup mezarlıkta insanları süzüp eleştirdin.”

“Evet, öyle yaptım. Ölü bir yere kaçmıyordu ya!” Bir an için durup biraz ayarsız konuşup konuşmadığını düşündü ama bunu umursamak için çok geç olduğuna ikna olunca sözlerine devam etti. “Amcam da oradaydı. Masum bir görünüşü vardır ama kendisi ahlak pusulası şaşmış bir dengesizdir. Yıllar önce ticarete girmişti ama yüzde iki yüz kâr ediyordu. Önce malı satıyor sonra da alıcıyı takip edip malı ondan çalıyordu. Dolandırıcının teki anlayacağın. Ayrıca kırk yaşına gelmesine rağmen hâlâ borçlarını babaanneme ödetir. Kendi kazandığı parayı da tatillerde, birbirinden farklı sevgilileriyle yer. O ölseydi cenazesine katılmazdım ya da belki katılanları süzmek için gelebilirdim, bilemiyorum. İlginç bir çevresi olduğu açık.

“Daha da tuhafı, onun hemen yanında dayımın olmasıydı. Tesadüfün böylesi…”

“Tevafuk,” diye düzelttim.

Ürkek bir şekilde kekeleyerek, “O zamanlar benim için tesadüftü,” diyebildi. Kafamla onayladım onu ve gülümseyerek devam etmesini bekledim. “Dayım da amcamın bir türevidir. Belki biraz daha insaflısı. Mesela geçenlerde rahmetli dedeme kendisine araba almak için kredi çektirdi. Normalde kendi üstüne de alabilir krediyi ama köyünde ev yaptırdığı için fazladan bir masrafı da yüklenmek istemedi sanırım. Banka dedeme altmış beş yaş üstüne kredi vermediklerini söylediğinde, sağ olsun lütfetmiş, dedeme bir şey olursa diye kefil olmuş. Aradan bir ay geçti, dedem küt gitti. Tüm borcu da onun üzerine kaldı. Gerçi geçenlerde annemi teyzemlerle konuşurken duydum. Dayımı çekiştiriyorlardı. Sanırım bu dayım da borçlarını ödemek için ananeme dedemden kalan emekli maaşı tırtıklıyor. Bunun ahlaki boyutunu tartışamayacağım ama bana tuhaf geliyor. Ödeyemeyeceğin borcun altına girmemeli insan, değil mi?”

“Bu tip şeylerin kararını her zaman son ana bırakırım.”

Ümit, muzipçe gülümseyip, “Öyle görünüyor,” dedi. “Bir de diğer kuzenim olan teyzemin oğlu vardı. Nedense hiç uyumlu olmamamıza rağmen onunla iyi anlaşacağımıza her zaman çok emin oldum. Canımı sıktığı o son olaydan sonra bile böyle düşünüyordum. İlişkiler konusunda tavsiyesini alıyordum. Bana çok elitist ve egoist olduğumda alakalı bir nutuk attı. Kibrim, kişiliğimin önüne geçtiği sürece yalnızmışım, öyle dedi. Tuhaf gerçekten çünkü hiç kibirli bir insan olmadım. Bilmediğim bir konuda konuşurken görmezsin beni, kin tutan birisi de değilimdir. İntikam hikayelerini severim ama intikamcı biri değilimdir. Affetmeyi seviyor muyum emin değilim ama küçükken, hiç istemesem bile arkadaşlarıma birçok kez, ‘Tamam, barıştık,’ dediğimi hatırlıyorum. İnsanın karakteri değişir ama sınırlar aynı kalır bence. Mesela ben daha beş yaşındayken parkta bana vuran bir çocuk vardı. Ağlayarak babamın yanına gittiğimde babam, ‘Sen de çaksana bir tane,’ diye kızmıştı bana. Annem her seferinde gülerek anlatır bunu ama bence çok tatlı bir şey, ‘Ama onun da canı yanar,’ demiş olmam. Belki birçok insanın sinirine dokunuyorum ama genele vurduğunda iyi bir insan olduğuma da eminim.”

“Peki ya ailen için ne düşündün?”

Ümit, kaşlarını hafifçe çatıp doğrudan gözlerime baktı. Kendini saklamaya çalışmadı ama hiçbir şey de düşünmüyordu. “Yaşamımda mutlu olacağım her yolu kapatan insanlardan biri babam, diğeri de annem. Kötü insanlar değillerdi tabii, yanlış anlama. Sadece onlar üzülmesin diye kendimden o kadar çok fedakârlık yaptım ki o yorgunluk beni mahvetti sanırım. Cenazede yırtınırcasına ağlıyorlardı ama bana gerçek gibi gelmiyordu göz yaşları. İkna olamıyordum beni sevdiklerine, aksini kesin olarak bildiğim halde.”

Bahçemde hüzün yasaktı. Onun hislerini çekip almak istemedim, bu haksızlık olurdu ona. Teselli etmeyi uygun bulup usulca, “Seni sevdiklerine emin olabilirsin,” dedim.

Gözyaşlarının kaynağı mutluluğa dönüp, çenesine kadar düştü. Ümit onları elleriyle silerken, “Sanırım yaşarken bir konuda haklıydım,” dedi.

“Nedir o?”

“Ona inanmadığım için beni cehenneme atacak bir tanrının kibrine inanamıyordum. Cehennem olsa tükürür beni, demişimdir birçok kez… Şakasına tabii. Şimdi ise hem cennetindeyim hem de sende olmasını beklediğim kibirden eser yok.”

Kendi çapında bir iltifattı bu. Ben de ona şakayla karşılık verdim.

“Görmediğin şeye inanmazsın ama öldükten sonra düşüncelerin değişmezse, bahçem de seni tükürebilir.”


Bera Sancaklı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page