top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Burçe Bahadır- Görmek

Ölmeyecek. Ambulansta anlamıştır. İnce birer bıçak gibi görünen dudaklarını mıhlamış birbirine. Hasta yakını da yok elbette. Nasıl olsun? Yatağa almışlar ben gelene kadar ama kıyafetlerini çıkarmamışlar. Ayakucunda dikiliyorum. Üstünde penye bir tişört, kot pantolon. Yarasına tampon yapılmış ambulansta. Yüzünde, kollarında iz yok. Vurulduğunu bilmesem dinleniyor zannedeceğim. Sakalları biraz uzamış, saçları kısacık. Sokakta görsem üniversite öğrencisi derim. Yeni öğretmen çıkmış ya da. Her gün bakkalda, bankada, yolda hatta burada, hastanede bile ondan daha şüpheli görünen birilerine rastlıyorum. Gözleri kapalı. Çenesi seğiriyor, âdemelması oynuyor arada bir, uyumuyor belli. Hastanın ne hikâyesini ne de kullandığı ilaçları biliyoruz.

İki omuzuma birer kamyon geldi park etti sanki. Öyle bir ağırlık. Zavallı boynum. Üç günlük uykusuzluk en çok onu etkiledi. Kollarımdan, bacaklarımdan, bağırsaklarımdan daha çok. Vücudumun en az yer işgal eden bölgesi, yine de en ufak yorgunlukta bile ilk o kendini bırakıveriyor. Sağa sonra da sola çeviriyorum, katır kutur sesler çıkıyor. O da benden şikayetçi, küfrediyor sanki.

Omuzlarımı kaldırdım, geriye doğru esnettim. Daha üç ay olmadı geleli, bütün tuhaflıklar beni buluyor. Önlüğümün yakasındaki kaleme uzanıyor elim, cebimi kuş bakışı görüyorum. Yine mürekkebi akmış. Kıyıları girintili çıkıntılı bir memleketin haritası oluşmuş göğsümün hemen üstünde. Görmezliğe gelmek en iyisi. Hastanın başında bekleyen askere bakıyorum, fark etti mi lekeyi? Çok genç ve yorgun görünüyor. Otur desem oturmaz, biliyorum. Hasta bakıcı -neydi adı, Agit galiba, hiç duymadığım isimlere rastlıyorum burada- kapıda dimdik bekliyor. Gözlerinden çıkan alevler yanaklarına yürümüş. İş var diye çağırsam gelir ama cevap vermez, soru sormaz, gülümsemez, yüzüme bakmaz, işini bitirip kaybolur ortalıktan. Şimdi gözünü benden ayırmıyor. İlk nöbetimde bir bir anlatmıştı Nihan abla. Kendini saydırman lâzım, diye tembihlemişti.

“Bu çıtı pıtı halinle sakın maskotu olmaya kalkma hastanenin. Hastasıyla, yakınıyla, çalışanıyla baş edemezsin sonra. Doktorluk, gerektiğinde elini masaya vurmaktan korkmamak demektir. Sinirlenmesen bile arada bir öyle görünmen lâzım.”

Olur olmaz yerde aklıma geliveriyor başhemşirenin sözleri. Sırtımı dikleştirmeli iyice. Yatağın ayak ucundaki tekerlekli yemek sehpasından sertçe çekiyorum dosyayı. Sehpanın ayakları zangırdayınca, asker aniden bana doğru çeviriyor başını. Agit arkamda. Göremiyorum ama baştan aşağı süzüyordur beni, eminim. Gözleri hep temkinli. Her an bir kötülük gelebilirmiş benden gibi.

Mecbur duraksıyorum. Yazmak için yine sehpaya koymak lâzım dosyayı, yersiz bir başkaldırış oldu.

Bozuntuya vermemek için ayaklarımın ucunda sabit bir noktaya dikiyorum gözlerimi. Kalemi mi sallasam? Ciddiyetle düşünürken öyle bir hareket yapıyor mu diğer doktorlar? Ya da dünya üzerindeki herhangi biri? Sehpa titriyor, bacakları mı oynadı ne? Hasta gözlerini açmadı hâlâ. Bu zangırdamayı hissetmemesi mümkün sanki. Biliyorum baygın değil, uyumuyor da. Kalemi sallamayı bıraksam iyi olacak. Asker de Agit de yere bakıyor şimdi. Ne var orada diye düşünüyorlardır. Kendimden emin göründüğümü umarak dosyayı sehpanın üstüne yerleştiriyorum. Kaşlarımı çatıp yazıyorum.

Fizik incelemede şuuru açık. Kan kaybı yok. 20-25 yaşlarında, erkek. Yaklaşık 6 saat önce ateşli silah yaralanması geçirmiş. (Saçma yok) Genel durum orta. Hastanın öyküsü alınamıyor. Batında sağ üst kadranda muhtemel ateşli silah yaralanmasına ikincil giriş deliği mevcut. Hastanın sırtında sağ alt lumbar bölgesinde çıkış deliği mevcut. Karında yaygın hassasiyet pozitif. Tansiyon normal. Hastaya uygun mai verildi. Kan hazırlığı yapıldı. Radyolojik incelemesi yapılması planlandı. Tomografi kararı alındı.

Agit’e hemşireyi çağırmasını söylüyorum. İkiletmeden fırlıyor. Sehpanın bacakları titriyor. Bacak bacak üstüne atmış, üsttekini hırsla ileri geri sallıyordum bizim evin salonunda. Ayaklarım hemen önümdeki zigona her çarptığında ince ahşap bacakları titriyordu. Üstündeki meyve tabağı oynadı. Annemin kabuklarını soyduğu elma dilimleri dans etti tabağın içinde. İlk maaşımla hediye aldığım sallanır koltuğunda oturuyordu babam. Yaramaz bir çocuk gibi kıpırdanmıyordu bu defa, koltuğun ayarıyla oynayıp derisini okşamıyordu. İki elini baldırlarının arasına gizlemiş, kamburunu çıkarmış, istikbalim orada saklıymış gibi, gözlerini kırpmadan halının desenlerini izliyordu.

Hiç bilmediğim yer. Orası çıkmasın da nereye gidersem gideyim diye dua etmiştim. “Mecburi hizmet Kaş Devlet Hastanesinde olacak değil ya evladım,” dedi babam beyaz kaşlarının altından bana bakıp.

“Çıkanlar var ama. Bana da adını haberlerde duyduğum yer kısmet olsun. Millette şans var anasını satayım.”

Babam, gözlerini ayak uçlarına düşürdü bu defa. Argo konuştuğuma mı yanıyor, bunca sıkıntıyla büyüttüğü tek kızını korku bölgesine gönderecek ona mı belli değil. Artık evde aklıma ne gelirse söyleyebileceğimi kavrayıp arkama yaslanmıştım. Babamın karşısında özgürce küfür etme hakkım olduğu ve haberlerde dehşetle seyrettiğimiz bir yere gittiğim gerçeği aynı anda dank etmişti kafama. Hem gururlu hem korkak. Annem yanımda, sol elini kanepenin koluna koyup yumruk yapmış, sağ eli sağ bacağında, tırnaklarını dizine geçirmiş. O acı yetmemiş olacak ki bir yandan da dudaklarını kemiriyordu.

“Belki torpil dönüyordur evladım. Birini mi bulsaydık?”

Kimi bulacaksak?

“Yok anne, her işte torpil olur, bunda olmaz. Kur’a çektik. Şans işte. Şanssızlık ya da ne dersen de.”

Babamın gözlerinde bulutlar.

“Kızım bizi habersiz bırakma e mi? Cep telefonunu sık sık kontrol et. Geceleri sokağa çıkma, askerin olmadığı yerlere gitme. Kalabalıkta dolaşma.”

“Mayın varmış diyorlar,” diye fısıldamıştı annem. Bin kişinin farenjidi boğazına yerleşmiş.

“Mühendis olsaydın keşke, puanın her yere yetiyordu.”

Bayılır geçmişe dövünmeye.

“Doktor yetiştirmek kolay mı?”

Gözlerini dikmiş babama bakıyordu. Sanki o duyarsa başbakanın da kulağına gidecek. Sağlık bakanının ya da.

“Memur maaşıyla dershanelere yolla, gece yarılarına kadar çalışsın, herkes tatil yaparken kitaplardan başını kaldırmasın, el âlem işe başlayıp çoluk çocuğa karışırken seninki göçmen kuşlar gibi dolansın. Göndersinler evladını mecburi hizmet diye, her Allah’ın günü bomba patlayan memlekete.”

Anneme yan gözle bile bakamayız söylenirken. Namlusunu babama doğrultur, makineli tüfek gibi atar cümlelerini, ünlemlerini, virgüllerini. Nokta olmaz hiç. Tamam, diye terslenmişti babam bu defa. Sesi hiç titremedi, annemin kelimelerinin harı geçsin diye beklemedi.

“Abartma sen de.”

Babam sırtını dikleştirmişti.

“Dağda bayırda dolaşmayacak ya. Hastaneden eve, evden hastaneye.”

Kaçamak gözlerle bana, sonra da zigonun kan şekeri düşmüş gibi titreyen ahşap bacaklarına bakmıştı. Ayaklarım sallanmayı bıraktı. Elmalar da tabağın içinde dans etmeyi.

Tekerlekli yemek sehpasının titremesi dursun diye iki yanından tutuyorum. Sonra da ellerimi önlüğümün ceplerine saklayıp hastanın başucuna doğru yürüyorum. Kendimi tanıtma sırası. Bey, hanım demeyin diye tembihlemişti okuldaki hocalar. Hasta gerilir. Amca, teyze, ablacım, abi, abla artık hastanın yaşına göre karar vereceksiniz. Kibarlık taslarsanız Azrail kapıya dayandı zanneder bizim memleketin insanı. Gözleri hâlâ kapalı. Beylik bir hâli yok. Ablacım da olmaz. Benimle aynı yaşlarda. Başında durup bekliyorum. Gözlerini kapayınca kaybolduğunu sanan çocuklar gibi, yumdu sıkı sıkı, hiç açmıyor.

“Merhaba. Ben Ceren. Acil tıp uzmanıyım. Ağrın azaldı mı biraz daha?”

Ben başucuna yaklaşınca asker de karşı taraftan yanaştı. Eli tüfeğinin üstünde. Yorgun hâli geçiverdi aniden. Gençliği bâki.

Herhangi bir hastalığı varsa öğrenmeli. Ne yapmalı da konuşturmalı? Sürekli kullandığı bir ilaç vardır belki. Ameliyattan önce bilmek lâzım. Savcı için de rapor yazılacak. İtirafçı olacakmış, dedi başhekim. Dağda bulmuşlar ya da vurmuşlar, ne bileyim. Konuşacağım, demiş öleceğini zannedince. Yaşayacağını anlayınca fikir değiştirdi demek. Sıcaktan üstüm başım yapış yapış oldu.

Uçaktan indiğim gün anlayabilmiştim ancak, tehlikeliden öte tanımadık bir yere geldiğimi. Başımdan aşağı bir hamam tası rutubet boşaldı sanmıştım. Saçlarım enseme tutkalla yapıştırılmış gibi. Antalya’dan bile sıcak. Tarım Bakanlığı kampından bile fena. Havaalanından otobüs garına gidene kadar bayılmamak için üç şişe su almıştım. Hiç duymadığım bir dil konuşuyor herkes. Otobüse bindiğimde suların hepsini içmiştim. Cam kenarına büzüldüm tortop olmuş kirpi gibi. Yanımdakiler benim hakkımda mı konuşuyor, havanın sıcaklığını mı belli değil. Hâlâ da anlamıyorum ya. Kim bilir neler söylüyorlar, küfür mü ediyorlar, ne tatlı kız mı diyorlar. Hastalar seviyor, dillerinden anlamasam da gözlerinden belli. Ankara gibi değil burası. Kısacık boyumu, çilli ve zayıf kollarımı, kızıl dalgalı saçlarımı merakla süzmüyor kimse. Saçtan ibaret doğmuştun, der annem. Uzaktan bakınca kırmızı bir tüy yumağı gibi görünüyormuşum. İlle de kel, göbekli, orta yaşlı doktor ister Ankara’dakiler. Burada hiç kimse hemşiranım demiyor bana. Sen mi bakacaksın, diye sormuyor alayla. Ne söylesem dikkatle dinliyorlar.

Elimi omuzuna koyabilir miyim? Yaşlı olsa kolay. Amcam nasılsın, diye sorarsın. Yüzünde ışıklar oynar. Teyzeciğim bak bunlar yasak, yemeyeceksin, dersin. Gülerek dinler. Türkçe bilmeseler bile yanlarında torunları olur muhakkak. Ya da tercümanlık yapsın diye sekreteri çağırırız.

Türkçe mi bilmiyor? Öğrenmiştir. Çok genç. On sekreter çağırsam, yine de konuşmayacak bence. Hemşire telaşla odaya giriyor. Serumu hazırlamış. Agit kapıda dikiliyor yine. Gözlerinde titrek alevler. Şimdi sadece hemşireyi izliyor.

Hastaya biraz daha yanaşıyorum. Tırnakları kısacık. Yüzünde yara, faça ne bileyim işte, şüpheli hiçbir iz yok. Aylardır ya da yıllardır dağda yaşıyor gibi görünmüyor. Dağda mı uyuyorlar? Daha hırpani olması gerekmez mi? Elimi omuzuna koysam, bir anda yakalayıp bileğimi, bükebilir mi? Kronik bir hastalığı var mı? Hangi derste gördük bunları?

Üçüncü sınıftaydım. “Kızılay’da olaylar çıkmış yine,” dedi annem. “Bugün okula gitmesen mi?”

Elimde Sabotta Anatomi Atlası, kapının önünde ayakkabılarımı giymek üzereydim.

“Ne olmuş anne?”

“Ne bileyim ne olmuş, haberlerde duydum. Gitmesen olmaz mı?”

“Olmaz tabii, vize haftası. Kızılay’da inip Sıhhiye’ye yürüyeceğim.”

Ben kapıdan çıkarken, “Arkadan dolan,” diye seslendi annem. Arkası neresiyse?

“Dil Tarih’i istila etmişler,” dedi Aygün, okula varınca.

“Kim etmiş?”

Omuzlarını kıstırıp başını hafifçe sağa eğdi.

“Çalıştın mı?”

“Bir daha bakacağım.”

Bütün öğrenciler kantinde sandalyeleri istila etmiş, kafaları önde, ders çalışıyor. Hemen yanımızdaki Dil Tarih’e tank girmiş. Bizim okulda sadece yaşlı bir polis var. Kel, göbekli. İki elini arkasında bitiştirip dolaştı fakültenin bahçesini. Öğleden sonra sıkılıp gitti zaten. Bunların bir halt edecek hâli yok, diye düşünmüş olmalı. Vizeden geçmiştim.

Elimi omzuna uzatıyorum. Kirpikleri titriyor. Benden bile genç. Abi diyemem. Kanka? Hey? Canım? Yok artık! Kullandığı ilaç varsa öğrenmem lâzım. Pat pat omuzuna vuruyorum.

“Seni iyileştireceğiz dostum, merak etme.”

Dostum, ağzımdan çıkıveriyor. İyi, en uygunu o. Kirpikleri hafifçe titriyor, gözlerini aralıyor, açık kahveymiş, sadece bir an için bakıyoruz birbirimize, bu defa kapanmak için titriyor kirpikleri. Omzumun arkasında ılık bir nefes. Başımı çevirip bakıyorum. Agit yanaşmış, gözleri kocaman olmuş, yuvalarından fırlayacak birer top sanki, beni izliyor.

Ne güzel isim, anlamı ne, diye sormuştum ilk duyduğumda. Kızlar gülmüştü. Dünyada bir ben bilmiyormuşum adının mânâsını gibi hayretle bakmıştı Agit yüzüme. “Sonra anlatırım,” diye fısıldamıştı Nihan abla. Sormayı unuttum, o da anlatmayı. Meraktan ölmüyorum zaten. Sohbet, muhabbet olsun diye konuşmaya çalışmıştım. Her nöbet denk gelmemize rağmen o gün bugündür ne sesini duydum ne yüzüme baktığını gördüm.

Ameliyata alınana kadar hiç konuşmadı hasta, gözlerini bir daha açmadı. Odama gittim. Biraz sonra kapıda tedirgin bir gölge belirdi.

“Girebilir miyim?”

“Gel,” dedim.

Gölge, bir adımda Agit oldu. Çatık kaşları yumuşamış, gözlerinin alevi dinmiş, dudaklarının kenarında titrek bir gülümseme. İki avucunu birleştirdiği ellerini uzattı. Bizim bahçeden, deyip başını aşağı yukarı salladı sakince. Nasırlı elleri arasında bir avuç yeşil erik.

Hepsi birer göz sanki, bana bakıyor.


Burçe Bahadır




1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page