top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Cabir Özyıldız- Çemberin Ortasındaki Çocuk-II

Ne zaman arayıp abimi sorsam annem, “İyidir iyi, damdadır işte,” diyordu. “Hâlâ konuşmuyor mu?” deyince de sessizce geçiştirirdi soruyu. Fakat son arayışımda sesinde garip bir acılık vardı. Sorduğum sorulara genel geçer yanıtlar verdi, konu abime gelince önce sustu, göğsündeki onmaz ağrıyı boşaltmak için bekledi, sonra da “Gel, abini götür buralardan,” dedi.

Annem ki, abim için yirmi beş yıl bilfiil kirpiğinden dökülen yağmura dualarını karıştırdı. Gözlerini pencereye nöbetçi dikti de öyle dolanıp durdu evin içinde.  Görüş günlerinde sıktı dişlerini, tırnaklarını avuç içlerine batırdı da tek bir laf etmedi. Yükledi tüm hasretini gözlerine, öylece bakadurdu oğluna. Babama, dedeme, amcama, o gün çemberde kim varsa üzerlerine durmadan lanet yağdırdı. “Karaşınıma, ağzı süt kokan bebeme kıydılar. Eline tabanca verip, oğlumu yok yere katil ettiler,” deyip ilendi durdu.

Abim içeriye girdikten sonra, bir günden bir güne saçını kınalamadı annem. Başındaki çatkı epridi hasret yüklü ağıtlardan. Eli hep sinesinde gezdi, göğüs tahtasını “Ah oğlum, oğlum!” diye dövedurdu. 

Kimsenin sevincine eşlik etmedi, uzaklara baktı durdu onca yıl boyunca. Babam ölesiye dek rahmini ve kalbini kırk kilit altında tuttu.   

Ahdetmişti, “Yeter ki çıksın, kapı kapı dolaşıp dileneceğim,” diye. Dilendiğim paralarla bir tosun yıkacağım ayaklarının dibine. O gün ayağıma pabuç giymeyeceğim. Sokağı baştan sona yalınayak geçeceğim. İşaret parmağını diline götürüp boşluğa yazdı tüm bunları annem. 

Abim içeriden yirmi beş yıllık yaşamasızlıktan sonra çıktı. Kırk yaşına bir arpa boyu yol kalmıştı.

Ne ahdettiyse yaptı annem. Hatta daha da fazlasını. Ama abim hep kapı duvar. Konuşmadı, anama sarılmadı. Karşılayıcılara eğik, kırık bir tebessümle karşılık verdi. Pencerelerden uzak durdu, sırtını hep duvara yasladı. Kahveye çıkmadı, ganyan bayiinin önünden geçerken göğüslerine onmaz sızılar bıraktığı o iki kardeşin yitik gölgesinden taraf bakmadı, gerekmedikçe çarşılara uğramadı.

Mezarlığa tek bir kez gitti abim. Ölmüşlerimizin kabrine tükürmek için. Bir de babamlara otuz adım mesafe uzaklığında yan yana yatan o iki kardeşe, birer dal beyaz karanfil bırakmaya.

Daha o zamandan dediydim, “Sen böyle susa susa, ev içlerinde bir kayaya öykünerek nereye kadar. Gel gidelim, hem denizde var benim yaşadığım yerde. Ayçiçekleri, boyoz, zeytin ağaçları… Bir iş uydururuz sana, hem çalışmasan ne, bakarım ben sana.” Dinledi ve sustu. Büyüdüğünü göremediği, aklında ağzı emzikli bir bebe olarak kalmış bana ağlar gibi baktı.

Abimi on dördündeyken oturtmuşlar çemberin ortasına. Çakırdikenleriyle örülü yuvarlağın merkezindeki çocuğa doğru konuşmuşlar, kan demişler, kan ve şeref! Yüzümüz yere mi eğilsin, el alem bıyığımıza mı tükürsün... Bütün allahsız usturalar kadar keskin bu sözcükleri başı öne eğik dinlemiş abim. Sonra kaldırmış başını bütün bu düşmanca kelimeleri yumuşatacak, kendisini o lanet çemberden kurtaracak bir çift merhametli göz aranmış. Kapı eşiğinde dikelen annemle karşılaşmış gözleri, bu kez de annem eğmiş başını öne. Çaresizliğinin ayırdına varınca alınan kararı almış kalbine götürmüş.

O kararı uygulamasından sonra kendini sevememiş. Annemin sevgisi dâhil bütün iyi niyetlere gönül kapısını kapatmış.

Anamın tek sözüyle kalktım, geldim. “Nerede?” diye sordum. Damı işaret etti annem. Küçük amcam evi terk edeli kimsenin uğramadığı o dolaba cins cins güvercin doldurmuş. Maverdiler, buludiler, zırhlılar, parlaklar, taklacılar, şamiler… Bir tek onlarla konuşur, dudaklarından hiç kimselere dökülmeyen harfleri güvercinleriyle bölüşür olmuş. Bütün bunlara ses etmemiş annem, geçer demiş. Ama bir gün sağ elinin işaret parmağını kerpetenle kökünden koparınca annemin hançeresindeki çığlığı düğümlenmiş. Sonra da düştüğü yerde bayılakalmış. Çok korkmuş annem, işaret parmağının olması gereken yerdeki boşluğa bakıp bakıp oğlunun delirdiğine yormuş bütün bu olanları. “Olsun,” diyor, “bes o iyi olsun, ben yine beklerim, al git oğlum, al git abini.” 

Babamın beline tabancayı takıp oğlunun yüreğini zehirli sözcüklerle kundakladığı o yerde, güvercin dolabının önündeydi. Alnını gökteki bulutlara yaslamış, ağır çekimde tarlaya buğday eker gibi savuruyordu sol avucundakileri. Orada öylece ne kadar durdum hatırlamıyorum. Gaipten haber almış gibi çevirdi başını. Beni görünce hiçbir şey demedi. Kirpiği kırpıştı sadece. Avucunda kalanları yem torbasına döktü, boş bir boya tenekesi çekti altına. Bir teneke de ben uydurdum. Yüzünde vaktinden önce yaşlananların derin çizgileriyle duruyordu abim. Sağ elini dizinden sarkıtmış, sanki alelade bir şeymiş gibi yarasını açık ediyordu. “Parmağın nerede?” diye sormuyorum. Anlatsın istiyorum, neyi var neyi yok anlatsın. Bir bir döksün insan evladına sustuklarını. Havadan sudan konuşsun. Anama neden sarılmadığını, güvercinlere olan yakınlığını, neden hâlâ çemberin içinde durduğunu…

Benden tarafa bakmıyor. Gözü hep kuşlarında. Dişisiyle birlikte uçan Şami’nin bulutlar arasında kayboluşunu izliyor. Sigara uzatıyorum, bakmadan alıyor. Yüzük ve orta parmağının arasında tutuyor dumanı. Dolaplara bakıyorum, kapıları sonuna kadar açık. Yemini yiyen, suyunu içen kendi bölmesine geçiyor. Sessizliği bölmek için soruyorum, kaçmıyor mu bunlar? Belli belirsiz bir bakış fırlatıyor bana. Kuşun bildiği damın üstündeki gökyüzü, bilmediği yerde kanat çırpsa, kaybolmaz mı? Elbette söylemiyor bunları, düşündüklerimi onun ağzına yakıştırıyorum.

Şami’yle dişisinin yeterince uçtuğuna kanaat getirdiğini düşünen abim, kalkıyor, parlak çekiyor nokta kadar kalmışlara. Çivi gibi iniyorlar. Yem atıyor önlerine. Ardından iki çift daha salıyor havaya, maverdiler ve zırhlılar kanat kanada maviye bulanıyorlar. Gündüzün ışığı yavaş yavaş çekilirken yeniden çöküyor tenekesine abim. Onca zaman nefesini tutmuş gibi kusuyor soluğunu. Ve yeniden çemberine çekiliyor. Ben abimi izliyorum, abimin nazarı taklacıda. Yeni bir sigara uzatıyorum, istemiyor. Kuşlarla ilgili sorduğum soruların hiçbirine yanıt vermiyor.

Göğün mavisine karanlık bulaşmak üzere. Abim hala sus pus.  O, lal olmaya alışkın. Fakat ben bunca sessizlikten korkar büyümüşüm. Konuşmamak, anlatmamak dilimi burmakla eşdeğer benim için. Tek bir harfi ünlese içim açılacak, bütün sorunlar çözülecek ve onu kurtaracakmışım gibi geliyor bana. Of dese, cık cık etse, sövse, hatta kalkıp bana tekme tokat girişse, sevineceğim.

Sessizlik uzuyor. Attığım taşların hiçbiri abimin içinde ki serçeyi ürkütmüyor. Oturduğu tenekenin etrafına bir daire çizilmiş gibi hareketsiz. Sanki o yuvarlaktan taşarsa yeni bir parmak eksiltmek zorunda kalacakmışçasına ürkek. Abimi kendini hapsettiği çemberin dışına çıkarmak zorundayım. Yoksa içine susa susa kendini öldürecek. Bir işaret arıyorum yüzünde, nokta kadar mimik, hafifçe bükülen dudak ucu kıvrımı, kırışık olan alın duvarında iyimser bir çizgi… Hiçbiri olmuyor. Çaresiz kalıyorum. 

Düşünüyorum. Abimi almadan geldiğim yere dönsem anneme ne diyeceğim? İçinde debelendiğim çaresizliği, annemin oğlu için çırpınışlarını, abimin yaşamasız kaldığı yılları, işaretsiz kalmış sağ elini, uykularını yırtan o iki masum gölgeyi temize çekebilecek bir mecaz cümle aranıyorum. Sonra bunca acının, keskin gerçeğin, rüyasız geçen bunca yılın mecazını hangi cümlede kullanırsam kullanayım abimin sağ elindeki o eksik parmağın boşluğunu doldurmayacağımın farkına varıyorum. 

Biz öyle sessizliğin kulpuna sıkı sıkı sarılmışken, taklacı olanı diğerlerinin arasından ayrılıp abimin önüne yürüdü. Uzun uzun bakıştılar, ikisi de devinimsizdiler. Birden ne olduysa taklacı numarasını yaptı ve onay beklemeden öbürlerinin yanına yürüdü gitti. Abimin göz bebeğinde şen bir çocuk kahkahasının ışıltısı asılı kaldı. Hareli, yaldır yaldır yanan ışıltıyı açık seçik görünce, beklemedim.

“Hadi abi kalk gidelim,” dedim. “Hem kuşları da alırız yanımıza. Hadi…”


Cabir Özyıldız

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page