top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Buğra Demirtaş- Vesvese

Saatleri eskiden beri severim. Kol saati, yalnız insanların yoldaşıdır. Yatarken bile çıkarmam saatimi. Dünyanın geri kalanıyla aynı zamanda akıp gittiğimi hissettirir bana. Biliyorum, öyle değil ama yine de kendimi ara sıra kandırmaya hakkım olmalı. İnsan gençken kendine ne büyük yalanlar söylüyor. Şimdi böyle küçük oyunların lafı olmamalı aramızda.

Uyanır uyanmaz terden sararmış kahverengi kayışına ısrarla birkaç kez baktım. Her zamanki gibi 6:05’i gösteriyordu. Nedense inanmadım. Önce saatin mekaniğinde bir sorun olmadığından emin olmak için yelkovanın hareketini takip ettim. Yaptığımı saçma bulup vazgeçtim. Bu sefer de günün perşembe olduğundan bir türlü emin olamadım. Oysa bal gibi perşembeydi. Akşam geç saatte ofisten şefle birlikte çıkmıştık. Önce onu eve bırakmıştım. Arabadan inerken “İyi yolculuklar,” demişti. Hatta görüşmeye gideceğim adamlardan birine özellikle dikkat etmem gerektiğini, herifin anasının gözü olduğunu falan anlatmıştı yolda. Tüm bunlar çarşamba akşamı yaşandığına göre ve ben altı saatten fazla uyuyamadığıma göre bugün perşembeydi. Zamandan mı yoksa aklımdan mı şüphe ettiğimden tam emin olamadım.

Sabahın bu erken saatinde beni yakalayan vesvese karşısında kararsızdım. Epey geç kalmışım ya da çok erken uyanmışım gibi bir his. Böyle lüzumsuz kuruntuları vardır herkesin. Önce önemsememeye çalıştım ama sonunda dayanamadım. Yataktan kalkıp kapıya yöneldim. Bu aşamada biraz sarsak olduğumdan holdeki halıya takılıp düşmekten son anda yırttım. Kapıyı açıp paspasın üstüne bırakılmış gazeteyi aldım, derhal tarihine baktım. 22 Mart 2012 Perşembe. İyice ikna olmak için birkaç habere göz gezdirdim. Hiç ilgim olmadığı halde burç yorumları sayfasını açıp o gün yeni birileriyle tanışma fırsatlarını değerlendirmem gerektiğini öğrenince biraz rahatlamıştım. Kapıyı kapattıktan sonra salona açılan ikili kapının önündeki bavulumu fark edip eşyalarımı geceden hazırlamış olduğumu hatırladım. Şüphelerim iyice yatışmış bir halde mutfağa girdim.

Ne var ki kahvaltıyı hazırladıktan sonra masaya oturunca bu sefer de midemin hiç yumurta kaldıracak halde olmadığını fark ettim. Uçaktan öğleden sonra ineceğim için kendimi tok tutacak bir şeyler yemem gerekiyordu, yiyemedim. Oysa masada her zaman olduğu gibi iki rafadan yumurta vardı. Canım yine sıkıldı. Hazırladıklarımı dolaba kaldırdım. Aslında gideceğim yerde iki hafta kalacağımdan çöpe dökmem gerekirdi ama yine de dolapta bozulurlarsa bana daha az kızarlar diye düşündüm. Bazı konularda dolaylı yoldan aynı sonuca ulaşmak vicdanımı rahatlatıyor.

Giyindikten sonra kravatımı aynaya bakmadan bağladım. Bu, bana kendimi iyi hissettirdi. Kravatımı lisede annem, sonraları başka kadınlar bağladığında hissettiğim duyguları anımsamaya çalıştım. Bir şey hissedemedim. Bir an içimde hafif bir burukluk da olmadı dersem yalan söylemiş olurum. Konu birden Freud’a gelince bavulu son bir kez kontrol ederek bir başka lüzumsuz kuruntular silsilesini savuşturmuş oldum. Bavulda iki takım elbise ve iki pijama olduğundan emin olduktan sonra oyalanmadan çıktım.

Apartmanın demir kapısı arkamdan zangırdayarak kapandı. Aslında bir şeylerin ters gittiğinden bu noktada emin olmam gerekiyordu. Kapı kapandığında garip bir korku hissi tüm bedenimi kapladı. O anda ne olduğunu tam anlayamadım fakat şimdi düşündükçe o hissi betimleyebilecek kadar iyi hatırlıyorum. Apartman girişindeki şarap lekesi rengindeki karoları kaplayan geometrik şekiller bütünleşip biçimsiz bir haritayı andırır gibi oldu. Sabah olduğuna kendimi bir türlü inandıramıyordum. Havadaki ışığın tonu akşamüstünün rengine çalar gibiydi. Mart sabahı esintisinin insanı hafifçe üşütmesi gereken soğukluğunu hissedemedim. Üstelik soğukla kendime gelebilmek, iyice ayılmak için paltomu özellikle giymemiş, bavulun sapına asmıştım. Aksine bedenim rahatsız edici olmasa da tuhaf bir sıcaklıkla kaplıydı. Adım atmaya yeltenmeden öylece durdum. Görüşümün bulanıklaşacağını ve hatta bayılacağımı düşünerek bekledim.

Aşağı yukarı beş saniye kadar süren bu anı sağduyulu bir şekilde “Hasta oluyorum galiba,” diyerek hafif bir sinirle geçiştirmek istedim. İçten içe durumda bir tuhaflık olduğunu sezmiş olmalıyım ki pek içmediğim halde canım sigara çekti. Geçen seyahatlerden birinden kalma Gaulois paketini ve kibrit kutusunu sinirle çıkarıp bir sigara yaktım. İlk nefesle birlikte görüşüm netleşmeye, karoların üstündeki şekiller yeniden belirmeye başladı. Olay bile denemeyecek durumlar karşısındaki orantısız tepkilerim, ruh halimin bir soytarınınkinden hallice olduğuna işaret ediyordu. Hafif bir gülümseme belirdi yüzümde. Keyfim biraz yerine gelmişti.

Sigarayı bitirdikten sonra sabah huzursuzluğunu geride bıraktığımı düşünerek sokağın köşesindeki taksi durağına ilerledim. Durakta bildik erken sabah saatleri hareketliliği vardı. Şoförlerden biri durağın önündeki banka oturmuş enerjik bir surat ifadesiyle çayını yudumluyor, hızlıca gazetenin spor sayfasına göz gezdiriyordu. Aracı yeni devralmıştı belli ki. Beni görünce hemen gazeteyi kapatıp “Günaydın abim,” diye seslendi ve çayından büyük bir yudum alıp doğruldu. Üç yıldır bu sokakta oturuyorum, küçük çapta da olsa bir çevrem var. İsmimi bilmezler gerçi ama o da benim soğukluğumdan.

Normalde herkes gibi ben de takside yol boyunca süren zoraki sohbetten sıkılırım. Hatta bu sohbete dahil olmamak için gereken iradeyi gösteremediğimden kendime sinirlenirim. Bu gerginlikle birlikte konuyu özellikle tartışma çıkması kaçınılmaz olan günlük siyaset ve yüzeysel ekonomi alanlarına çekerim. Sonra da sinirlenerek araçtan inerim. Muhtemelen epey küfür yiyorumdur. O gün ise taksiye bindiğimde, izlemediğim halde, önceki geceki Galatasaray maçından konuyu açarak dizginleri ele aldım. Bu hareketim hoşuma gitti. Şoför de beğenmiş olacak ki keyifle takıma verip veriştirmeye başladı. Tespitlerime coşkuyla katıldı. Onun keyiflenmesinden keyiflenerek iyi bir yolculuk geçirdim. Hatta havaalanının dış hatlar kapısının önünde, çok eski bir arkadaşım beni havaalanına bırakmış, ben doğru düzgün veda etmeden gitmek zorunda kalıyormuş gibi hüzünlenmiştim. Bu hissin saçmalığına gülüp geçtim ama uyandığımdan beri devam eden bu küçük gariplikler arasında ne tür bir bağlantı olduğunu dalga geçer bir havayla kendime sordum. “Yorgunluktan bunlar,” cevabı tatmin edici geldi.

Güvenlik kontrolünden geçtikten sonra bavulumu vermek üzere check-in kontuarına yöneldiğimde içimde kabullenmeyle huzur arasında bir duygu hakimdi. Kontuardaki yeşil gözlü kadın görevliye bavulumu teslim ederken yüzümde mağrur ve güngörmüş bir gülümseme belirdi. “Ben ne bavullar teslim ettim hanımefendi, sorun değil alın,” demek istercesine takındığım bu ifade, kadına tuhaf geldi. Her yolculuk öncesi beliren bu sağlıksız melankoli halinin aklımda canlandırdığı silik suretlerle garip bir biçimde gururlanıyordum. Herkesi geride bırakan özne benmişim, hiç teslim edilen bavul olmamışım gibi bir tavır takınarak acınası halimi yüceltiyordum. Kadın bunu, beceriksiz bir flört girişimi olarak yorumlamış olacak ki bana hoşgörü ve biraz da sempatiyle gülümsedi. Aslında böyle kadınlar kolay bulunmuyor. İnsanın en sefil anında bile kendisine bir parça şefkat gösterebilen birini bulması zor. Neyse, içine düştüğüm durumu fark ederek şansımı fazla zorlamadan biniş kartımı aldım ve kartın üzerinde belirtilen salona doğru aheste adımlarla yürümeye başladım.

Uçağın kalkışına vakit vardı ama mağaza gezecek dinginlikte olmadığımın farkındaydım. Yine de önüme ilk çıkan dükkanların birinden bir şişe yolluk aldım. Uçakta genelde çok düşünürüm ve düşüncelerim beni olmak istemediğim yerlere götürür. Eski arkadaşlarımın şimdi ne yapmakta olduklarını, şu veya bu sokaktaki vedalaşmamızda Serap’a ya da Rüya’ya neden onları kalmaya ikna edecek cümleler kurmadığımı, aslında kısacası neden insanların hayatlarında yer tutmakta başarısız olduğumu sorgularım. Biraz anlamışsınızdır artık, beni rahatsız edecek düşüncelerden kaçmak konusunda başarılı değilim. Uçağın tekerleklerinin yerden kesilmesiyle birlikte kendimi düşüncelerimin düzensizce çarpıştığı bir boşluk aleminde bulmaktan bu yüzden hoşlanmıyorum. Aldığım küçük şişe de benim küçük kurtuluşumu müjdeliyordu.

Ne var ki dükkânın insanı bir düzine şişe almaya teşvik eden ışıkları ile satış görevlisi kadının neşeli tavırları, düzgün vücudu da dikkatimi yeterince dağıtamadı. Zihnim sabahtan beri bir şeyler arıyor, aradığını bulamadıkça bana sinirleniyor gibiydi. Bir yandan telaşsız adımlarla parlak vitrinlerin önünden geçerken, bir yandan da içimdeki huzursuzluk alametlerinin neye işaret etmeye çalıştığını düşünmeye başladım. Her zamanki yolculuk öncesi gerginliğine benzer yanlar taşıyan bir durumdu. Aynı rutinde devam eden yılların ardından artık yolculuklarım çevremdeki insanlara yeterince ilginç gelmiyor. Dürüst olmak gerekirse kimsenin hayatının kimseye çok ilginç geldiği kanısında değilim. Yine de insan hiç olmazsa birilerinden bir telefon ya da iyi yolculuklar mesajı falan bekliyor. Biliyorum, benim gibi başkalarının hayatlarına uzak durmayı seçen biri için çelişkili bir durum. Belki de sorun bunun sandığım ve gururlandığım gibi bir seçim değil, hayatın bana seçenekmiş gibi sunduğu bir dayatma olmasından kaynaklanıyordur. Hayat böyle tatsız şeyleri güzel ve parlak paketlere sarıp insana kendini iyi hissettiren şakacı bir uzak akraba gibi oluyor bazen.

Her neyse, sonuçta kafamı toplayamadığıma ve her zamankinden biraz daha yalnız hissettiğime kanaat getirerek yolcu salonunda uçak pistini gören camekana yakın bir koltuğa oturdum. Birini aramak istiyordum. Hayatımın ve yolculuğumun sıradanlığına beni inandırabilecek bir ses duymak iyi gelebilirdi. Aynı anda hem dikkat çekmek hem de herkes gibi olabilmekti derdim. Sonunda Ahmet’i aramaya karar verdim. Ahmet, usta işi kurnazlıkla yapılmış bir seçimdi. Onun da kendi işleriyle meşgul olduğunu ve bana farklı bir dünya sunarak aklımı çelmeyeceğini içten içe biliyordum. Telefon üçüncü çalışta açıldı. Biraz havadan sudan lafladık. Çad’a gitmek üzere havaalanında olduğumu söyledim. Beklediğim gibi biraz şaşırdı. Neden, ne kadar kalacaksın, ne zaman dönüyorsun gibi sorular sıraladı. Bu sorulara yanıt verirken sesimdeki önemsemez ve “Bilirsin işte, bizim işlerin rutini böyle,” havasındaki tondan tatmin oldum.

Tam o noktada hat kesilse ya da Ahmet’in acilen kapatması gerekse belki de her şey farklı olacaktı. Ama hayat her zaman sizi farkında olmadığınız tehlikelerden kurtarmıyor işte. Soru sorma sırası bana geçtiğinde Ahmet’e genel sorular sordum. Bunun bir hata olduğu birkaç dakika içinde anlaşılacaktı. Ahmet bana üniversiteden ortak tanıdıklarımızla olan buluşmalarından bahsetmeye başladı. Arada benim de kulaklarımı çınlatıyorlarmış falan filan. Zaman zaman Rüya’nın da bulunduğunu söylediğinde önce pek önemsemedim. Hafif alaycı bir tavırla “Ya! Öyle mi? İyi iyi, kaynaşın bakalım,” diyerek konuyu kapatmaya yeltendiysem de Ahmet zehrini akıtmaya devam etti. “Abi kız çok değişmiş ya. Seninleyken böyle değildi. Hep bir çekingenlik, gerginlik vardı üstünde. Şimdi epey rahatlamış. Eray’ı hatırlıyor musun? Hani iki üst dönemden, onunla berabermiş. Hatta eleman da senin şirketten galiba. Ne enteresan dimi!”

İşte bu noktada sinirlerim hâkim olunamaz bir coşkuyla çağıldamaya başladı. Eray’ı tabii ki hatırlıyordum ve yaklaşık altı aydır o silik herifin her aldığı dosyayı nasıl batırdığına bizzat şahit oluyordum. Canım müthiş sıkıldı. Komplekslerime ve ilkel dürtülerime bu kadar savunmasız teslim olmama neden olan öfkem, aynı anda hem Ahmet’in patavatsızlığına hem de kendime kabarıyordu. Öfkemi belli etsem daha da sinirlenecektim. Telefonu acele birkaç kelam edip kapattım. Yerimde oturamayacaktım. Tuvalete kadar gidip yüzüme su çarpmaya karar verdim. Bu da ikinci büyük hata oldu.

Tuvalete giderken yine sabahkine benzer bir görüş bulanıklığı yaşadım. Pek etrafıma da dikkat etmedim doğrusu. Yine de kapının önünde geldiğimde kapalı olduğundan hala emindim. Kapıyı ittirdim. Aralanmasıyla birlikte diğer tarafta bir saniye farkla tuvaletten çıkmakta olan biri olduğunu fark ettim. O da kapıya hamle yapmıştı. Normalde bu tür durumlarda karşımdakine en samimiyetsiz küçük burjuva gülümsememi takdim ederek geri adım atarım. Bu aslında bir üstünlük gösterisidir. Ancak içimde kabaran dürtülerin etkisiyle hızla ileri atıldım. Ne var ki karşımdaki adam bu hareketime aldırmamak ya da en azından hafif sesli bir homurdanmayla hem gururunu kurtarmak hem de işi uzatmamak yerine bana kibarca, “Bir saniye bekleyemeyecek kadar aceleniz var sanırım,” dedi ve gülümsedi. Adamın yüzündeki gülümsemeyi fark etmemem imkansızdı. Alaycı bir ifadeyle hafif kıvrılan dudakların ve ifadeyi tamamlayan, üstünlük iması taşıyan bakışların bir tür halüsinasyon olup olmadığı düşüncesi aklımda şimşek hızıyla çakıp kayboldu. Bu benim gülümsememdi.

Bu, nezarette ikinci gecem. Gömleğim artık kötü kokuyor ve ceketimin iç cebine koyduğum küçük defterin sayfaları bitmek üzere. Adamın daha uyanmadığını söylüyorlar. Başını lavabonun mermerine birden fazla kez şiddetle çarpmış. Anlattığım gibi o sabah havaalanına gitmek üzere evden çıkmadan önce, halimde bir tuhaflık sezmiştim. Belki de o gün perşembe değildi. Belki de saatime güvenmemeliydim. Onu da aldılar zaten. Bilmiyorum ama bir şekilde işler ters gitti işte. Olur böyle şeyler değil mi? Sonuçta hepimiz sıradan insanlarız.


Buğra Demirtaş

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page