top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Cem Çabuk- Büyükler Arasında

Ömer pat diye atladı koltuktan. “Yavaş olsana çocuğum! Aşağıda oturan var! Bizim ev mi sandın burasını?” Üvey nine Zühre Hanım haşlamıştı.

Ömer, parmakları açık ve gergin, elinin ayasıyla sola doğru hızlı hızlı çevirdi hayâli direksiyonu. Sağa topladı, durdu. Ve gaza değdiği an, patinajla fırladı yerinden. Ayakları geride, göğsü önde, sehpanın çevresini son sürat turluyordu yine.

“Şoför olacak.” dedi Kemal amca sırıtarak.

“Vallahi doğru!” dedi Zühre Hanım, “Babasına çekmiş kör olası!”

“Ayakyoluna bile arabayla gider.” diye lafa girdi dede. Kapının önüne bırakır arabayı. Çıkar çıkmaz gene başlar koşmaya.”

“Ömer gürültü yapmasana! Rahatsız oluyor Kemal amcanlar!”

“Rahatsız olduğumuz yok. Bırakın oynasın.”

"Antalya'ya giderken Ömer’i bize bıraktı Zeynep. Beş gündür illallah dedik. Sizin de kafanızı şişiriyor, kusura bakmayın. Evladım, otursana iki dakika. Ay! Başı da dönmüyor çocuğun!”

“Tak tak tak!” (Duvara vurdu dede.) “Ruhi geliyor! Kırmızı Gözlü Ruhi, git buradan!”

Ömer direksiyonu bıraktığı gibi dedesinin arkasına kaçtı. Koltuğun altına gizlenip sımsıkı yumdu gözlerini. Ses etmeden, kımıldamadan, karnını bile oynatmadan sindiği yerde bekledi.

Elini ağzına siper ederek fısıldadı dede: “Ruhi’yi duydu mu kaçacak delik arar.” Hep birlikte gülüştüler. Ardından sustular. Az önceki bahsi düşünüyormuş ya da konuşacak yeni mevzu arıyormuş gibi gözlerini odadaki eşyaya, döşemeye, duvarlara diktiler. Sonra, yeniden konuşmaya başladıklarında, Ömer’in minicik başı uzandı koltuğun altından. Elleri yüzündeydi. Parmaklarının arasından, kocaman gözlerle bakıyordu kapıya. Dedesi, “Ne korkuyorsun.” dedi bıyık altından gülerek. “Ruhi korksun senden. Sık yumruklarını, çat kaşlarını, bak o zaman gelebiliyor mu?” Gözleri parladı çocuğun. Yerinden kalktı, dedesinin yanına geçti. Koltuğa tırmanıp yumruklarını kapının ardına, karanlığa doğru uzattı. Kaşlarını da çatmıştı ve son derece kızgın bakıyordu. “Gel hadi! Buradayım, gelsene!” der gibi sarsıyordu yumruklarını. Ne var ki çocuklara musallat Ruhi meydanda yoktu. Besbelli korkmuştu, gelemiyordu.

Ömer bir süre daha devam etti buna. Sonra indirdi kollarını. Koltuktan atlayıp sehpaya doğru ilerledi ve yağmurun ıslattığı yuvarlak, dar pistte yeniden koşmaya başladı. Siyah, spor bir araba vardı şimdi altında. Markası “Poş”tu. Belki de “Foş”tu. “Poğşe” dendiğini de işitmişti. Aynı araba mıydı? Kapkaraydı camları. Tam üç yüz basıyordu! Mahallenin en hızlısıydı! Yarışa onunla katılmıştı Ömer. Birbirinden süratli pilotlara rakipti şimdi. Yavaşlamadan, ustalıkla dönüyordu virajları. Öyle atikti ki sağından ve solundan geçmeye uğraşanlara asla fırsat vermiyordu. Yarışı tamamlamasına az kalmıştı. Birazdan geçecekti çizgiyi! Fakat birinci değil ikinci olarak geçecekti. Çünkü babası da yarıştaydı! Uzun, beyaz otomobiliyle Ömer’in hemen önündeydi! Ömer’e yarış etmeyi öğreten oydu! Dünyanın bütün pilotlarından hızlıydı!

Dedesine koştu. Çükünü tutup hoplayarak kapıyı işaret etti. “Boşuna tepinme.” dedi ihtiyar. “Ruhi’yi nasıl kovacağını gösterdim. Kendin gidersin artık. Sürükleme beni.” Ömer kapıya doğruldu. Kaşlarını çatabildiği kadar çatmıştı. Yumrukları da havadaydı. Fakat adımları, parmaklarının ucunda, gönülsüz, küçücüktü. Hemen dönüp savuşabilecek miydi? Yan yan bakarak birkaç adım daha gitti ve kapının hizasına geldiğinde, karanlığı delen, öfkeli, alev dolu gözlerle karşılaştı! Uzun kollu, uzun bacaklı, uzun sivri dişli Ruhi, kapı önüne bağdaş kurmuş, küçük bir çocuğun kemiklerini yiyordu! Ömer nasıl bir çığlık kopardıysa kadınlar yerlerinden sıçradılar! Zühre Hanım çayını dökmüş, Kemal amcanın eşi eli göğsünde koltukta büzüşüvermişti. Ömer’se Ruhi’nin dev avuçlarından kaçarak dedesinin boynuna dar atmıştı kendini. “Öff!” diye sızlandı dede, “Bir rahat vermedin!” Çocuğu kucağından indirmeden ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü. Ömer delice çırpınıyordu. Bir aralık dedesinin elinden kurtulur gibi olduysa da yere inmeyi başaramadı. Kazağı sıyrılmış, beli açılmıştı. Avazı çıktığınca haykırıyor, ağlıyordu. “Sus!” diye payladı dede, “Ruhi gitti, yok kimse, sus!” Karanlığa girdiklerinde Ömer hemencecik sustu. Gözyaşlarını bile silemeden ihtiyarın boynuna yapıştı. Dedesi elektrik düğmesini ararken o da kafasını omuzlarının arasına gömmüş, kuşkulu ve ürkek, etrafa bakınıyordu. Bir ses mi işitmişti? Uzak odanın kapısı mı oynamıştı? Kocaman bacaklarıyla tek adımda yanlarına gelebilir, ikisini de paramparça edebilirdi! Ensesindeki soluk? Arkasını döndü, Ruhi’nin odadan çıktığını görür gibi oldu! Feryat figan debelenerek, tutunduğu gömleği kuvvetle çekeleyerek, can havliyle uyarmaya çalıştı dedesini!

O sırada ışık yandı.

Kucaktan inip hızla tuvalete koştu.

Çaylar tazeleniyor; tabaklara börekler, kurabiyeler ekleniyordu. Ömer sehpanın etrafında birkaç yarış daha tamamladıktan sonra arabayı koltukların arasına park etti, dedesinin dizine çıkıp oturdu. Ne var ki dedesi, hızlı hızlı bir şeyler anlatıyordu, Ömer’i Kemal amcayla arasından alıp diğer dizine oturttu. Ancak bu kez de konuşmanın hararetiyle, göğsü sık sık ve aniden eğilip Ömer’e değiyordu. Çocuğu ileri geri kıpırdatıp durdu, nihayet kucağından indirdi. Ömer, Zühre Hanım’a yöneldi bu defa. Fakat kadın çayını henüz yudumlamıştı. Bardağı tabağa götürürken, “Torununa bak.” dedi. “Gene rahat vermiyor. Oyuncaklarını çıkar da oynasın bâri.” Ev sahibine dönerek: “Hoş! Buna oyuncak da dayanmıyor ya… Sinirli midir nedir?”

“Yedi sekiz yaşına kadar böyle.” dedi Kemal amca, “Sonra uslanır.”

Ömer yere oturdu. Poşetten aşağı, küçücük bacaklarının arasına dökülen arabaları tek tek düzelterek önüne dizdi. Siyah şeritli beyaz olanını aldı eline. Tekerleri parmaklarıyla bir iki oynattı. Sonra halının üzerine koydu arabayı ve fırıl fırıl sürmeye başladı: “Vıııııınnn! Vınvıııııııınnn!”

Rahatlamış gibi gülümseyerek birbirlerine baktı büyükler. Kemal amca yeniden bacak bacak üstüne attıktan sonra, “Eee…” dedi merakla, “Ekrem gelmiyor mu Ömer’i görmeye?” Dede başını eğdi. İçini çekti, “Boşandıktan sonra,” dedi, “Zeynep bizde kalıyorken geldi bir sefer. Onu eve sokmadım artık. Kapıdan verdim çocuğu, akşama teslim etti. Bir daha da uğramadı.”

“Nasıl?” dedi Kemal amca toparlanarak, “Herif o zamandan beri görmüyor mu oğlunu?”

“Görmüyor! Ne yapayım! Görmüyor! Aradım, ‘Çocuğunu özlediysen getireyim.’ dedim. Sırf yetimlik çekmesin zavallıcık diye! Zeynep’in haberi yok. Duysa kıyameti koparır. Çarşıda buluşturdum bunları. Baba oğul, iki üç saat gezdiler. Bankta oturup bekledim. Sonra getirdi çocuğu. Ayrılırken de söyledim: ‘Ömer’i görmek istersen ara.’ dedim. ‘Tamam.’ dediydi ya… Ne aradı ne sordu. Daha ne yapayım Kemal? Daha ne yapayım? Günah benden gitti.”

“E, dünürün ne diyor bu işe? Oğluyla konuşmamış mı?”

“Allah’ını seversen, o ne zaman elini taşın altına koydu deyiver? Pazarda karşılaştık geçen, görmezlikten gelecektim ya yaklaşınca mecburen selamlaştım. Havadan sudan bahsediyor bana! Hiç derdimiz kalmadı ya! Neyse Kemal neyse! Konuşturma beni! Zaten çocuk alıştı bize, babayı falan aradığı yok! Değil mi Ömer? Değil mi yavrum?”

Donuk donuk bakıyordu Ömer.

“Ekrem’le buluştuğu günler,” diye heyecanla araya girdi Zühre Hanım, “Oğlum kaç para verdi baban?” diyorduk da cebindeki bozuklukları gösteriyordu. Çocuğa verdiği değer bu kadar! Nafakayı da ödemiyor namussuz!”

“Vııııııınnn! Vınvıııııııınnn! Vııııııınnn!”

“Yapma yahu! Ne biçim adammış bu!”

“Düşün, onu bile veremiyor!”

“Veremiyor değil hanım, vermek istemiyor!”

“Vermek istemiyor! Yahu bu senin oğlun! Üst baş al, ilgilen, sevindir!”

“Duraktan da ayrılmış. Komşuları söyledi geçende. Yeni kadından kızı olmuş diyorlar.”

Ömer duraksadı. Kafasını kaldırıp bir kez daha baktı. Oyuncağını sıkıyordu avucunda.

“Yok be kadının kızıymış o, eski kocasından diyorlar.”

“Vallahi bilmem! Ekrem her gün parka götürürmüş, gezdirirmiş çocuğu. Üvey evlatla öylesi ilgilenir mi?”

Ömer’in gözü dedesindeydi. Bakışları onunkilerle karşılaşınca başını eğdi. Fakat sonra, dudağı titrer hâlde yeniden kaldırdı çenesini. Yutkunmaya uğraşıyor, beceremiyordu. Boğazı tıkanıktı ama ağlamayacaktı! Arabayı halıya hızla sürtmeye başladı yine: “Vıııııııınnn! Vınvııııııınnn! Vıııııııınnn!”

“Zeynep de duymuş, kimden duyduysa… Nafakayı bir kez daha ödemezse hapse attıracağım Ekrem’i, diyor.”

“Kız! Yapmasın sakın! Ömer yarın öbür gün okula başlayacak. Babası sabıkalı görünürse utanır.”

“Onu da araştırıyor Zeynep. Avukata soracak. Babasının geçmişi çocuğun başına iş açmayacaksa, hiç acımayacak domuza!”

“Acımasın! Ömer’in bakımını size yıkmasını biliyor!”

“Yalnız, küçüğün yanında konuşmamak lâzım bunları.”

“Biz hiç konuşmayız zaten. Siz sordunuz diye anlattık şimdi. Garibin bir şeyciklerden haberi yok. Babaya gidecek misin, diye soruyoruz da ne kafa sallama ne bir şey… Bön bön yüzümüze bakıyor. Neden konuşamadığını da anlamadık! Hâlbuki anası çok uğraşıyor konuşsun diye. Sonunda ya kendini oyuna veriyor ya ağlamaya başlıyor. Rehabilitasyona götüreceğim, diyor Zeynep. Psikologlar konuştururmuş.”

“Psikolog ne anlar bacak kadar çocuktan! Büyüyünce götürürsün, erken daha.”

“Öyle deme. Testler yapılıyormuş, neden konuşamadığı şıp diye çıkıyormuş.”

“Neden olacak, yetimlikten! Küskünlükten! Ekrem babalık yapaydı böyle mi olurdu?”

“Elin orospusuyla düşüp kalkmaktan, onun eniğine bakmaktan kendi oğlunu göremiyor ki! Vallahi ben olsam hemen hapse attırırım onu! Attırırım ki öbür çocuğu da göremesin!”

“Vınvıııııııınnn! Vııııııınnn! Vııııııınnn! Vııııııınnn!”

“Çok pişman Zeynep’im çok! Hem evlendiğine hem şunu doğurduğuna.”

“Eee… Ne yapsın? Herifin kansız çıkacağını bilse doğurur muydu? Ama sizde de kabahat var. Hemen baş göz ettiniz kızı.”

“Kendi istedi yahu! Tutturdu Ekrem diye! Biz de adam sandık onu. Minibüsü var ya aç kalmaz, dedik. Böylesine hain çıkacağını nereden bilelim!”

“Vınnvıııııııınnn! Vııııııınnn! Vııııııınnn! Vııııııınnn! Vııııııınnn!”

“Allah belasını versin onun! İki yakası bir araya gelmesin! Beter olsun beter!”

Ömer’in yüzü kıpkırmızı, dudakları mosmordu. Parmaklarının acımasına aldırmadan, süt dişlerini var gücüyle sıkarak, hırsla, kuvvetle sürtüyordu arabayı halıya. Isınan tüyler yolu daha sert, daha pürüzsüz, daha kaygan yapıyor; siyah şeritli beyaz araba her yürütülüşte onu daha ileriye, ötelere, ta uzaklara taşıyordu. “Vınnvıııııııınnn! Vııııııınnn! Vııııııınnn! Vııııııınnn! Vııııııınnn! Vııııııınnn!”

“Çat!” dedi bir ses. Çocuğa baktılar.

“Gene mi kırdın?”

Zühre Hanım eğilip oyuncağı aldı. Ön tekerlerden biri halının üstünde yatıyordu. Diğeri dingilin ucunda sallanmaktaydı. Arabanın çatlamış tabanına bakarak, “Bir daha yok sana oyuncak!” dedi. “Bıktım vallahi ne bu! Ruhi gelsin, ona vereceğim seni! Alsın götürsün, ne yaparsa yapsın!”

Ömer, sessiz ve dalgın, dizlerinin üzerinde oturuyordu. Büyüklerin gitgide uzaklaşan seslerini duymadan, gözlerini ayırmadan, devrilen arabasına bakıyordu.


Cem Çabuk

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page