top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Birsen Yalçın- Bizim Hikâyemiz

"Kalk diyorum sana, ben oturuyorum. Anne, Mete gene benim yerime oturmuş."

"Kavga yok, Mete kendi yerine geç"

"Hayıır, ben oturacam."

"Off bıktım bu çocuktan. Seni gidi yer cücesi, görürsün sen!"

"Tamam, Ali sus, bu gece de o otursun, hadi sen babanı çağır tatlım."

Mutfaktaki masasının etrafında oturmuş dumanı üstünde ezogelin çorbalarımızı yudumlarken, bir yandan da haberleri izliyorduk. Tokat’ta bir buçuk yaşındaki bir çocuğa lösemi teşhisi konmuş, annesi ve babası hastane koridorunda küçük dev adamla, "Yardım edin bize!" diye çağrıda bulunuyorlardı. "Oğlum 10 aydır yaşam mücadelesi veriyor. Yetkililere sesleniyorum, oğluma bir ses bir umut olsunlar. Ne olur bize bir yardım eli uzatın, daha çok küçük, bizim çocuğumuzun başına gelmez demeyin," diye haykırırken annesi, bir taş oturuyor yüreğime.

On yıl önce, Ali daha üç yaşında bile değilken, dudağında morarma ve anlık göz dalması fark ettim. Önce çok önemsemedim ama sonra rahatlamak için doktor kapısında buldum kendimi. Şikâyetlerini anlattığımda doktor bana, "İyi ihtimalle reflü, kötü ihtimalle epilepsidir," dedi ve elime bir sürü test yazıp gönderdi.

O geceyi nasıl gündüz ettim, hatırlamıyorum. Girdiğim her internet sitesinde, ayrı ayrı bir sürü bilgi kirliliği uykumu kaçırmaya yetti de arttı bile. Epilepsi o geceye dek bildiğim kadarıyla istem dışı kasılmalara neden olan, ağızdan salyalar akarken bilinç kapalı bir şekilde nöbet geçirilen bir hastalıktı. Sabah istenilen tahlilleri yaptırıp doktoru aradığımda, "Ece istersen sonuçları bir de çocuk nörolojisine götür. Onlar daha iyi anlar," deyip beni arkadaşı Selma’ya yönlendirdi. İçimi iyice sıkıntı kapladı. Elim ayağım uyuştu. Selma Hanım, “Epilepsi olabilir,” dedi. Dünyam başıma yıkıldı. “Ece Hanım biliyorum zor ama Ali uyurken ya da atak geçirirken onu kayıt etmenizi istiyorum. Ayrıca bir de acil bir MR.” Zamanım şaşmıştı, her şey birbirine karışıyordu. Ali’m ise tüm olanlardan habersiz, minik arabalarını dizmiş yarıştırıyordu. Uyuyunca elime kamerayı alıp kayıt tuşuna bastım ve öylece beklemeye başlamıştım ki, dünyam kafasını kaldırmaya çalışıyordu, ağzından salyalar akmaya başlamıştı. Başımıza gelebilecek en kötü şeydi bu.

Tomografide başında kocaman bir tümör görüldü. Doktor Selma, bize bu ameliyatı yapabilecek en iyi beş doktorun adını verdiğinde eşim Harun’la kâbusun daha başlamadığının farkında bile değildik. Elimizdeki listenin ilk sırasındaki profesörden randevu almak çok zordu; bize tam dört ay sonrasına randevu vermişlerdi. Bunun üzerine çok sevdiğim bir arkadaşımdan bana yardımcı olmasını istedim. Yeşim’in babası profesörün çalıştığı hastane zincirinde kıdemli biriydi ve Yeşim’e haber verdikten beş gün sonra randevu verdiler. Harun bu arada diğer bütün profesörlere Ali’yle tek başına gitti. Hepsi tümörün alınması gerektiğini söylemişti.

Nihayet listenin başındaki profesörün randevu günü gelmişti ve Kozyatağı’ndaki büyük hastanenin kapısından sabahın erken saatlerinde girdik. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki… Ne duyacağımı bilmeme rağmen belki yanılıyorlardır diye kendimi teselli ederek girdim odaya. Hocanın asistanı, Ali’nin adını seslendi. Ali neşe içinde odaya girdiğinde daha yaşlı olacağını düşündüğüm profesör ciddi bir tavırla, "Evet, filmleri alayım," deyip çektirdiğimiz MR’ı istedi. O siyah beyaz filmleri detaylı bir şekilde incelerken, asistan, Ali’yi sedyeye yatırmış, “Elimi takip et, elini burnunun ucuna götür,” diye muayene ediyordu. Profesör sandalyesinden hiç kımıldamadan Ali’nin dışarı çıkmasını istedi ve bize dönüp, "Sağ ön lobda büyük bir tümör var. Bizim deyişimizle DNET, Ali ile birlikte doğmuş," dedi. Sonra bana dönüp, “Sen nasıl bir annesin, bunu bu zamana kadar nasıl fark etmedin?" diye acımasızca soruverdi. Hocanın sorusu karşısında ancak, "Ben şeyy," dedim, devamını getiremedim. Perişanlığımı anlayan Harun, "Ne yapmamız lazım hocam?" diye sordu. O sırada kulaklarım zonkluyordu. Ne kadar kıdemli bir doktor olursa olsun, bu kim oluyordu da benim anneliğimi sorguluyordu? Aklım o sözde takılı kaldığı için söze girdim. "Nasıl anlayacaktım hocam?" dedim.

"Katıla katıla ağlaması, baş ağrısı, morarma… Bu tarz rahatsızlıkların ilk belirtileri bunlardır. Fark etmeliydiniz."

“İyi ama Ali daha üç yaşında bile değil. Nasıl başım ağrıyor desin ki?"

"Bugün yarın demiyorum ama en yakın zamanda aldırmanız lazım yoksa..."

O sözünü bitirmeden Harun, "Hocam görüyorsunuz eşim hamile. Doğumu beklesek mi?"

Evet, bir de ben bütün bu karabasanı yaşarken otuz bir haftalık hamileydim ikinci bebeğime.

"O kendi işine baksın, biz kendimizinkine, hem doğumdan sonra daha da zor olur."

Benim içim dışım dağılmış, kalbim acıdan yanıyordu. Ellerim kollarım kıpırdamıyordu. Tırnaklarımı avuç içime batırıp, "Peki hocam ameliyatın tehlikesi nedir?" diye sorabildim. Hocanın cevabı beni daha da yakıp küle çevirdi.

"Arçelik, Beko satmıyorum, garanti veremem size. Bu biraz da onun bünyesine bağlı. Birinci ihtimal ameliyattan çıkar, tümör temizlenir, epilepsi yok olur. İkinci ihtimal sağ ve sol dengesinde güç kaybı olur, bir eliyle üç kiloluk poşet taşıyabilirken diğeriyle beş kilo taşıyabilir ve üçüncü ihtimalse bizim konuşmak istemeyeceğimiz olandır, ameliyattan çıkamaz.”

Yanılıyor olmak isterdim ama aynen bu soğuklukta söyledi. Buz gibi. Elim karnımda, gözümde kalmayan yaşımla odadan çıkarken, dışarıda bekleyen Ali bile beni gördüğünde anlamıştı, ters giden bir şeyler olduğunu. "Anne neyin var, anne ne oldu sana? Ben hiç sevmedim burayı, eve gidelim," demişti. Ona nasıl sarıldığımı, kendimi ona nasıl kilitlediğimi hatırlamıyorum.

Tam on beş gün hiç susmadım; gece, gündüz hep isyan ettim. Ne yaptım, neden ben, neden benim çocuğum, Ayşe’ninki değil Fatma’nınki değil de neden benimki? İçimdeki isyan Ali’ye her baktığımda, onu uykusunda gizli gizli takip ettiğimde, ellerim titreyerek verdiğim epilepsi ilaçlarında katbekat arttı. Susmadı içim, soğumadı, ta ki televizyonda Cemalnur Hoca’nın sohbetine tesadüfen denk gelene kadar. Sunucu, hocaya soruyordu: “Oğlunuzu on altı yaşındayken kaybetmişsiniz. Nasıl başa çıktınız bu duyguyla?" Olduğum yerde kalakaldım. Hocanın cevabı, “İlk başta çok isyan ettim, haykırdım; neden, niye ben diye. Sonra annem dedi ki, ‘Allah’ın bir emanetiydi oğlun sana, emanet vermişti. Vakti gelince de rabbim kulundan geri aldı. Bu kadar sahiplenip kendini üzme, onun yerine dua et.” Onun bu sözleri beni nasıl kendime getirdi şimdi bile şaşarım.

1 Eylül 2012, Saat: 06.30, Kozyatağı

Sedyede, “Annee,” diye elini uzatırken ayaklarım kayıyordu. Harun’la asansöre bindik. Sığınacak birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Öyle sıkmışım ki kendimi, bir an başım döndü. Karnımdaki diğer bebeğim kendini güçlü tekmesiyle hissettirdi. Evlatlarımdan birini içeride, birini dışarıda yaşatma savaşı sürüyordum. Ellerim terden sırılsıklamdı, gözlerimi kapıdan hiç ayırmadan tam beş buçuk saat bekledim o buz gibi soluk renkli koridorda. Harun ellerimi sıkıca tutmuş, “Geçecek, ne olur böyle yapma, harap ettin kendini, diğerini de düşün,” derken, akan gözyaşlarımı durduramıyordum ki cevap verebileyim, sadece kafamı sallıyor, Ali’nin en sevdiği arabasını tutuyordum. “Hadi otur, dolanma, çıktığı zaman sana çok ihtiyacı olacak, güçlü dur, dua et, sarılıp doyasıya öpeceğini düşün," dedikçe benim hıçkırıklarım hastanenin koridorlarında yankılanıyordu. Ve birden çok güçlü bir kasılmayla, "Ahh! Dayanamıyorum," deyip fenalaştım.

Nefes alıp verişlerim daha da hızlanmıştı, koluma giren hasta bakıcıyla ben ameliyathane kapısından ayrılırken, Harun orada kalmıştı. Gelmemesini ben istemiştim. Yanımda olup elimi tutmak istedi ama kapının ardından oğlumuza güç verip onu beklediğimizi hissettirmeliydi. Yaklaşık yarım saat sonra sakinleşmiş, sancım dinmiş bir halde geri döndüğümde Harun sırtını duvara yaslamış, dizlerinin üstünde bitkin bir şekilde oturuyordu. Beni görünce telaşla, "Nasıl oldun, iyi misin?" dediğini hatırlıyorum. Sonrası bekleyiş. Harun ve ben kendi köşelerimize geçmiş dalgın ve sessizce beklerken nihayet kapı açıldı ve ameliyat ekibinden biri aydınlık bir gülümsemeyle, “Kata çıkın, doktorunuz size bilgiyi orada verecek. Dört saat sonra da yoğun bakıma girebilirsiniz. Geçmiş olsun,” dedi.

Gözlerim şişmişti, ellerim buz gibiydi. Harun’la profesörü beklemeye başladık. Biz ne duyacağımızı bilmeden boğazımızda koca bir düğümle odasına girdiğimizde, "Geçmiş olsun, öncelikle hiç beklediğim gibi değildi, çok sertti, kaya gibiydi," dedi.

"Hocam ne anlama geliyor bu?" dedi Harun

"Düşündüğümüz gibi DNET, duvar gibiydi, uğraştırdı ama iyi olacak, merak etmeyin."

"Ne zaman görebiliriz?" Yorgunluktan ancak bunu sorabilmiştim.

"Yoğun bakımdan size seslenecekler, kafasındaki şişlik sizi korkutmasın, zamanla inecek."

Ben bugün 2012 yılı için hâlâ hayatımın en kötü yılıydı derken, Harun ameliyattan on iki gün sonra, 12 Eylül 2012’de dünyaya gelen ikinci kahramanımızdan dolayı hayatının en iyi yılı der.


“Ne oldu anne, birden babamla sessizleştiniz?” derken Mete, "Kesin Mete Bey sen yine bir şey yaptın," dedi Ali.

"Yoo,"

"Bir şey yok babacım, öyle dalmışız, haberlerdeki çocuk için üzüldü annen. Duymadın mı bak, yardım edin bize, diyorlar ya, herhalde onu düşünüyor," derken Harun’un gözlerinin kenarındaki çizgiler belirginleşiyor, sıcacık sarıyor elimi. Geçti gitti, der gibi bakıyor, yer açıyorum tekrar umutlarıma, sonra dönüyorum Ali’me, “Bi tabak daha ister misin annecim? Sen seversin,” diyorum

"Yok, anne doydum," diyor

"Abi, abi yemekten sonra bi playstation daha atalım mı?"

"Yenilince ağlamak yok ama yer cücesi." deyip kardeşinin kafasına dokununca masada kahkahalar kopuyor.


Birsen Yalçın

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page