Öykü- Bilgin Bengi Birgi- Hiçliğin Ortasında
- İshakEdebiyat
- 4 dakika önce
- 6 dakikada okunur
Macide’nin mutsuzluğunun sebebini mahalleli de biliyordu bilmesine de, yine de sormadan edemiyorlardı. Onunsa verecek cevabı yoktu. İçini yakan boşluğun aklını başından aldığını kimseler bilmesin diye umursamaz gülümsemeye sığınıyor Kısmet diyordu.
Her sabah, kuşluk vaktine doğru uykusu bitir bitmez kapının önünde buluyordu kendini. Aklı çoktan sokağa fırlamış, çantasına asılmış gidiyordu. Bir pabuç geriden Macide’yi sürüklüyordu. Aklı önde ayakları arkada deli deli koşarken, yel yeperek yelken kürek gibi savruluyor, sağını solunu görmeden yürüyordu. Nereye gittiğini gizlemek istercesine, avucunun içinde sımsıkı tuttuğu çantasının sapına sarılıp her sabah başka sokaktan, yeni lüks inşaatlar bölgesinin önünde uzanan denize doğru yollara düşüyordu. Kendini çağıran güneşe doğru… Başındaki eşarbını ensesine yığacak kadar hızla yürüyor, sonra birden, denizin üzerinde yükselen kayalara geldiğinde bir iki saniye duruyordu. Etrafına bakıyor, onu izleyen göz var mı diye kontrol ediyordu. Sonra geceden kâğıda yazdığı dileğini kolunun uzandığı kadar uzağa, ufka fırlatıyor ve hiç arkasına bakmadan yüz geri dönüyordu.
Dönüş yolculuğunda hiç yalnız kalmıyordu. Sığınakta kulağı kesilip salıverilmiş, yaren arayan köpeklerden birkaçı mutlaka eve kadar eşlik ediyor, o da çantasına koyduğu akşamdan kalanlarla onları besliyordu.
SahikaçyılolmuştuSüleyman’laevleneli?
Gençlerin şehre göçtüğü, hepi topu iki yüz elli ev kalmış bu küçük kasabanın beş kilometre dışında, bu gecekonduda kaç yıldır yaşıyorlardı Süleyman’la?
Güzel kadındı Macide. Hamarat da…Yatalak anası ölene kadar hiçbir görücü kapısını çalmamıştı. Gecikip duran kısmeti, anasının toprağa verilmesinden üç ay sonra bir öğle vakti, kasabanın pazarında çıkmıştı karşısına. Süleyman kocaman elli, esmer, Arap Kadri misali bir pazarcıydı. O yıl cam kavanozlara kurduğu turşunun lahanalarını Süleyman’ın tezgâhından almış, sonra da bir kış birlikte yemişlerdi. Hayat ne tatlı sürprizlerle doluydu. Onca tezgâhın arasından Süleyman’ın tezgâhındaki lahanalar, sanki dünürcü başı kesilmiş, Macide’ye anne olacağını vaat etmişti.
Beşinci yıl;
Sahi…kaç yıl olmuştu Süleyman’la evleneli? “Ha bugün, ha yarın,” diye diye geçen beş koca yıl… O gün turşuya bastığı umut, şimdi içini kavuran sirkeye dönüşmüştü. Yaşıtları çoktan çoluk çocuğa karışmıştı.
Yedinci Yıl;
Hacer’in oğlunun okuldan çantasını savura savura sekmesini izlerken, içi her seferinde gerilmiş bir yay gibi oluyordu. Ne zaman nereye saplanacağı bilinmeyen bir boşluk, içinde dolanıp duruyordu.
Dokuzuncu yıl;
O kış, ince bir sızı sinsi sinsi karnına indi, postunu da serdi, oturdu. Ezcümle, koca kafalı sızı oraya hapsolmanın bütün hıncını Macide’den çıkarmaya başladı. Acıktığında içini kemirdi, susadığında kanını içti. Görümcesinin bulduğu doktora gide gele içindeki sızıyı ehlileştirdi ehlileştirmesine de sızıdan arta kalan ne kadar kanı varsa tüplerle hastanelerde bıraktı. Bu kez de kocasının karda kıyamette, yağmurda ve güneş altında pazarcılıktan kazandığı paraları hastane koridorlarında, eczane tezgâhlarında savurmanın derin pişmanlığı Macide’yi yiyip bitirdi. Bir boşluk doluyor, başka bir boşluk açılıyordu sanki.
Onuncu yıl;
Aralık ayında Süleyman başka bir iş buldu. Dayısının piyango bayiinde onun yerine durdu. Yılbaşı gecesi satılmamış kırk tane çeyrek yılbaşı biletini iade etmedi, eve getirdi. Ne büyük hovardalıktı bu. Bir ömrü masa üstüne serip Belkilere yatırmak gibi bir şeydi bu. Macide masanın üstüne yayılmış biletlerden birini kaşla göz arasında koynuna soktu. Biri görse Neden dese, verecek cevabı yoktu. Gece şans topları döndü, numaralar sıralandı. Süleyman kırk biletin otuz dokuzuna baktı, buruşturup masanın üzerindeki ay çekirdeklerinin kabukları arasına attı. Kaderine de kırk kez lanet etti. Lanetin birazını Macide üstüne alındı ama önemsemedi. İlk yalnız kaldığında bilete bakacak, Süleyman’a aslında ne kadar şanslı olduklarını gösterecekti. Yalnız kaldı ama şansından korktu. O yüzden karar verdi bakmayacaktı. Müjdeli habere kadar bekleyecekti. Sıralı listeyle bileti sandığa gizledi.
On ikinci yıl;
Görümcesi gecekonduyu bırakıp yeni yapılan alışveriş merkezine yakın bir apartman dairesine taşındı. Apartmanında, Alzheimer’ lı babaları için bakıcı arayan bir aile vardı. Süleyman’dan izin çıkınca Macide, Hasbi Amca’nın bakıcısı oldu. İnsan eti ağırdı ama Macide için katlanılabilirdi. Yaşlı adamın altını temizliyor, ona yemeğini Hadi hamm diye diye çocuk besler gibi sabırla yediriyordu. Akşamüstü, çocukları gelmeden onu bir güzel yıkayıp paklıyordu. Ertesi sabah her şey yeniden başlıyordu. Her gün aynı sabır, aynı döngü. Hasbi Amca her gün daha geriye savruluyordu. Bir çocuk için “öğrenmek” neyse, Hasbi Amca içinde “unutmak” oydu. Bir gün Beni artık sünnet ettirin! diye feryat ediyorsa, öbür gün Evlenecem bana kız bulun diye tutturuyordu. Macide bu yokuş aşağı yolculuğa metanetle eşlik ediyordu. Ne şefkatinden bir nebze uzaklaşıyordu ne de görevinden. Çocuk sahibi olmak artık uzak bir hayaldi onun için. Zaten yaşı da nerdeyse kırklarındaydı.
On üçüncü yıl;
Bir akşam evin gelini Macide’nin günlük raporunu bacaklarını birbirinin üzerinden kaydırarak dinlemiş, sonra;
“Nefesi kuvvetli bir Hoca Ana varmış, her derde devaymış yarın öğlene doğru, babamızı görmeye gelecek, kapıyı açarsın,” diye ertesi günün talimatını vermişti.
O nefesi kuvvetli hoca derdine derman olabilir miydi Macide’nin? Bütün gece uyuyamadı. Ev dar geldi. Sabaha karşı daldı. Rüyasında unuttuğu sızı dörtnala koşarak geri geldi. Aynı yere pişkin pişkin sırıtarak oturdu. Macide yakalamaya çalışıyor, sızı kaçıyordu. Tam yakaladı, kayalıklardan ufka savuracaktı ki kan ter içinde uyandı. Öğle vakti zil çaldı. Beklenen Hoca Ana gelmişti. Mercekten baktı Macide. Hoca Ana’nın bu kadar yakınında durup da bu kadar uzak görünmesinde “Bir hikmet vardır” diye düşündü. Kapıyı açtı. Hocayı Hasbi Amca’nın torunların arabasıyla oynadığı odaya götürdü. Ana yalnız kalmak istediğini belirtti.
“Sen bana bir orta kahve yapıver.”
Elinde orta kahve ile kapıda durup kulağını dayadı. Ana mırıldanıyor, Hasbi Amca ıhlıyordu. Tepsiyle içeri girdi. Hasbi Amca, “Bana yapmadın mı,” deyince Macide’nin aklı uçtu. Aylardır ilk kez bir yetişkinin sesiyle konuşmuştu.
Hoca Ana’yı yolcularken, elini öptü. Yanağını da... Sonra beklenmedik bir şey yapıp sarıldı ona Ana,
“Sen iyi bir kadınsın,” dedi. Macide bu söz üzerine cesaret buldu;
“Ana! Benim bir derdim var, “dedi.
Ana eğilmiş, ayakkabısının sıkışmış dilini çekiştiriyordu. Dikildi, yüzüne baktı. Macide’nin sesi büzüldü, o güne dek hiç konuşmamıştı sanki. Kelimeler boğazında dolandı.
Kaçyıllıkevliyimolmuyorçocuğum.Doktorlartahlillerdünyaparagittişimdivarparambanayardımetyalvarırım.
Kırk bir dedi. Yaşını sormuş olmalıydı Ana. Duyduğu sesin kendi sesi olmadığına yemin edebilirdi.
“Maşallah,” dedi Ana. Elini Macide’nin başına koydu,
“Şu amcaya tertemiz bakıyorsun ya, bunun sevabı iki dünyaya yeter. Çocuğun olacak, beni görmeye gel. Ama sakın doktora gitme,” bunları söylerken avucunun içine adres yazılı küçük bir kâğıt sıkıştırmıştı.
“Selametle,” dedi, gitti.
Akşam Süleyman’a olanı biteni anlatmadı. Biri Neden dese, verecek cevabı yoktu. Ertesi günü zor etti. Akşama randevu aldı. Ana, kasabanın dışında iki katlı bahçeli bir evde oturuyordu. Kendi köy evlerinden hallice olması adalet duygusunu pekiştirdi. Kapının önündeki ayakkabı yığınına kendininkilerini de bıraktı. Sonra vazgeçti. Tabanlarını birbirine dayayıp çantasına tıktı. Tozların birbirlerini dansa kaldırdığı dar koridordan yürüyüp Ana’nın odasına vardı. İçerisi kalabalıktı. İnsanlar yere çömelmiş, Ana’ya bakıyorlardı.
“Gel Macide, hoş geldin bacım,” dedi Ana. Adının hatırlanması, içerde ürpertili bir gurur bıraktı. Başörtüsünün zaten sıkı olan düğümünü daha da sıktı. Gözüne kestirdiği köşeye sığınmaya giderken Ana seslendi,
“Şöyle yakınıma gel,” dedi. Tepsideki elmalardan birini ısırdı, Macide’ye uzattı. Isır demesine gerek kalmadan Macide elmayı ağzına götürdü. Elma ne sert ne suluydu. Kumluydu...
“Şu ağzındaki elma tadı geçmeden gebe kalacaksın,” demişti sevecen bir sesle. Macide, Hacer’in okuldan dönen oğlu gibi seke seke yürüdü bu kez dar koridordan. Koridordaki tozlar sanki bu sözlere eşlik edercesine havada dönüyordu. İçi içine sığmıyordu. Süleyman’a ne diyeceğini düşünürken Çocukları geç geldi, ihtiyarı bırakamadım dedi yüzüne bakmadan.
Gece Süleyman’a sokuldu. Ağırlığını çok sevdi. Süleyman devrilip de uyuyunca elini kasıklarında gezdirdi. Orada, minnacık bir şey sezdi. Sızısız bir uykuya daldı. Rüyasında kayalıklardan kâğıda yazdığı niyetini denize bırakmaya gidiyordu. Tam kayaların üzerinden denize fırlatacakken
Bir
İki
Üç
Elinden savruldu kâğıt. Yazdığı niyet yok olmuştu. Kan ter içinde uyandı.
Bir ay sonra Macide’yi yolda gören mahalleli, şiş karnını sevgiyle okşadı. Aybaşından kesilmişti. Karnı beklenenden daha büyüktü. Macide bunu onca yıllık beklemenin ödülü saydı. Bebek geç kalmıştı. O kadar geç kalmıştı ki sanki geriye çekilip hız alıyor, koşarak büyüyordu. Pazar tezgâhına dönen Süleyman’ın da kısmeti açılmıştı. Bereket yağıyordu gecekondularına.
On beşinci yıl;
Günler günleri kovaladı. Ana’yı ziyaretinin üstünden dört mevsim bir güz geçti. Bir zaman sonra duvardaki işaretli takvimi indirdi. Süleyman Takvim nereye gitti diye sormadı. Günleri artık saymıyorlardı ama mevsimleri ikisi de biliyordu. Bir öğle vakti kapısı çalındığında mevsimler ikinci turuna çıkmıştı. Her gün yaptığı gibi bebeğine biçtiği zıbınları, ördüğü hırkaları sandıktan çıkarttı. Katlayıp yeniden yerleştirirken kapıdaki pirinç tokmağın sabırsız tak tak sesiyle irkildi.
Açmak istemedi, kapıdaki yine Doğum ne zaman? diye soracaktı. Macide kız! Açsana! diye seslenince, sandığa tutunarak, ıhlaya tıslaya, yuvarlana devrile kalktı. Ayaklarını sürüye sürüye kapıya yürüdü.
“Kızım,” dedi görümce “On beş ay oldu karnın şişeli, artık bir doktora görünsen...”
Ana’nın yasağını nasıl delecekti ki,
“Daha o kadar olmadı,” dedi usulca. Yavrusuna hazırladığı sandığa baktı. Piyango bileti geldi aklına birden. Kalbine bir bıçak değdi. Kafasını kaldırmadan;
“Bir hafta daha var doğuma,” dedi.
O hafta sonu görümce ve kocası, onları yeni arabalarıyla alışveriş merkezine götürdüler. Yılbaşı yakındı, her yer süslenmişti. Balonlar, yılbaşı ağaçları... Görümcesinin çok güzel saçlı kızı, meydanda tezgâh açmış hediyelik eşyacıdan uçan balon aldı. Yengesine doğru gelirken balon birden patladı. Aynı anda, Macide’nin de bacaklarından aşağı kan yürüdü. Kaynıgilin verdiği yeni botun içine doldu. Ambulanstan indirilirken görümcesinin omuzuna taktığı kendi çantasını gördü. O gün biri çıkıp da çantasına piyango bileti ile sıralı listeyi neden koyduğunu sorsa, cevabı yoktu. Doktoru beklerken bileti kontrol etti, amorti bile çıkmamıştı ama kanaması vardı. Enişte Bey balkonlu tek kişilik oda ayarlamıştı. Oda, aydınlık ve genişti. Elinde biletle balkona çıktı. Birazdan bebeğime kavuşurum dedi kime dediğini bilmeden. On beş ay gebe kalmış ve Ana’nın tembihiyle bir kez bile doktora görünmemişti. Doktorun söyledikleri kulaklarında içindeki boşluğu iyice derinleştiriyordu. Kümbet gibi karnının içinde bebek yokmuş, yalancı hamilelik diyorlarmış. Vücudu onu kandırmışmış…
Balkondan, her gün niyetini suya atmaya koşa koşa gittiği o denizi izledi. Karnını okşadı. İçindeki sızı kıpırdadı, denizin sesine kulak verdi. Sonra kıyıda savrulan bir kolun niyet kâğıdının havada çizdiği yalancı kavis gibi, piyango bileti de kavis yaparak düşmeye başladı. Ardından da Macide…
Bilgin Bengi Birgi
