Öykü- Damla Yeğin Demirezen- Sis
- İshakEdebiyat
- 2 gün önce
- 4 dakikada okunur
Nisan ayının o sisli gecesinde, uykumdan sessizce uyandırılmış ve babamın kamyonetine apar topar bindirilmiştim. Saat kaçtı bilmiyorum. Annem işaret parmağını soluk dudaklarına siper etmiş, susmamı öğütlüyordu. Öylelikle kalkmıştım sıcacık yataktan. Babaannemin ördüğü bebeği bile almaya fırsatım olmamıştı. Ardımda bırakmıştım çocukluğumu o sisli gecede. Annem telaşlı, soğuktan kızarmış parmaklarıyla anahtarı kontağa sokmaya çalışıyordu. Babam yalınayak, pijaması ve beyaz atletiyle peşimizden koşuyordu. Annem hızlandı ve sisin içinde kayboldu her şey. Biz kaybolduk. Babam kayboldu. Daha önce annemi araba kullanırken görmemiştim. O yüzden hızlandıkça korkuyordum. Yoldaki çizgiler bir süreliğine silindi sanki. Sonra bir benzin istasyonunda durduk. Annem arabadan işine yarayacak bir şeyler aldı yanına. Babamın çakısını buldu, montunun cebine attı gizlice. Ruhsat koyduğu cebi açtı, ailece çekilmiş bir fotoğrafımız vardı. Onu da orada bıraktık.
Sonra bir araba geldi. Bana yiyecek bir şeyler aldı arabanın içinden çıkan adam. Kendilerine sigara aldılar. Ve uzunca bir yola koyulduk o gece. Ben uyuyakaldım. Onlar konuştukça konuştu. Annem ağlıyordu sanki. Burnunu çekip duruyordu konuşurken. Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Araba sıcacıktı. Uzunca bir süre uyudum. Uyandığımda, sis kalkmış, güneş açmıştı. Kısa kısa ağaçlar vardı. Geniş düzlüklerde yer yer kavak ağaçları. Birçok şehri ardımızda bırakmış, daha sıcak yerlere gelmiş gibiydik. Denizi görebiliyordum. Tabelalara bakıyordum olduğumuz yerleri anlayabilmek için ama nafile. Geçtiğimiz hiçbir yerin adı tanıdık gelmiyordu. Bir iki yerde durduk, bir şeyler yedik. Bir sürü sorum vardı ama annemin yanındaki adamı hiç tanımadığım için soramıyordum. Babamı niye geride bırakmıştık? Anneme zarar mı vermişti yoksa? Filmlerde öyle oluyordu. Annem de kaçmak için bu abiden yardım mı istemişti? Beni neden babamla bırakmamıştı ki? Babam bana asla zarar vermezdi. Acaba çok üzülmüş müdür babam, orada kalmadığım için? Koşmaktan yorulup, eve dönüp benim yatağıma yatmış mıdır? Babaannemi de bırakıp düşememiştir peşimize.
Annem uzaklaştıkça rahatlıyordu, arada bir el ele tutuşuyorlardı. Adam, annemin gözyaşını siliyordu ve rahatsız ediyordu bu beni ama üzerime sisli bir karabasan çökmüşçesine sesim çıkmıyordu olan bitene. İçimde bir kız çocuğu bağırıyordu avazı çıktığı kadar hem de. Ama duyuramıyordu. Annem beni duymuyordu. Ve ben, bu topraklarda kızların sesinin duyulmadığını, içlerindeki çığlıklardan uzunca bir ip yapıp, kıldan ince boyunlarını hayatın ağacına astıklarını çok sonra öğrenecektim.
Kaçmak istiyordum ama başıma bir iş gelmeden kaçabilecek kadar da büyük değildim. Neşeli şarkılar çalıyordu radyoda. Aklım babamda. Beni nasıl bulacaksın baba? Pencereyi açıp sana şarkılar ufalasam bulabilir misin beni?
Bulamıyor. Bulamıyor babam beni. Belki hiç aramıyor. Yüzünü neredeyse unuttum. Hep o sisli nisan gecesinde, dikiz aynasından gördüğüm yüzü düşlüyorum. Evde pek görmezdik babamı. Binlerce anımız yoktu. Bir kere bile arkadaşlarımın aileleriyle pikniğe gittikleri kırlara götürmemiştir bizi. Ne bileyim bir kere elimden tutup okulun kapısına da bırakmamıştır.
Yaşlı ve hasta bir babaannem vardı ona da annem bakardı. Babam, hep para için çıkardı evden. Geldiğinde sımsıkı sarılırdı bana güçlü kollarıyla. Deniz gibi kokardı. Siyah bıyıkları batardı yanaklarıma. Çok da bir şey kalmadı artık aklımda. Hafızam da o nisan gecesi kadar sisli. Çocukluğuma giden yol görünmüyor.
Annemlerle o gecenin sabahında Bulgaristan’a varmışız meğer. Sozopol diye bir yerde durduk. Deniz kenarında şirin bir yerdi. Anladığım kadarıyla her şey daha önce ayarlanmıştı. Gittiğimiz gibi kalacak bir yerimiz olmuştu. Yanımızda pek bir şey götürememiştik. Annemin küçük bir el çantası vardı. Hepsi o.
Kaldığımız yer bir pansiyona benziyordu. Ailesiyle tatile çıkmış bir kız çocuğu gibi hissetmekten biraz utanıyordum. Pencere yanındaki tek kişilik yatağın kenarına emanet gibi oturup, tırnaklarımın etlerini yolduğumu hatırlıyorum. O sırada bizi babamdan çalan adam yanıma gelip, dizlerinin üzerine çöktü.
“Ben Yusuf abin. Burası artık bizim evimiz, bu oda senin. Bak deniz de görünüyor buradan. Seni kızım gibi seveceğim, koruyacağım. Bundan sonra hep birlikte yaşayacağız. Burada rahatına bak. Sana yeni kıyafetler, yeni oyuncaklar alacağım bugün. Belki o zaman keyfin biraz yerine gelir, ne dersin?”
Ne diyeyim. Sustum. Babaannemin ördüğü bebeğim Şule’yi de alabilir misin, diyemedim. Annemi ve beni neden bu adını bile bilmediğim yere getirdin, diyemedim. Arkadaşlarımı da bana getirebilir misin, ya babamı, deniz kokan babamı da deniz gören bu yere getirebilir misin, diyemedim.
Aylar geçti. Yaz geldi. Annemle denize gidiyorduk, oyunlar oynuyorduk. Mutluyduk. Mutluluğumdan utandım aylarca.
Yusuf abi ve annem her şeyiyle yabancı bu yarımadada restaurant işlettiler yıllarca. Annemin babamdan, babaannemden tırtıkladıklarıyla ve Yusuf abinin de birikimleriyle (belki de onun da tırtıkladığı birileri vardı) şirin bir işletme kurdular. Anneme baktı yıllarca ve bana. Binlerce anımız oldu, yüzlerce fotoğraf... Mutlu fotoğraflardı hepsi. Annemin, başını Yusuf abinin omuzlarına yasladığı, kollarıyla da beni sıkıca sarmaladığı fotoğraflar... Yusuf abi yıllarca baba oldu bana. Bir babanın karısını ve kızını çalarak, bir anda hem eş, hem de baba oldu.
Sozopol'de büyüdüm. Sevgiyle büyüdüm hem de. Babamı düşünmediğim günler de oldu. Onu düşündüğüm zamanlarda ise, onun yanında kalsaydım nasıl bir hayatım olurdu diye hayal ettim. Burada aile olmayı öğrenmiştik. Annem kadın olmayı, sevilmeyi... Pencere kenarında beklememişti hiç, hep el ele gelmişlerdi eve.
Tabii bir parçam Türkiye’de, babamın pek uğramadığı, babaannemin pencere kenarından dışarıdaki hayatı izlediği dördüncü kattaki evimizde, Düzce’de kaldı. Babamla ilgili gerçekleri annemin ağzından dinledim büyüyünce. Annem babamı çok sevmiş. Çok gençmiş ve ürkek. Babamı kaybetmektense, ayrılmak istediği karısından resmen ayrılacağı günü beklemeyi seçmiş. Babamın avuçlarında genç bir kadınmış annem. Ben doğduktan sonra da değişmemiş. Annem benimle oyalamış kendini. Çocuk yaşta kaybettiği ailesinin ona veremediği sevgiyi bana vermiş. Geleceğimizi düşünmeye başlamış ben büyüdükçe. Annem ne zaman gidecek gibi olsa, “Bu halde nereye gidebilirsin ki, ne yer ne içersiniz, hem kim bakar size,” deyip caydırmış. Babamın avucunda biz. Sonunda annem de tutunacak sağlam bir dal bulmadan, o evden çıkamayacağını anlamış. Yusuf abi de Düzce’ye yazdan yaza gelen bir gurbetçiymiş. Annemle karşılaştığı gün ona aşık olmuş. Etraftan da resmi olarak evli olmadıklarını öğrendiğinde biraz daha ısrarcı olmuş. Annemi benimle birlikte kabul etmiş ve onunla olabilmek için beklemeyi göze almış. Sabırla beklemiş. Bu sırada telefonla konuşmaktan öteye gidememişler.
Annem uzun uzun anlatmadı hiçbir zaman. Ben babamın bizi çoktan terk etmiş olduğunu anlayacak yaştaydım. Bizimle olmadığı zamanlarda Akçakoca’daki ailesiyle olduğunu, babamın neden deniz kokusuyla geldiğini anladım böylelikle. Kaçtığımız o sisli gece, annem birlikte çekildiğimiz fotoğrafı yanına almamıştı. Çünkü babamın gerçek bir ailesi olduğunu biliyordu. Biz silik bir hatıra, belki bir hayalden ibarettik, biliyordu.
Sozopol'e geldikten dört yıl sonra, kasım ayının on ikisinde, restaurantta hepimiz için sıradan bir akşamdı. Ve henüz bizim için de sıradışı olabileceğinden habersizdik. Televizyon açıktı. Türkiye haberlerini takip ediyorduk o zamanlar.
Birimiz peçeteleri katlıyor, birimiz çatal kaşıkları siliyorduk.
Kocaman kırmızı harflerle son dakika yazıyordu televizyonda. Düzce’de büyük bir deprem olmuştu ve annem elindeki tepsiyi yere düşürdü.
Yusuf abi, gündelik seslerin içinden, zemini delip geçen o sesi duyup annemin yanına geldi.
Geçmiş de o gün tabaklar gibi tuzla buz oldu.
Damla Yeğin Demirezen
Comments