top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Binnaz Deniz Yıldız- Benlik

Uzun bir düş yolculuğuydu hayat. Düşlerine ne kadar yakınsan, bir o kadar uzaktın. Her bir muhayyile, ardından yeni birini doğuruyordu. Belki de yaşamın özü buydu. Yıllar önceydi anımsadığım. Siyah bir pelerinle örtülen gecenin, beyaz bir pelerine bürünmesidir anlattıklarım. Biriydim işte. Herkes gibi. Sıradan biri. Senin gibi, onun gibi, onlar gibi… Her şey sıradandı oysaki. Bir güvercin uçurdum benliğime, saatler dokuzu, günler pazartesiyi gösterdiğinde. Güvercinin kanatları, okyanusları aşarak evreni dolaştı. Kendi evrenimi. Tüm evreni…

Bir başınaydım işte. Bir başıma kutluyordum, tüm şölenleri. Duyumsuyordum içimde, uzak ülkelerin çok sesli müziklerini. Neden yalnızlığı seçiyordum, bilmiyordum. Ki yalnızlık da kendi başına yalnızlık olduğu içindi belki de. Sigaramın dumanı, masanın başında oturan kimsesizliğime meydan okuyordu. O bile kalabalıktı, çoğuldu, çokluktu. Bense yokluktum. Kendimi bildim bileli, tam anlamıyla bir yokluk… Ne bir sevdiğim olmuştu şimdiye dek, ne de beni seven biri… Ya da olmuş muydu? Bunu dahi anımsayamıyorum. Sigaramın dumanı gökyüzüne karıştıkça, onunla birlikte havaya karışma isteği kaçınılmaz bir hal alıyordu. Başlangıcı olmayan, sonuna nokta konulmayan bir hikâyeye karışacaktım birazdan. Bunun bilinçsizliğiyle seyrettiğim yaşam, kollarımda can veriyordu. Saati dinliyordum. Tik, tak… Tik, tak… Tik, tak… Var, yok… Var, yok… Camdan dışarı başımı uzattım. Gelip geçenleri seyre daldım. Usul usul bir yağmur yağıyordu. Yağmur dışarıya değil, içime yağıyordu. Tüm ruhum sırılsıklam olmuştu. Sigaramı çekmeye devam ediyordum. Ellerim masanın üzerinde, ayaklarım halının altında duruyordu. Oldum olası bu eski halıya ayaklarımı gömmeyi sevmiştim zaten. Neden gömüyordum sahi ayaklarımı? Ölümü sevdiğim için mi? Annemin cenazesinde tek gözyaşı dökmediğim için mi?

Ayaklarım birbirine dolanıyor gibiydi. İşte o anda kapı sesiyle irkildim. Kim gelmiş olabilirdi? Mahallenin çocukları mı? Beni aylardır aramayan Serhan mı? Yoksa çocukluğumu cam kırıklarıyla parçalayan babam mı? Kim gelmiş olabilirdi? Kendi kendime “Kim, kim, kim…” diye söylenmeye başladığımı fark ettim. Kapı sesi duymuş olabilir miydim peki? Belki de bir sanrıdan ibaretti. Ayaklarım birbirine dolanmaya devam etti. Kapı da çalmaya devam ediyordu. Ding dong … Ding dong… Kapıyı açmamak için büyük bir mücadele veriyordum.

“Lanet olsun, sus artık!”

Oturmayı sürdürüyordum. Ayaklarımı halının altından çekmiş, saçlarımı karıştırıyordum. Kafamdan dökülen zerreler kar gibi kucağıma damlıyordu. Kapı susmuyordu. Ding dong… Sonunda yerimden doğruldum. Kapıya yöneldim.

“Kim o?”

Ses çıkmıyordu. Kapının deliğine gözümü uzattım. Ortalıkta hiç kimse yoktu. Kapıyı açmalı mıydım? İçimden saymaya başladım:

“Bir, iki, üç…”

Kapıyı açtığımda, yerde bir kutu buldum. Eğilip onu aldım. Bu defa beynim benimle oyunlar oynamaya başladı. Aklımda onlarca soruyla, geceye karışıyordum. Bilinmezliğe saklanıyordum.

Bu da nedir böyle? Aklım konuşmaya devam ediyordu.

Cengiz, açma kutuyu. İçinde ne var bilmiyorsun. Açmamalısın.

Bu defa kalbim konuşmaya başladı.

Cengiz, açmalısın. İçinde hayatını değiştirecek önemli bir şey var.

Kutuyu açmalı mıydım? Açmamalı mıydım? Ya içinde beni zehirleyecek veyahut öldürecek bir şey mevcutsa? Bilinmedik bir kutu sonuçta.

Kalbim yeniden konuşmaya başladı.

Cengiz, lütfen aç o kutuyu.

Aklım ve kalbim arasındaki sözlü çarpışmaya daha fazla dayanamadım. Kutuyu aldım, kapıyı kapattım. Usul adımlarla salona gittim. Zaman öylesine yavaştı ki… Ya da bana öyle geliyor olmalıydı. Her şey yavaştı. Kutunun kırmızı ipliklerini çözdüm. Gözlerimi kapattım. Kapağı bir çırpıda açtım. İşte o anda çok garip bir şey oldu. Kutunun içinden minicik bir insan fırladı. En korkunç yanı da bu insan, bendim. Gözlerime inanamıyordum. Donup kalmıştım. Konuşamıyordum, düşünemiyordum, hareket edemiyordum. Felçli bir hasta gibiydim. Kutunun içindeki minik insan, yani ben, masanın altına ilişti. Çok kısık bir sesle konuşmaya başladı.

“Merhaba Cengiz. Yıllardır bu anı bekliyordum.”

“Sen, sen de kimsin! Bu nasıl bir şaka böyle! Ya Rabbi, deliriyor muyum yoksa!”

“Sen zaten delisin, korkma.”

“Ne, ne saçmalıyorsun sen!”

“Delisin diyorum işte.”

“Seni aptal şey, hemen seni bu ne olduğu belirsiz kutuya koyup evrenin derinliklerine fırlatacağım!”

“Yerinde olsaydım, bunu yapmazdım.”

“Nedenmiş o?”

“Sana tek bir soru soracağım. Annenin cenazesinde neden bir damla gözyaşı dökmedin?”

“Çünkü… Çünkü….  Bundan sana ne!”

“Senin yerinde olsam, o saçma halının altından ayaklarımı çıkartır, söyleyeceklerimi dinlerdim.”

“Nedenmiş?”

“Çünkü karanlıktasın.”

“Karanlık mı? Ahaha… Bak gün ışığı her yer. Evin içi güneşle dopdolu.”

“Evet, evin içi güneşle dopdolu. Peki ya sen?”

“Ben, ne?”

“Sen güneşle dolu değilsin, sorun olan bu zaten.”

“Sen ne aptal bir varlıksın!”

“Ben senim. O halde sen de aptalsın.”

Karşımdaki bu saçma varlığa daha fazla tahammül edemezdim. Sinirlerimi yerle bir etmişti.

“Sinirlisin değil mi?”

Dişlerimi sıkıyordum.

“Çünkü şu hayatta en dayanamadığın kelime ‘Aptal’ kelimesidir.”

“Yeter artık!”

“Yetmez bence. Yetmemeli. Beni dinlemen gerek.”

“Neden dinleyecekmişim seni?”

“Kendine bir şans vermek için.”

“Ne şansı?”

“Yaşama şansı.”

Artık iyice sinirlenmiştim. Bağırmaya başladım:

“Görmüyor musun? Yaşıyorum işte! Nefes alıyorum, bak kalbim atıyor. Capcanlı ayaktayım. Kör müsün?”

“Öyle yaşamaktan bahsetmiyorum. Ciddi anlamda yaşamaktan söz ediyorum. Dinle artık beni, vaktim yok!”

Nedendir bilmiyorum, bu küçük adamı, yani beni dinlemem gerektiği konusunda kalbim ve aklım hemfikir oldular. Oysa daha on, on beş dakika öncesine kadar kavga halindeydiler.

Küçük adamı avucuma aldım. Masanın üzerine bıraktım. Ben de karşısında oturdum.

“Tamam, dinleyeceğim.”

Küçük adam anlatmaya başladı:

“Cengiz, şimdi söyleyeceklerimi sessizce dinle. Sorularıma cevap ver. Söyleyeceklerim bittiğinde her şey farklı olacak.”

“Peki.”

“Bundan on yıl önceydi. Babandan sürekli bisiklet istiyordun. Mahallenin çocuklarına özeniyordun. En yakın arkadaşın Ali sana bisikletini vermedi diye çok öfkelenmiş, acısını babandan çıkarmıştın anımsıyor musun?”

O günler gözümde canlandı. Ali’nin bisikleti gibi bir bisikletim olsun istemiştim hep. Fakat babam bana parası olmadığını söylediğinde ona, “Ali’nin babası zengin, sen fakirsin. Ali’nin babası, benim babam olsun,” demiştim.

“Babanın ona söylediğin sözlerden o kadar canı acıdı ki bunun tarifi yok… İstanbul’dan Ankara’ya eşya taşıyan bir nakliye şirketiyle anlaştı. Sırf sana bisiklet alabilmek için. Sonrasında ne oldu biliyor musun? Baban Ankara’ya sana bisiklet alabilmek için gitmişti. Ve o kazada bir bacağını kaybetti.”

Şaşkınlık içerisindeydim. Bu nasıl olabilirdi?

“Nasıl olur? Bana babamın başka bir kadına gitmek için yola çıktığını ve onun yüzünden kaza yaptığı söylendi.”

“Ve sen de babandan yıllar boyunca nefret ettin.”

“Fakat…”

“Bunu sana kim söyledi?”

“Mahallenin kadınları.”

“Annen sana böyle bir şey söyledi mi?”

“Hayır.”

“Sen de kolay olanı seçtin o vakit. Cengiz, sen her zaman bencil bir çocuktun. Okul yıllarını hatırla. Düşen sınıf arkadaşlarını dahi yerden kaldırmaz, üzerine bir de sen vururdun. Nefret ve intikam senin içinde vardı her zaman. Bu nedenle kolay olanı, yani nefreti seçtin. Sevmek senin için zor olandı çünkü.”

“Fakat ben…”

“Sana başka bir sorum olacak. Sokaktaki hayvanların kuyruklarına bastın, onların tüylerini çekiştirdin. Gökyüzünde nazlı nazlı uçan kuşları sapanla vurdun. Sokaktaki hayvanlara türlü eziyetler ettin. Evinizin köpeği Pati’nin kuyruğunu taşla ezdin. Zavallı hayvan, o kadar çok acı çekti ki… Biliyor musun, senin ormanda kaybolduğun gün senin bulunmana en çok yardım eden Pati idi.”

“Pati mi? Pati mi yardım etti bulunmama?”

“Evet.”

“Ben bunları bilmiyordum.”

Tüm bu olanlardan haberim yoktu. Oysa Pati’yi hiç sevmemiş, sürekli ona zarar vermek istemiştim. Onun tüylerini çektikçe, bundan büyük bir haz alıyordum. Gözlerim buğulanmaya başlamıştı.

“Ne o Cengiz, ağlıyor musun?”

“Ağlamak mı? Ben ağlamam.”

“Neden, sen insan değil misin? Ağlamak da gülmek gibi en yaşanılası duygudur insanoğlu için.”

“Ağlamak, zayıflık belirtisidir. O yüzden ben ağlamamayı seçtim.”

“Annenin cenazesinde bu yüzden mi ağlamadın? Zayıflık belirtisi olduğu için.”

“Hayır, o kötü bir kadındı.”

“Neden?”

“Kötüydü işte. Bir sebebi yok. Sebepsiz kötüydü.”

“Herkes mi kötü Cengiz?”

“Evet, herkes kötü.”

“Kötü olan sensin. Kalbin is içinde kalmış senin. Sanırım sana annen hakkındaki gerçeği anlatmanın zamanı geldi.”

“Hangi gerçeği?”

“Annen seni doğurduğunda, maddi yokluk içerisindeydi. Öyle ki vitamin alamamaktan tırnakları dahi dökülmüştü. Sen doğduğunda onun için büyük bir mucizeydin. Çünkü yıllarca anne ve babanın çocuğu olmamıştı. Sen o kadar ufaktın ki seni yaşatabilmek için günlerce mücadele etti. Dualar etti. Zaman geçti ve sen hiç beklenilmediği bir anda amansız bir hastalığa yakalandın. Kurtulma şansın neredeyse yoktu. Anne ve baban ya seni kaybedecek ya da yeni bir çocuk yapacaklardı. Oysa annenin sağlığı bunun için uygun değildi. Sırf seni yaşatmak için Hasan’ı, yani kardeşini dünyaya getirdi annen. Doğum o denli sancılıydı ki annenin de kurtulma şansı yok gibiydi. Fakat şükürler olsun, senin yıllarca seni kıskanmakla suçladığın kardeşin Hasan dünyaya geldi. Onun iliğini sana verdiler. Ve sen yaşadın.”

Duyduklarım karşısında şaşkınlığım giderek artıyordu. Kalbimden bir şeylerin akıp gittiğini, içimden tüm bedenime yayıldığını hissediyordum. Gözlerimden birkaç tane sicim döküldü. Küçük adamı tekrar avucuma aldım. Onu yanağından öptüm. Ona sarılmaya çalıştım, kollarımın arasında ince bir ipten farksızdı.

“Ben, adın her neyse, teşekkür ederim. Gerçekten.”

“Cengiz, her insan sevmek ve sevilmek için yaratılmıştır. Bu dünya hâlâ dönüyorsa, sevgi olduğu için. Evet, kötüler var. İnan bana iyilerin bu evrende var oluşları, kötülükleri azaltıyor. Belki durduramaz kötülükleri; ancak daha yaşanası yarınlar sunar bizlere iyilerin var oluşu. Sev Cengiz. Bir kadına âşık ol mesela. Onun gözlerine, gülümseyişine, avuçlarına. Onun kokusuna âşık ol. Bir çiçeği kokla, örneğin. Çiçeğin renklerine vurul. Sarısına, pembesine, yeşiline vurul. Müziği hisset içinde. Güneşin ışıklarını bedeninde dolaştır. Yaşa Cengiz, çık bu karanlıktan! Yık bu duvarları! Yaşa artık Cengiz! Yaşa!”

Küçük adamı avucumdan indirip tekrar masaya bıraktım. Gözlerimden akan sicimler, çağlayana dönüşmüştü bu defa. Yanaklarımda, boynumda, hissediyordum ıslaklığı. Dudaklarıma gözyaşımın tuzlu tadı geliyordu.

“Benim gitmem gerek artık. Bundan sonrası sana ait. Ne yapman gerektiğini biliyorsun.”

Küçük adama tekrar teşekkür ettikten sonra onu kutuya koydum. Vedalaşıp kapının önüne bıraktım kutuyu. Salona geçtim. Pencereleri açtım. İçeriyi havalandırdım. İçerisinin kir ve duman koktuğunu o zaman fark ettim. Üzerimi giyindim hemen. Bahçeye indim. Bahçedeki çiçeklere gözüm ilişti. Yaklaşık beş yıldır bu apartmanda oturuyordum, hiçbirini fark etmemişim. Papatyalar yığını vardı bahçede. Papatyaların yanına yaklaştım. Eğilip kokularını içime çektim. Harika kokuyorlardı. Bahçe duvarının sağ köşesinde beyaz tüylü bir kedi gördüm.

“Pisi, pisi, pisi… Ne tatlı şeysin sen.”

Kedinin tüylerini okşadım. Başını sevdim. Birinci kattaki yaşlı bir teyze halı çırpıyordu, ona selam verdim:

“Günaydın teyze.”

Kadın oldukça şaşırmıştı.

“Tövbe Yarabbi!”

Kadının bu halini görünce, içimden kahkaha savurmak geldi. Gülümsedim. Otobüs durağına yürüdüm. Yıllardır annemin ve babamın mezarına gitmemiştim. Mezarlıkta indim. Hemen köşede su satan çocuklar vardı. Onlardan su alıp başlarını okşadım. Ceplerine de beşer lira sıkıştırdım. Çocuklar teşekkür ettiler. Yüzüme minnetle baktılar. Mezarlığın içinde ilerlerken, yaşayan bir ölü olduğumu düşündüm. Henüz otuz yaşında, yaşayan bir ölüydüm. Biraz daha ilerleyince, ailemin bulunduğu mezarlığın başında bir kadın, bir adam, bir de çocuk gördüm. Yanlarına yaklaştım. Bu oydu. Kardeşim Hasan’dı. Beni görünce, biraz irkildi. Oldukça da şaşırdı.

“Ağabey, senin burada ne işin var?”

Hiçbir şey söyleyemedim. Sarıldım ona. Sarıldım ve hüngür hüngür, memesi alınan bir bebek gibi ağladım. O da bana sarılıp ağlıyordu.

“Özür dilerim Hasan. Özür dilerim kardeşim.”


Binnaz Deniz Yıldız

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page