top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Berin Aral- Şen

Yas bir meyve değil ki olgunlaşınca düşsün.

Bugünü Şen’le geçirdik, iki yıldır hiç konuşmamıştık bile. Sabah arayınca şaşırdım. Bir kahve, dedi, tamam, dedim. Birkaç saat ,çok değil, kafede oturduk. Sağlık sorunları, çocuklar filan. Yaşlanmış Şen, alnının ortasında devasa bir çizgi belirmiş, bakır saçları solmuş, yanakları aşağı doğru inmiş. Bakışları küskün. Tam kalkarken, bu sene unutmuşum biliyor musun, dedi. Neyi, diye sormadım hemen anladım. Unutmasına sevindim. Sessizce birkaç dakika daha oturduk, kalktık sonra. Sıkı sıkı sarıldım ayrılırken, sıkıldı ben sarılınca, kopmak, gitmek istedi. Kim bilir belki de pişman oldu söylediğine. Eve dönerken anılar bir kuş sürüsü gibi koptu geldi. Tam on bir yıl geçmiş Mesut’un ölümünün üzerinden.

O günü hepimiz dün gibi hatırlıyoruz. Bir avuç insandık ama kendimizi kalabalık zannederdik, ne tuhaf. Hiç eksilmeyecek, hiç kopmayacak, hiç dağılmayacaktık. Birbirine benzemeyen yirmi insandık, küçük çatışmalarımız vardı tabii, küçük gruplar, ikili, üçlü, dörtlü. Daha yakın olanlar, daha uzak olanlar. Yirmi kişide de yirmi bin kişide de olanları biz beraber yaşadık. Ama o sabah, İbo hepimizi tek tek arayıp Mesut’un ölümünü haber verdiği o sabah hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmiyorduk.

Şen evdeymiş oysa, Mesut ofiste viskileri peş peşe devirip eve geldiğinde o uyumak üzereymiş. Midem kazınıyor dediğinde kızmış hatta. Aç karnına bu kadar içilir mi, diye söylenmiş. Çorba ısıtayım mı, diye sormuş gene de. Mesut istememiş. Birkaç kraker yeter, demiş. Formuna düşkün adamdı rahmetli. Çok yemezdi ama çok içerdi. Viski sever olmazsa şarap tercih ederdi. Evde şarap yapmışlığı bile vardı. Birkaç parça karabuğday gevreği kemirmiş, sonra da uyumuş. Şen alkol kokusundan pek hazzetmezdi. Hele de bir başkasının nefesinden yayılan kokudan. Kalkmış salondaki kanepeye gitmiş sabaha doğru. Çocukların biri yurtta kalıyor şehre uzak bir okulda okuduğundan, diğeri Amerika’da o zaman. Ev sessiz. Şen sabah ilk iş pencereleri açıp havalandırmış evi, çayı koymuş. Mutfak masasına küçük bir kahvaltı hazırlamış. Biraz beyaz peynir biraz zeytin. Duş yapmış sonra, kıvırcık saçlarını tepesinde toplamış. Asidir gür saçları, bıraktığı anda hacminin birkaç katına ulaşır. Bakır rengi saçları alamet-i farikasıdır Şen’in.

Sonra yatak odasına gitmiş, Mesut mışıl mışıl uyuyor diye sinir olmuş. Seslenmiş hafiften. Ofiste yapılacak işler çok, beraber çalışıyorlardı kocasıyla. Tınmamış Mesut. Yanına gidip omuzuna dokunmuş, çok hafiftir uykum, diye anlatırdı hep Mesut. Gene tık yok. E kalk ama artık, diye birazdan daha fazla sarsmış adamı. O anda anlamış, alnına dokunmuş, elini tutmuş. Buz gibiymiş. Hafif bir gülümseme varmış yüzünde. Şen donmuş kalmış. Sonra İbo’yu aramış. Çok yakın oturuyorlardı zaten. Beraber tatillere, konserlere gitmişlikleri çok o zamanlar. İbo Lale’yle beraber beş dakika sonra onlardaymış. Giderken nedense Aslı’yı da aramış. İbolarla Aslı’lar iyi görüşürlerdi. Ama Şen hiç sevmezdi Aslı’yı. Üstelik meslektaşlardı ama sürekli gülen ve sürekli evden çalışan kocası Bahadır’ı hor gören Aslı belki bir kere gitmiştir evine Şen’in. O da muhtemelen bir yılbaşı partisiydi, bizim yirmi kişinin dışında duyanın geldiği şahane ev partilerinden biriydi. Sirtaki dersi alan bir grup büyük şov yapmıştı o partide. Aslı Yunan müziklerini neden sevmediğini anlatmıştı birilerine, üstelik sirtaki yapanlardan birine. Baltayı hep taşa vururdu Aslı. Nasıl olduysa Bahadır gibi sabırlı, kibar bir adamı evlenmeye ikna etmiş, sonra da yemiş bitirmişti adamcağızı.

İşte o Aslı İbo’dan önce kapıda bitmiş. Dördüncü kattaki eve çıktıklarında Şen, sabah erken demlediği çaydan bir bardak koymuş kendine, çay önünde soğumuş. Islak saçları omuzlarına dökülmüş. Bildiğin buza kesmiş kadın. Aslı’yı görünce irkilmiş ama bir şey dememiş.

İbo’nun karısı Lale Şen’in yanına oturup sarılmış. Böyle böyle diye anlatmış Şen. Başıyla odayı işaret etmiş. İbo peşinde Aslı’yla gitmiş odaya. Bakmışlar ki kat kat battaniyenin altında yatıyor Mesut. Ne bulduysa örtmüş üstüne Şen. Isınmamış, katılaşmış üstelik rahmetli. İbo çok fena olmuş görünce, başı dönmüş oturmuş. Aslı şifonyerin üstünde bulduğu ipek bir fularla çenesini bağlamış önce. Cüzdanından çıkardığı bozuk paraları gözlerine koymuş. Tam o sırada içeriye girmiş Şen. Bir bağırmış buna, bir bağırmış. Hiç olmayacak şey hatta, siktir git evimden, demiş. Şen ki ağzından daha kötü bir laf çıkmamış mesela salak bile dememiş bir kadın. Paraları alıp fırlatmış kadına. Defol evimden, demiş. İpek fular takılı kalmış bir tek. Aslı hiç alınmamış, yastasın o yüzden kızmıyorum sana, demiş. Geçmiş mutfağa oturmuş hatta kendine kahve yapmış bir güzel.

İşte tüm bunlardan sonra İbo önce sağlık ocağını sonra karakolu, ofisten birilerini sonra bizi aramış.

Ben çocukları okula gönderip gittiğimde ortalık anacık babacık günüydü. Duyan gelmiş, Şen çevresinde sevilen biriydi sonuçta ama Mesut da saygı duyulan biriydi. Bir meslek erbabı, iyi bir mimar, çalışkan bir adam ama işte aykırı bir tipti bir yanıyla. Yakışıklı üstelik, hafif dalgalı saçları ensesini biraz geçer. Uzun boylu, kumral. Babası da mimarmış, annesi ressam. Çapkın bir ifadesi olurdu yüzünde kadın ya da erkek birisiyle konuşurken. Şeytan tüyü var derler ya öyle bir adam. Büyüleyici.

Şen’e baktım önce, balkonda oturmuş olayı anlatıyordu etrafındakilere, tuhaf bir hali vardı. Bu kız öyle çok konuşan çok anlatan biri değildi, diye düşündüm. Şaşırdım ama belli etmedim. Gittim sarılacak gibi oldum hafifçe itti beni. Ay gelen sarılıyor bir rahat bırakın insanı, dedi. Hemen geri çekildim. Tam bir sene önce ben de annemi kaybetmiştim henüz hâlâ üzüntüm tazeydi. Gerçi o tazeliğin eskimesi uzun yıllar alacaktı ama o zamanlar bunu bilmiyordum.

Yanındakiler bana anlamlı gözlerle baktılar, Lale o iyi kalbiyle kalkıp yanıma geldi. Zaten hüzünlü kadındır Lale, ağlamaktan güzel gözleri iyice şişmiş. Kimseler dokunsun istemiyor, bir de birileri, galiba teyzesi, bir ilaç vermiş kız katılıp kaldı ne ağlayabiliyor ne de susabiliyor, dedi. Bir eli omuzumda beni mutfağa doğru sürükledi. Keşke vermeselerdi, dedim, şimdi üstünden atladığı her şey düğüm olacak, çözülmeyecek. Başını salladı Lale. Öyle tabii ama ben de İbo’ya verdim bir tane, bilirsin o çok nahif adamdır, çabuk üzülür, çabuk içlenir, kaldıramaz böyle şeyleri, dedi. Sahi İbo nerede, diye sordum, başıyla kızların odasını işaret etti. Uyuyor, dedi.

Keşke Şen de biraz uyusa, diye mırıldandım. O artık epey bir zaman uyuyamaz, dedi üzüntüyle.

Mutfak tezgahında fokur fokur kaynayan iki elektrikli çaydanlık vardı. Ofisteki Asiye Hanım çoktan gelmiş çayları hazırlamış. Simitler, böreklerle dolmuş mutfak masası. Gelen eli dolu gelmiş. Bir an ben neden düşünmedim ki, diye hayıflandım. Hiç aklıma gelmemişti oysa cenaze evine eli boş gidilmezdi, bilirdim. Cenaze evi diye düşündüğümü fark edince irkildim, Mesut kalkıp gelecek, sabah sabah ne işiniz var burada, insanı bir uyutmadınız, diyecek. O havalı halleriyle kendine filtre kahve koyacak ve yarım yanak gülüşüyle, hamur yemekten öleceksiniz bir gün hepiniz, diyecek. Sanki.

Aslı mutfakta harıl harıl çalışıyor baktım da. Çay koyuyor, gelen boşları yıkıyor, Asiye Hanım’a dolaba kaldırılacakları işaret ediyor. Kısacık boyu var Aslı’nın ama yarısından çoğu toprağın altında bence. Öyle damarlı, öyle inat. Gitmemiş bak. Yapışmış kızın evine. Asiye Hanım kulağıma, inşallah Şen Hanım girmez mutfağa, diyor. Ay aman inşallah, diyorum. Beni gören Aslı neşeyle selam veriyor. Günaydın canım, diyor. Başımı sallıyorum. Bunun bu neşesi de tuhaf. Elime bir kupa çay tutuşturuyor sonra. Hava soğuk iç, diyor. Yapılacak bir şey var mı, diye soruyorum, lafımı kesiyor. Biz Asiye’yle her şeyi hallediyoruz üzme güzel canını, diyor. Güzelim canım niye üzülmesin böyle bir günde, diyorum şaşıp kalıyor. Hafif patlak gözleri üzerimde kalıyor. Sıkılıyorum kadından. Elimde bir kupa çayla salona geçiyorum. Kalabalık bir parti havasında devam ediyor hayatına. Bu ev partilere alışkın ne de olsa. Salonda kimi sessizce oturuyor telefonlarına bakıyor kimi küçük sesle aralarında konuşuyor. Hep bir Mesut sözcüğü duyuluyor. Son görüşmelerini ya da ilk tanışmalarını anlatıyorlar birbirlerine. Arada kendi yas dönemini, hastalıklarını anlatanlar da var. İçlerinden biri yaşça bizden büyük mimar bir abimiz, farklı siyasi tutumları nedeniyle nasıl kıyasıya tartıştıklarını anlatıyor yanındakilere. Tartışacağım tek kişi de gitti, diyor. Birileri bitmeyen zamları, hukuksuzlukları, twitter’dan öğrendiklerini anlatıyor, araya bir şaka sıkıştırıyor. Gülümser gibi olanlar utanarak kaşlarını çatıyorlar. Aslında Mesut liberal adamdı şu hükümeti durmadan eleştirenlere gıcık olurdu, illa her şeyi yanlış yapıyor diye düşünmeyin, derdi. Mesut’un yokluğu yavaşça hissediliyor.

Balkona doğru yürüyorum. Lale uzaktan bana bakıyor. Yok burada iyiyim işareti yapıyorum. Şen beni görünce, a hoş geldin güzelim, diyor. Aldın mı çayını, bana da bir kahve verir misin, diyor. Şaşırdığımı belli etmemeye çalışıyorum. Bütün bakışlar bana dönüyor. Mutfaktan kahve alıp getiriyorum. Şen elimi okşuyor alırken. Ağlayasım geliyor, kendimi tutuyorum.

Şen durmadan gece olanları anlatıyor. Uyumasaydım salonda Mesut hayattaydı şimdi, diyor. Uyumasaydım, çorba yapsaydım, yanında kalsaydım, diyor. En son yaptıkları iş şehir dışında yıkıntı halinde beş taş evdi, onu anlatıyor. Evleri yeniden yaratıp dekorasyon dergilerinin dikkatini çekecek bir hale dönüştürmüşlerdi. Mesut bütün görüşmeleri yaptı müşteriyle, bayılıyorlar Mesut’a diyor. Şen hep arka planda. Bütün hamaliye onda. Ama hiç yüksünmez. Taş evin bahçesinde yapılan kokteyli anlatıyor. Ev denemez aslında, diyor bir çeşit yerleşke, bahçesinde üç yüz yıllık ağaçların olduğu denizin dibinde, denizle iç içe şahane bir yer, diyor Şen. Bulanan bilinci durmadan bir konu bulup çıkarıyor, konuya konu ekliyor. Eve gelenleri hoş tutmaya çalışıyor. Acıyla izliyorum kadını. Sabah ambulansla karakol polislerinin aynı anda geldiğini, raporlar yazılırken sordukları soruları anlatıyor. O fular hala oradaydı, diyor. Sigara yakıyor üst üste.

Yavaşça geri çekiliyorum. Teyzesi elinde bir bardak su ve yeşil beyaz bir hap veriyor, iç kızım, diyor. Uslu uslu içiyor Şen. Üzülüyorum üzülemediğine.

Küçük kızı Duru yetişiyor son anda, büyüğü gelemiyor Amerika’dan. Ona da seviniyor Şen, kaldıramazdı bunları, iyi oldu görmediği, diyor yanındakilere. Küçük kız arkadaşlarının çemberi içinde şaşkın. Annesinin yanına gidiyor arada, annesi gülümsüyor kızına, sarılıp öpüyor. Çocuk endişeyle ve öfkeyle bakıyor annesine. Mutfaktan bir şeyler taşıyor arkadaşlarına, odaya kapanıp çıkmıyorlar oradan.

O gece geç saatte dönüyorum eve, ertesi gün cenaze var. Sabahına evdeki kalabalık artmış, ilk gün gelemeyenler utanarak taziyelerini bildiriyorlar Şen’e. Evin kapısı ardına kadar açık, zil sesinden bıkmışlar. Bizden olanlar servise yüklenmişler. Gelene gidene çay, kahve ve börek. Birbirimizin yüzüne bakamıyoruz, İbo sessizce ayrılacaktı Şen’den diyor. Şok oluyorum. Biri varmış hayatında. İçimden bir küfür sallıyorum. Biliyor muydu, diye başımla balkonu işaret ediyorum. Anlamıştır, diyor İbo. Bilenler çokmuş.

İkindide semtin camisinde namazı kılınıyor. Hep birlikte hakkımızı helal ediyoruz. Şen’e bakıyorum o ellerine, sanırım yüzüğüne bakıyor. Küçük kızı tabuta renkli çiçekler bırakıyor. Arkadaş çemberi her an sarıyor zavallıyı. Babasız kaldı artık ama hâlâ farkında değil, biliyorum.

Camiye gelenleri karşılıyoruz Lale’yle, yakalarına gülümseyen fotoğrafını iğneliyoruz. Gözleri kan çanağı bir kadın iki kişinin kolunda geliyor yanımıza, bir akraba herhalde diye düşünüyorum, bir kuzen belki. Ağlamaktan içi çıkıyor kadının. Caminin dışında bekliyorlar. Lale’yle bakışıyoruz.

Karacaahmet’de aile kabristanına defnedilecek diye adres veriliyor. Arabalar peş peşe yola çıkıyor. Hoca son duasını ederken Şen bir an önce evine dönmek istiyor mezarlıktan. Kimselere dokundurmuyor, tek başına eğik omuzları ve bakır saçlarıyla öylece tek başına duruyor. Hava buz gibi, ayaklar çamura bulanmış. Aile kabristanına bırakıp Mesut’u ellerimizi açıp dua ediyoruz günahlarımız için.

Uzakta bir ağacın altında genç bir kadın ağlıyor. Caminin dışında bekleyen kadını tanıyorum. İbo dikkatle kadına bakıyor. Mesut’un iş arkadaşlarından biri kadının yanına gidiyor, sarılıyor. Beraber bekliyorlar. Biz dönüş yoluna geçtiğimizde onlar doğuracakmış gibi şişkin duran çamurlaşmış yeni kapatılmış mezarlığa doğru ilerliyor. Birileri olayı fark etmiş, kim ki bu, diye fısıldaşıyor. Aslı, bu rahmetlinin sevgilisi galiba, diyor. Sus dememe kalmadan Duru duyuyor. Kimin sevgilisi anlamadım, diyor Aslı’ya. Aslı baltayı taşa vurduğunun farkında ama gene de susmuyor, susamıyor. Yani emin değilim, galiba, öyle bir şey duydum gibi şeyler zırvalıyor. Duru dönüp sert bir bakış atıyor geriye doğru, oraya doğru gidecek gibi oluyor arkadaşları sarılıp engelliyor. Orospu, diyor dişlerinin arasından. Kalabalığın çoğunluğu hak veriyor kıza. Aslı’ya mı sevgiliye mi söylediği anlaşılmıyor. Ağlıyor durmadan Duru, yalan söylüyor bu kadın diyor arkadaşlarına, yalan.

Şen çok üşüyerek biniyor arabaya. Geriye dönüp bakmıyor.

Sonrası bildiğiniz gibi işte, kalabalık bir süre daha işgal ediyor evi sonra yavaş yavaş herkes kendi hayatına dönüyor. Biz bir süre daha nöbetleşe gidiyoruz Şen’e. İbo’yla Lale daha çok. Aslı hiç gelmiyor.

Kızı da okula dönünce Şen sessizleşti iyice, gittiğimizde surat etti, gidip yattı kızların odasına. Biz bir başımıza oturduk bir süre, yemek yaptık, kahve hazırladık, evi toparladık. Kayıtsızlığı sürdükçe biz daha çok üzüldük. Bir ağlasa keşke, dedik. Hiç ağlamadı. Sonra bir gün bize, gelmeyin artık, dedi. İstemiyorum hiçbirinizi.

Bekliyorduk bunu. Sessizce dağıldık.

Belki de yas bir meyveydi olgunlaşınca düşen…


Berin Aral



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page