top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Bülent Ayyıldız- Hiçbir Şey Tuhaf Değil

Dede dualarını ederken iç halkadakiler ellerinin başparmağını yan tutup öptüler ve yanındakilere sürerek niyaz ettiler. Dar çeken kadınlar dış halkadaydı. Öldüğünü asırlarca cinlere belli etmeyen Hz. Süleyman gibi asalarına dayanmışlardı. Boyunlarına taş bağlamaları lazımdı ama artık su dolu plastik şişe bağlıyorlarmış. Ben de pek bilmiyorum, çünkü bir düşkünüm. Düşkün olmamın sebebi onlara göre Alevi olmayan biri olarak bir Alevi'yle evlenmem, bana göre ise belki de sadece evlenmem. Bu ufak çaplı bir ceza gerektiriyor. Benim yüzümden kefaret olarak bir kurban kesmişlerdi. Beni aralarına aldılar. Anabacı ve imad koyun postuna secde edip doğruldu. Düşüncelerinizi kontrol edemezsiniz. Hiç olmadık bir yerde olmadık şeyler gelir aklınıza. Belki de postun sarımsı beyazlığı beni sökün eden anılara gark etti.

Özel bir hastanenin bu iş için ayrılmış odasına elimdeki saydam kapsülle girdim. Gözüm korkmasın diye çay bardağı ebatlarındaydı herhalde. Matrix filminden çıkma deri bir koltuk ve karşısında da bir televizyon vardı. Destek olsun diye açıp bir şeyler izleyebilirdim. Dışarıda sıra vardı. İşimin bitmesini bekliyorlardı. Hemşire de bir yerlerde kabı doldurulmuş olarak almayı bekliyordu. Üç gün perhiz vermişti doktor. Ben ne olur ne olmaz diye beş gün dokunmamıştım. İşte o görüntü ayan beyan canlandı gözümde. Sertleşmek için ve sonunda spermlerin sağa sola saçılmaması için harcadığım caba sarımsı bir renkle özdeşti zihnimde.

Eşim güzel bir kadındı. Onu seviyordum. Aslında güzel bir evliliğimiz vardı. Yani standart. Bildik telaşlı evlilik hazırlıkları, güneyde bir sahil kasabasında orta halli bir otelde balayı, sonra konserler, gezip tozmalar. Keyfimiz yerindeydi. Çocuk yapmaktan çekiniyorduk. Esasen benim pek çekindiğim yoktu ama eşimle aldığımız ortak karar doğrultusunda acele etmemeye karar verdik. Regli geciktiğinde birkaç kez panikleyip kendi kendine gebelik testi yaptığı olmuştu. Bunları bana söylemedi. Çöpte duran tek çizgili test kitinden öğrenmiştim. Sağdan soldan şakayla karışık, “Ne zaman amca oluyorum, ne zaman teyze oluyorum,” diye gelen baskılara gülüp geçiyorduk. Sonra o her evli çiftin içine girdiği ya da her evli çiftin içine girdiğini düşündüğüm boşluk bizi yavaş yavaş kendine doğru çekmeye başladı. Evin içerisinde bir yerlerde bizi yutmayı bekleyen bir boşluktu bu. Onunla köşe kapmaca oynuyorduk. Bazen salonu ele geçiriyordu. Yabancı biriyle oturur gibi ne yapacağını bilemeyip saçma sapan muhabbetler açma, elini kolunu nereye koyacağını bilememe gibi şeyler değildi bu boşluk. Yine de iki his arasında aşırı yakınlık ya da bir akrabalık olduğunu düşünüyorum. Akşamları bir şeylerle dolduramadığınızda gerginlik kapıda gibiydi. Herhangi bir mesele pimi çekilmiş bir bomba gibi patlayabilirdi. Çöpü kapıya çıkarmamak, bulaşıkları düzgün dizmemek ya da filmi altyazılı izleyip izlememek bile zorlu bir duruma, çetin bir sürtüşmeye sebebiyet verebilirdi. O zaman salonu pek kullanmamaya başladık.

Bazen boşluk yatak odasında beklerdi bizi. Kıvrılıp bir köşeye sığışmak mı yoksa sarılmak mı daha tehlikeliydi bilemezdin. Sonra da mutfağa geçti. Kahvaltıları beraber yapıyorsak beş dakikada bitirip kaçar gibi masayı terk ettiğimiz de olurdu. Meseleler ve sebepler çeşitliydi ama evi giderek boşluğa teslim ettiğimiz aşikârdı. Bir bahane bulup evden kaçmanın yolunu arıyorduk. Kimi zaman hafta sonları şehir dışındaki arkadaşlara yatıya giderdik. Bunlar da yeni evli çiftler olurdu. Yine de teyakkuzda olmak lazım gelirdi. Boşluğun arabaya atlayıp kilometrelerce peşimizden geldiğini bilemezdik. Havadan sudan konuşurken yeni evli çiftin tatil için Viyana’ya gitme planları su yüzüne çıkıverirdi mesela. Konuşma esnasında, “Ne güzel, biz de geçen sene Atina’ya gittik. Aa orası bu mevsimde soğuk değil midir ya? Ayol bir sonraki planı da beraber yapalım,” gibi laflarla geçiştirilen bir mesele sonraları çok farklı bir şekilde önüme çıkıverirdi. Instagram’da aldığımız kalpler yetersiz gelmeye başladı. Herkes fallik telefonlarla ortalıkta dolaşırken nasıl yaşadığımız değil neyi nasıl gösterdiğimiz önemliydi. Bu lafı dile getirdikçe, geçerliliği bilinen bir şeyin altını çizdikçe tam tersi bir etkiyle kanıksıyorduk meseleyi. Durumdan herkesin şikâyetçi olduğunu söyleyebilirdik ama kimsenin tek karelik gösteri dünyasını bıraktığı yoktu. Gezmelerden sıkıldık. Ya da nereye gideceğimizi bilemez olduk galiba. Eşimin arkadaşları da birer ikişer çocuk sahibi olmaya başlamıştı. Boşluğu alt ettiğimizi sandığımız bir akşam salonda, karşılıklı koltuklarda telefonlarımızı kurcalarken bakışlarından fark ettim. Buna neyin sebep olduğunu hâlâ bilmiyorum. Belki Instagram’da mutlu bir aile resmi, yeni doğmuş bir bebeğin hoş geldin partisi, çocukların bencilliğini ölçmek üzere yetişkinlerin yaptığı “bütün şekerlerini yedim” sosyal deneylerinden biri sebep olmuş olabilir. Böyle basit şeyler bir canlının hayatını başlatabiliyor. Bu başka canlıların hayatına mal olsa da. Bakışlarında beni arzuladığını falan görmedim. Anne olmak istediğini gördüm sadece.

Aylarca denedikten sonra kapsüllerin, testlerin, doktorların arasında, masrafların hesabını yaparken bulduk kendimizi. Normal yollarla denemek sıkıcı bir hal almıştı. İş olsun diye bile yapmıyorduk. Spermlerimi bir şırıngayla alıp onun rahmine enjekte etseydim umurunda olmazdı. Doktor bile ikaz etmişti. Fazla sık denememiz spermlerin kalitesini düşürebilir, böylece zigotun döllenme ihtimali de düşebilirdi. Başından kokmaya başladı bu iş. Bir çocuğum olsun ben de istiyordum; ama olmayacaksa da pek üstüne gitmenin gereği yoktu. Her akşam kurulu bir saat gibi birbirimize kurulmak zorunda hissetmek bir yere kadar katlanılabilirdi. Belli bir saatin belli bir alışkanlığından ibaret olmuştu seks. Yatmadan önce dişlerimizi fırçalamak gibi ya da canın istemese de akşam yemeğinden sonra farkında olmadan çay demlemek için mutfağa yönelmek gibi adiyattan bir şeydi.

Eşimin mutlu olmasını istiyordum elbette ama bu tüp bebek işine beni ikna eden bir arkadaşım oldu. Böyle bir çaba içerisinde olduğumu bilmeden üçüncü çocuğunu nasıl kazara yaptığını dert yandı bana. “Şerefsiz prezervatif yırtılmış,” dedi. “Tabii biz işi her şey bittikten sonra anladık. Ben hissettim ama tuhaf bir şeyler olduğunu. Karımın elindeki yırtık poşete bakakaldık. İkimiz de bir kelime edemedik. Ulan nasıl fena oldum anlayamazsın.” Anlayamıyordum gerçekten de. “Hemen bir eczane bulup ertesi gün hapı da buldum ama anlayacağın bizim çocuk baya inatçı çıktı,” dedi.

Sperm testlerimde bir anormallik yoktu. Yine de kendimi suçlu hissediyordum. Tüp bebek işinden de bir şey çıkmayacağını biliyordum ya yine de denemedik dememek için uğraştık. Evi sarıp sarmalayan boşluk gider diye uğraştım. Kredi kartlarımı zorlayan eğlenceler, geziler ve tedavi ücretlerine katlanarak, bazen bir kredi kartıyla diğer kredi kartı borcunu kapatmak pahasına eşimin mutlu olması için çabaladım. Nitekim istediğimize de ulaştık. Ama ne istediğine dikkat etmek gerekiyormuş.

Tedavi sonucu ikiz çocuklarımız oldu. Öyle filmlerdeki gibi telaş yapmak da istedim. Ben işte olacaktım. Karım telefon edecekti.

“Yetiş,” diyecekti, “suyum geldi.”

Hiç de öyle olmuyormuş. Sezaryen tarihini alıp günün gelmesini bekledik. İstersem ameliyathaneye de girebiliyordum. Kapıda öyle telaşlı telaşlı volta atmaya da gerek yoktu. Doktor, “Giremezsin,” desin diye çok heveslendim. Zira içeri girmek istemiyordum. Beni kan tutuyordu. Yine de girdim. Ve ameliyat başladıktan beş dakika sonra kireç gibi bir yüzle kendimi dışarı atmak zorunda kaldım. Doktor bayılmak üzere olduğumu anlamış olacak ki, “Sen bir hava al istersen,” dedi. Bizim ikizleri kuvöze almışlar. Müşahede altında tutmaları gerekiyormuş, ciğerlerinde su kalmış falan.

Camekânın ardından sıra sıra dizili bebelerin içinden kendi yavrularımı tanıyacağımı sandım. Buna da gerek kalmadı. Zaten odada iki bebek vardı. İlk gördüğünde ne hissetin diye soracaklardı bana da. Ama bende anlatacak bir şey yoktu. Hatta beklentilerin tam tersine çıkan bir şeyler anlatabilirdim. Baba olmanın bilincine henüz varamamıştım galiba. İkisini de birer metre arayla duran kuvözlere koymuşlardı. Tek yumurta ikiziymişler ve ikisi de erkekti. Bunlar benim mi şimdi diye sordum kendi kendime. Alien filmindeki yaratık gibi kafaları geriye doğru bombelenerek uzuyordu. Geniş alınlarının üstüne çorba dökülmüş de seyrek saçları yapış yapış olmuş gibiydi. Ayakları ve el parmakları bir bebeğe göre uyumsuz derecede uzundu. Derileri çoktan ihtiyarlamış, yeşil-mavi arası damarlar bedenlerinin üzerine tükenmez kalemle çiziktirilmişti. “Minnak burunlum, fındık burunlum,” falan diye sevemeyeceğim cinsten gagamsı çıkıntılar vardı suratlarının ortasında ve bunlardan bir değil tam iki adet vardı.

Kan tutmasına rağmen ömrümde bir kere bayılmadan kan vermişliğim var. Çocukların doğmasından itibaren yedi yirmi dört kan vererek yaşamaya başladım. Evdeki boşluk hakikaten bizi terk etmişti; fakat yerine sapır sapır dökülen bir eşya yığını bırakarak. Zafer ne bizim ne de onun olmuştu. Hemşireler ve ziyarete gelen herkes, “Ay bunlar ne tatlı,” diye çocukların üzerine eğilirken, tatlılığı bıraktım, tatla, duyu organlarıyla hissedebileceğim hiçbir güzellik göremiyordum. Belki bir acılık vardı. Dillerini istemsizce dışarı çıkarıp dudaklarıyla sömürecek bir meme arayan, boyunsuz, pörtlek gözlü, elleri ve ayakları kontrolden çıkmış gibi ani hareketler yapan bir çift beden görüyordum ben. Göbek bağlarına tutturulmuş mandalımsı bir plastik Dadaist bir sanat eserini tamamlıyordu.

Ağlayarak sağa sola emirler yağdıran, herkesi etrafına pervana eden iki küçük cin bizi eve hapsetmişti. Altlarını değiştirmek ve karınlarını doyurmak mesele değildi. Durmadan ağlıyorlardı. Kısa sürede hazımsızlık problemi yaşadıklarını ve özel mamalarla beslememiz gerektiğini öğrendik. Uyku diye bir şey kalmamıştı. En ufak bir ses, bir menteşenin gıcırdaması örneğin, uyanmalarına ve gayya çukuru ağızlarının susmamak üzere açılmasına sebep oluyordu. Susturmak için türlü türlü yollar denedim. Anneleri yine bir şekilde susturmanın yolunu buluyordu ama onlarla ilgilenmek için gece ben kalktığımda bu işlem biraz sancılı geçiyordu. En sonunda ikisini de bebek koltuklarına oturtup şehirde tur attırmayı denedim. İşe yaramıştı. Araba harekete geçer geçmez ağlamaları mızıldanmalara ve sonra da sessizliğe evriliyordu ama kesin çözüm olduğunu söyleyemem. Zira şehir turunu bitirip garaja döndüğümde, kontağı kapar kapamaz, kaldıkları yerden biteviye devam ediyorlardı.

Uykusuzluğun ve çocuklarla yaşamanın işim üzerindeki etkisi hemen ortaya çıkmadı. Bir gazetenin kültür ekinde editörlük ve çeşitli yayınevlerine de çevirmenlik yapıyordum. Kültür ekine her hafta yazı yetiştirmem gerekiyordu. Önce cepten yedim. Kötü günler için sakladığım birkaç yazım vardı ama sonra işleri yetiştirememeye başladım. Yine de bunu pek umursamıyordum. Ben en azından iş yerine gidip biraz kafa dağıtabiliyordum ama eşim hiç durmadan çocuklarla beraberdi. Onun da kanı çekiliyordu. Saçları sönmüş ve keçeleşmişti. Her gün aynı sabahlıkla dolanıyordu evin içinde. Gözaltlarındaki morluklar belirginleşmiş, güneş altında kalmış gibi kazayakları derinleşmişti. Bebeklerin eşyaları hususunda çok özenliydi. Neyi nereye koyduğunu çok iyi biliyor, benim dakikalarca aranmamadan sonra gidip, “Temiz zıbın bulamadım,” demem üzerine, “Salondaki berjerin solundaki en alt çekmecede,” diye şıp diye nokta atışı yapabiliyordu ama diğer konularda kafası oldukça dağınıktı. Evin anahtarlarını nereye koyduğunu bir türlü bulamıyordu. Doğum günümü unutmuştu. Ekmek yerine süt istiyor, sütü görünce ben ekmek istemiştim diyordu. Bunları sorun etmiyordum tabii ki. Beni asıl rahatsız eden şey asabileşmesiydi. İlk dönemler için geçici bir şeydir diye umursamadım. Mesele, ilacı çocuğa tutmak için tatlı kaşığı yerine çay kaşığı getirdiğim için azarlamasıydı mesela. Kahvaltılıkları buzdolabının plastik kapaklı bölmesi yerine alta koymam, ekmeği fırından dilimletmeden getirmem, çamaşır makinesine bebek çamaşırları için alınan yumuşatıcıyı eklemeyi unutmam, evin içinde terliklerimi sürterek gezmem, eve gelmeden yarım saat önce değil de yirmi dakika önce arayıp bir ihtiyacınız var mı diye sormam, bir işi becerememem, sürekli telefonu kurcalamam patlaması için yeterliydi. Eve alınmış koşu bandı gibi hem işe yaramaz hem de devasa yer kaplayan bir şeydim onun gözünde. Belki de kendini tamamen salmadığını, arada bir eşe dosta spor yaptığını göstermek için elinin altında tuttuğu koşu bandının bile işe yaradığı zamanlar vardı. Benimse işlevim sıfırlanmıştı.

Çocuklar ilk adımlarını atmaya, kendi mamalarını kendileri yemek için ısrar etmeye başladığı dönemde işler daha da çığırından çıktı. Özellikle yemek yeme fasılları içinden çıkılmaz bir paradoks gibiydi. Önce benim kaşık tutmamı istemiyor, sonra ellerine aldığı kaşıklardaki yemeği sağa sola saçıyorlardı. Kıra döke bir şekilde yedirmeyi başarıyordum. Gidip yerleri siliyordum. Sanki temizliğimin bittiğini anlamışlar gibi ya tabağın dibindeki son yudumu ya da ağızlarında geveledikleri son lokmayı şap diye yere fırlatıyorlardı. O esnada aklıma tek bir film karesi geliyordu. Batman Kara Şövalye’de, Joker sorgu odasında beklerken, Batman’in karanlığın içinden belirip arkasında durduğu Joker’in kafasını masaya vurması. Gerçekten gaga burunlu çirkin suratlarını bir yerlere çalmayı istiyordum. Öfke sorunu olan biri hiç olmadım ama içimde bir şeyler kabarıp kabarıp sönüyordu. Yine kendimi suçlu hissediyordum, ama annelerinin korumacı tavrı beni çileden çıkaran asıl meseleydi. Sanki çocuklarla baş başa kaldığımda onlara bir zararım dokunacakmış gibi davranıyordu. Çocukları yıkarken benden yardım alması gerekiyordu ama onlarla mümkün olduğunca az temasa geçmem için elinden geleni yapıyordu. Şampuanı bebeğin saçına ben süremezdim, su tutamazdım. Onların giyecekleri yeni çamaşırları bile ben ayarlamazdım. Mevsimine göre çok ince ya da çok kalın bir giysiyle gelebilirdim zira. Havlu tutma işi bendeydi. En azından direkt bir temastansa, arada havlu vardı değil mi? Yine de eşimi gerçekten seviyordum. Eski günlerin özlemiyle ona sokulmaya çalıştığım geceler oluyordu. Ama o bunu bir tehdit olarak algılayıp hemen beni uzaklaştırıyordu. Medeniyetten uzak bir ırz düşmanı gibi hissedebiliyordum.

Sevişmediğimiz aylarda aralıklı olarak teşebbüslerim olmadı değil. Hepsini savmayı başardı. Yeter artık bu gece kesin bu buzlaları eriteceğim, diyerek yaptığım türlü romantiklikler, mumlar, pastalar, akşam yemeği sürprizleri ve pahalı hediyelerle çok taarruz planları da yaptım. Bazen bana şans verdiği de oldu. Evet, sanki bu bir “şans verme”ydi. Yeni işe başlayan bir stajyerden göze girmesini beklemek gibi. Fakat uzun süre ara vermenin beceriksizliği, tek atışlık hakkımın olması, çocukların her an alarm gibi zırlama riski beni baskılayıp beceriksizce hareket etmeye hatta paniklemeye zorluyordu. Zaten evin içinde asalak gibi yaşayan bir böcekten farkım yoktu. Şevkimi kırmak için beden diliyle ve ağzının içindeki diliyle her şeyi açık açık söylüyordu. Alışverişten döndüğüm bir gün, aldıklarımı kontrol etmek için erken davranıp kapıda karşılamıştı. Normalde mutfağa kadar götürüp aldıklarımı yerleştirirdim, o da ardımdan paylayacak bir şey bulmaya gelirdi. Belki bir gün lazım olur diye prezervatif almıştım ve nasıl olsa eve gidince hemen kaldırırım diye gizlemeye gerek duymamıştım. Aldığım şeyi poşetin içinde gördüğü andaki bakışlarını görmeliydiniz. Sanki ev yapımı bomba imalat ediyormuşum da beni nitrogliserinle yakalamış gibi bir bakıştı. Şaşkın gözlerinin altında hemen müstehzi bir tebessüm belirdi. Alnıma doğru bir yerlere bakıyordu. Sanki göz gözeyken bile gözlerimize bakamıyormuşuz gibi bir açı ayarlıyordu. O bakışlarla bile “çok beklersin” diyebiliyordu.

Tamam, erkek çocukları büyüdüklerinde babalarıyla bir çatışma yaşayacaklardı elbette ama bunlar çok erken başlamıştı. Her şeyimi, daha doğrusu evimden ve karımdan ibaret olan her şeyimi elimden almak için ant içmiş düşmanlar gibiydiler ama saçtıkları gülücüklerle herkesi kandırabiliyorlardı. Afacanlıklarıyla, bitmez tükenmez enerjileriyle, “Bu çocuklar çok zeki olacak,” iltifatlarını topluyorlardı. Ama, “Oğlum şu çorabı uzatıver,” deyince ya beni duymazlıktan geliyordu ya da çorabın ne olduğunu hiç bilmiyor gibi bakıyordu. Defalarca renkleri öğretmeye çalıştım. Güneşin ısrarla pembe olduğunu, portakalınsa mor olduğunu savundu biri bana. Diğerininse “mor”u telaffuz etmesi bile bir mucize olurdu.

Geceleri bütün bunları düşünmemek için telefonuma çok gömüldüm. Gerçeklikle bağlarımın kopmasını istemiyordum. Daha doğrusu gerçeğe yakın bir şeyler hissetmek istiyordum. O kusursuz vücutları olan kadınlar, iri göğüsleriyle beni cezbetmiyordu. Daha çirkinlerini arıyordum. Onlar daha gerçekti. Her gece bir şeyler izleyerek rahatlatıyordum kendimi. Karım birden salona girer korkusuyla battaniyenin altında hallediyordum işimi. Artık korkudan mı sevgiden mi neyden bilmiyorum, o zamanlar mutluluğu dışarıda aramak hiç aklıma gelmemişti. Sonraları da aramadım zaten.

Şimdi burada, kayınpederimin evinin penceresinden, bahçede kayınpederim için tutulan yası izlerken, bu anlattıklarım pek de dert değilmiş, diyorum. Kabul, ikiz babası olmak zor. Yine de baba olarak hissettiklerim tuhaf görünebilir. İkiz babası olmanın üzerine soyadımı taşıyamayacak üçüncü bir çocuğun yolda olduğunu öğrenmem ve bütün bunları dedenin ağıtlarını dinlerken düşünmem garip görünebilir. Benim için “garip, tuhaf, acayip, şaşılacak şey” diyebileceğim bir şey kalmadı. “Bereketli olun ve çoğalın,” emri tuhaf değil. İbrahim’in rüyası hiç garipsenecek bir şey değil. Gidip bir kefarette bulunmalıyım. Belki bir ahır dolusu kurban adamam gerekecek. Karım için bir tane, ikizler için iki tane, hamileler ve babalar için kaç tane kesmem gerekir karar vermeli. Bir asaya yaslanıp kaç asır beklemem, boynumda ne kadar ağırlık taşımam gerek. Kelimenin her manasıyla ben bir düşkünüm. Bu gidişle düşmeye de devam edeceğim. Yine de hiçbir şey tuhaf değil.


Bülent Ayyıldız

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page