top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Davut Elçi- Mecburi Bir Ölüm

İrkilerek uyandım. Koltukta uyuyakalmıştım yine. Kumandayı aradım bir süre. “Hicran,” diye bağıracaktım. “Hi…” çıktı ağzımdan sadece. Geri kalanını yutkundum. Pencere kenarındaki küflü elmaydı yutkunmama sebep. Sehpadaki yamuk örtüydü biraz da. Sekizinci gündü bugün. İlk günler Hicran’a sorular sorup cevap bile beklemiştim. Alışıyordum galiba yavaş yavaş. Alışırsın demişlerdi zaten. Unutmak olmasın da, alışmak ayıp değil. Hem insan neye alışmıyor ki. Ama kırk yılı unutmak için de ohoo... Allah’tan ona da ömrüm yetmez.

Küflü elmaya tekrar bakınca Sabri’yi hatırladım. Ona benzemekten korktum bir an. Refika’dan sonra iyice salmıştı. Üstüne Bülent’in de tayini Bitlis’e çıkınca tutturdu bir ‘Kader Planı’ diye. Kanepede, yalnız başına ölmekmiş kaderin ona hazırladığı plan. Tek korkusu, öldüğünün geç fark edilmesiymiş. Onun da nedeni karşı komşusunun sürekli pis kokan çöp kutusuymuş. Bu yüzden arada evden çıkarken çaktırmadan lavanta esansı dökermiş çöp kutusuna. Kanepede ölmek, kokmak, tamam da, kurtlanmak istemiyormuş. Hicranla on günde bir ziyaretine giderdik Sabri’nin. Ziyaretin nedenini o da fark etmişti ama ses etmiyordu. Biz balkonda tavla oynarken, Hicran şöyle bir kabasını alırdı evin. İçeri geçtiğimizde evin temizliği gözlerini kamaştırırdı. “Ne zahmet ettiniz Hicran Hanım? Ben de bugün temizleyecektim zaten,” derdi memnuniyetle karışık bir mahcubiyetle. Sabri Refika’dan önce de dağınıktı, ben onun gibi olmam. 

Kalktım koltuktan. Küflü elmayı çöpe attım önce. Örtüyü düzelttim. Örtünün kirli olduğunu görünce onu kirlilerin arasına atıp, yeni bir örtü almak için yatak odasına yöneldim. Sekiz gündür uğramıyordum buraya. Yatak hala Hicran’ın düzelttiği haliyle duruyordu. Sabahlığı, katlanmış şekilde yatağın üzerindeydi. Dile kolay tam yirmi yıl kullandı bu sabahlığı. Bursa’ya kayınbiraderim Selim’i görmeye gittiğimizde almıştık. Geceliğe şöyle bir baktım. Hiç kullanılmamış gibi. Çok nazikti. Hor kullanmazdı Hicran, içine girdiği kıyafetleri de hayatları da. İkisinin de içini doldurur, güzel taşırdı üzerinde. Yaşamak; dolu dolu, balık etli, dertsiz tasasız, tam oturan, neşeli. Yakışırdı ona yaşamak. 

Yatak odasındaki floresana takıldı gözüm. Taziyeden hemen sonra evdeki bütün floresanları söktürüp sarı ampul taktırmıştım. Yatak odasındakini unutmuşum. Hicranla anlaşamadığımız nadir konulardan biriydi evdeki ışıklar. Yeni eve taşınınca tutturdu floresan takalım diye. Parlak parlak, gözümü alıyordu bunlar ama Hicranı kırmak istemiyordum. Bazen Hicran uyuduktan sonra salonun ışığını kapatıp mum ışığında yazardım şiirlerimi. Ama yine de sarı ışığın yerini tutmazdı. Şimdi en azından yasımı gönlümce tutarım. Gömlek cebimden not defteri ile küçük bir kurşun kalem çıkarıp “Yatak odasındaki floresanı değiştir.” yazdım. Bir kâğıda, bir floresana baktım. Sonra yırttım kâğıdı. Burası da böyle kalsın dedim. Ne de olsa Hicran böyle severdi. 

Yatağın kenarına oturdum. Hüzün ve yalnızlıkla ilgili yazdıklarımı yakmak geldi aklıma. Ne de olsa çoğu floresan altında yazılmıştı. Bir de Hicran vardı o zamanlar. Şimdi ikisi de yok. Yaktıklarımı tekrar yazacaktım. Salonda, pencere kenarına oturmuş dışarıyı seyrederken, sarı ışık altında. Hicran da yokken. Bu yazacaklarımı da yakabilirdim belki ilerde. Acım tazeyken yazdım diye. Gerçi pek acı hissetmiyorum ama. Terliğin tekini bulamadığım zamanki boşluk vardı şimdilik içimde. O durumda hiç değilse bir umudum vardı. Kanepenin altında olurdu büyük ihtimalle ya da koridorda. Bir keresinde bulamamıştım da asabi asabi tek terlikle dolaşmak zorunda kalmıştım. Gözümün önünde gömdüler Hicran’ı. Daha herhangi bir asabiyet yok. Ama hüzün de yok. Yeterince hüzünlü olmadığıma karar verip, yalnızlık konusuna yöneldim.  

Yalnızlık deyince herkesten, her şeyden uzaklaşmak istediğim dönemleri hatırladım. Hicran’ın, ablasında kaldığı zamanlardaki yalnızlık deneyleri pekiyi geçmemişti gerçi. Ev, üstüme üstüme gelmişti her seferinde. Yalnız bırakılmak değil de yalnız kalmaktı isteğim ama fırsat olmamıştı. Şimdi ise hem yalnız kalmıştım, hem yalnız bırakılmış. Mecburi bir yalnızlığa hazırlamamıştım kendimi ama. Şimdilik yalnızlıkla ilgili de şiir yazmaya hazır değildim sanki.

Ölümü düşündüm bir an. Otuz beş yaşımda korktuğumdan daha az korktuğumu fark ettim ölümden. Hele de Hicrandan sonra. Mecburi bir ölüm olacaktı benimkisi, yalnızlığım gibi. 

Floresanı kapatıp salona geçtim. Pencere kenarına oturdum. Saat on. Dışarıyı seyredeyim dedim. Evimiz çarşının en işlek caddesinin bir alt sokağında. Zemin katta oturuyoruz. Çarşının gürültüsü duyuluyor geç saatlere kadar. Bizim sokağa, çarşıda park yeri bulamayanlar park eder genelde arabalarını. Kaldırıma çıkarır bazıları. Kaç kere dedim yöneticiye, demir koyalım kaldırıma diye. Biliyorum, kendi arabası için yapmıyor. O park edince sokak neredeyse görünmüyor. Geçen sene biri kamyonetini park edip bir hafta uğramadı. O sabah perdeyi çeker çekmez “Dinç Peynirçilik” yazısıyla karşılaştım. Akşamüstü gider dedim, gitmedi. Eve güneş girmiyor. Pencereyi de açamıyoruz, ekşi peynir kokusundan. Arabanın üzerindeki numarayı aradım, kimse açmadı. Gece bir ara baktım, araba yok. Nihayet dedim, yarın güneşi göreceğiz. Sabah, araba yine orada. Kapıcıya sordum, çarşının sonundaymış dükkanları. Bir konuşmak lazımdı artık. Uzun zamandır çarşıya çıkmadığımı fark ettim. Değişen pek bir şey yok. Dükkân tabelaları hâlâ uyumsuz, yoldaki çukurlar hâlâ mevcut ve geniş.  Yetmezmiş gibi çukurlar yağmur sularıyla doluydu. Arabalar geçince caddedeki mağazaların camlarına yapışıyordum. Ceket Sabri’nin emanetiydi. (Ne emanet, ne emanet! Ne de olsa evden çıkmıyorum diye pijamaları dışında neredeyse her şeyini dağıttı. Ben de bir davette giyerim diye aldıydım da, üstümde kalmış altı aydır.)  Gerçi canım da emanetti ama arabalar yaklaşınca hangisi için telaş yaptığımı bilmiyordum. Yapıştığım mağaza camlarının arkasındaki gençlerin, beni göstererek gülmeleri beni de bu caddeye emanet hissettirdi. Şimdi ortamda üç emanet vardı. Sonunda çukurlardan birine girdi ayağım. Ayakkabım, çorabım hep ıslandı. Cık cıkladım önce. Sonra etrafta cık cıklarıma ortak olup benimle beraber belediyeye söylenecek (sövecek) birini aradı gözlerim. Nafile. En son, kendi duyabileceğim kadar, "Bu ne ya! Her yer köstebek yuvasına dönmüş," diye söylendim. Söylendiğim anda da pişman oldum. Deyimlerden, hele de ezbere söylenenlerinden hoşlanmazdım. Sanki çok biliyordum da köstebek yuvasının neye benzediğini!  Buldum dükkânı. Gençten bir çocuk karşıladı beni. Dükkânın arka tarafında iki adam, hararetli bir tartışmaya girişmişlerdi. Ben içeri girince durdular. Hoş geldiniz, ne lazımdı dedi çocuk. “Arabanızı çekmeniz lazım,” desem, adamların hayırdırına karşılık verememekten korktum. Hararetleri bana yönelebilirdi. Yaşıma hürmet etmezler diye düşündüm. Yaşlı amca dediğin peynir sorar, pazarlık yapar, alır ve gider. “Köy peyniriniz var mı?” diye sordum. Halbuki yolda o kadar da prova yapmıştım.  

“Araba sizin mi?

“He, bizim, ne olacak?”

“Şey, bizim ev, güneş, havasız, Hicran, alçak pencereler, gitme dedi ama, peynir kokusu…” Şıpır şıpır ter… Ne gerek var.

“Hangisi taze peynir demiştin?”

“Şunlar amca, bu sabah geldi. Şöyle bir tat istersen.” 

Arkadakiler asli gündemlerine döndü. Peynirle pek aram da yok ama belki vesile olur da sohbet ederken araya bir yere sıkıştırırım araba konusunu, diye düşündüm. Başladım peynirleri tatmaya. Arada salamuraları da tattırıyordu çocuk, konuyu açmama fırsat vermeden. En son dil peynirine geldiğimde midem ekşidi, gözüm karardı. Tansiyon haplarım evde kalmıştı. Gözümü açtığımda arabadaydım. Şoför koltuğunda genç çocuk. Gömleğimin iki üç düğmesi açılmış, yüzüm göğsüm sırılsıklamdı. Ekşi bir koku vardı. Yoksa diye düşündüm. Evet, büyük ihtimalle o arabayla götürüyordu beni hastaneye. Biraz dolaylı olmuştu ama sonunda araba kalkmıştı oradan. Hastanede tansiyonuma bakıldı, serum taktılar. İlaç yazdı doktor. Çocuk reçeteyi elimden kaptığı gibi eczaneye koştu. Seni evine bırakacağım amca dedi. Gerek yok, dolmuşa atlar giderim dediysem de ısrar etti. Evi tarif ettim. Sokağa girince “biz de arabayı sürekli buraya park ediyoruz” dedi. Yine pencere önüne çekti arabayı. Cebinden bir kart çıkardı. 

“Bak amca, fenalaşırsan kartın üzerinde dükkanın numarası yazıyor. Ararsın, hemen gelirim.” Aradım da açmadınız, diyemedim. 

“Bir de amca sana zahmet arabaya göz kulak olsan, geçen gün çocuklar lastiğin havasını indirmiş.” 

“Olur evladım, arabanız bana emanet.”

Ekşi peynir kokusuyla, sürekli gözümü ve Türkçemi tırmalayan beyaz fon üzerine yeşil ‘Dinç Peynirçilik’ yazısıyla, memeleri dolgun mutlu inek fotoğrafı ile bana emanetti araba. Dükkanı taşıdıkları güne kadar.

***

Çarşı boşalıyordu yavaş yavaş. Bizim sokağın payına da yakındaki kahveden çıkan gençler düşüyor. Eve kadar kapanmayacak gürültülü hesaplar.  Bülent de geçti sokaktan, Sabri’nin oğlu. Babası anlatmıştır artık Hicran’ı, bana uğrayacak kesin diye bekledim. Bizim tarafa bakmadı bile. Dün geldi bu. Hicran için geldi sandım ilkin. İzin almışmış, babasını ziyarete gelmişmiş de babasının, bütün kıyafetlerini dağıttığını fark etmiş. Babası bunama belirtileri gösteriyormuş. İşe bak ki bunak Sabri kime ne kıyafet verdiğini not etmiş de Bülent benden de ceketi almaya geldiğini söyledi. Ceketi verirken, “Ben de zaten bu aralar getirecektim de, işte Hicran öyle olunca,” diye bir şeyler geveleyecektim de baktım ki dinleyesi yok, vazgeçtim. Neyse, emanetlerden biri gitti, iyi oldu.

Davut Elçi

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page