top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Deniz Longa- Harcanan Vedat'lara

Havanın nemi boynumdan kulaklarıma oradan göz çukuruma tırmanarak alın çizgilerime dolup başımın üstüne çıkmaya başlamıştı. Güneşin batmaya yakın, bensiz kalın da görün, dercesine bungun hırsı sağa sola çarpa çarpa dolaşıyor en çok da klimalı alanda yer bulamayıp açık havada kalan benim gibi sarılara dokunuyordu. Beyaz tenin vergisini ödüyordum.

İş çıkışıydı. Yorgunluk üst düzeydi ve karşımda yine ve yeniden Vedat vardı. Nasıl oluyordu da nöbete kalan bir adam bu saatte evine dönebiliyordu? Kaçta devraldıklarını biliyordum çünkü. Haftada üç dört gün ben gelene dek başka sefere binmeyip beni bekliyor, beklemekten usanmıyordu. Yine eline bayat simitleri doldurduğu poşet var, bana verecek martılara atmam için. Koparıp koparıp havalandırırken onları, o benim yüzümdeki sevinci seyredecek. Ben de attığım gibi simitleri kapan martıları. Ne iyi kalplisin Selvinaz, sen de olmasan aç kalacak martılar, diye de ekleyecek. Gülümsemesi elindeki simitlerden daha gevrek ve yavan duracak yüzünde. Beni mutlu edecek bir kalbe kendimi yakın hissedemeyip eline çekici alıp kalbime çat çat vurup acımadan kıran ellere yöneleceğim. Buna rağmen o kendini bana sevdirmeye çabalayacak. Ben de onu sevebilir miyim acaba diye düşünerek bakacağım yüzüne? Belki denesem uyum bile sağlarım diyeceğim içimden.

O bana simitçinin elinde kalmış son simitleri tutuştururken ben bambaşka kafalar yaşıyor olacağım. Ben bunları düşünürken Vedat ise benim sadece yaptığım şeyi düşünüyor olduğumu sanacak; simit, martılar, deniz, vapur...

İnmemize beş dakika var yok, yarın görüşmek üzere diyerek farklı taraflara park ettiğimiz arabalarımıza gidiyoruz. Vedat yeni aldığı arabasını görmemi istiyor; geçen ay değiştirmiş. Acelem olduğunu söyleyerek bir an önce kendi arabama binip vapurdan inene kadar içinde beklemek istiyorum.

Eve vardığımda benimkiler mutfakta fısfıs konuşuyorlar. Beni çekiştiriyorlar yine eminim buna. Anahtar sesimi duymamış olacaklar ki kapıyı örtmemle susmaları bir oluyor. Sarma sarıyorlar canhıraş. Başkalarının sardıklarını yemediklerinden bunca eziyet. Babamın sardıkları daha tombulca anneminkiler kendisi gibi narin ve ince.

Vedat'ın annesinin de katıldığı oturma varmış bugün. Yine geçmiş mevzu. Ne güzel olurmuş farklı bir gözle baksaymışım aslında. Ondan daha güngörmüşünü bulursam eğer hiç vakit geçirmeden el öpmeye getirmeliymişim, beş yıl geçmiş, beş yıl! Ama benim hâlâ aklım o beş para etmez, üstelik da hain adamdaymış... Bende de hiç gurur yok muymuş? Yurt dışlarında onca yıl okumuşum yakışıyor muymuş hiç? Yakışmıyordu bence de. Kendini bilmek ne menem bir durum. Bile bile bir durumun içinden çıkamıyor olmak da bir o kadar fena.

Akşam yemeklerinden sonra televizyon karşısında sızan babamın yerini bu sefer ben kapıyorum. Gözlerimi kapatarak uyuyor numarası yaptığımda anneme seslendiğini duyuyorum.

“Çok yoruluyor bu kız karşıya gidip gelip...”

“Seviyor kendini yormayı, hem unutuyor da fena mı?” diyor annem babama karşılık.

Fena mı? Gerçekten fena mı? Unutmam için feribotla denizin üzerinden her gün geçmem mi gerekiyor benim? Başka bir ilişkiye başlamak için bu muhakkak mı? Aşk acısına iyi geliyor mu bir kıtadan diğer kıtaya geçmek? Fena olan geçememek, bir tarafta kalıp karşıya bakmak mı?

Babam elinde bir örtüyle geliyor odaya, üzerime annemin ördüğü diz battaniyesini örtmeye çabalarken, uzunluğunu bacak boyuma denk getiremeyince karnımı kapatarak usulca odadan çıkıyor. Gider gitmez gözümü açıp sesleniyorum ardından.

“Mahmut usta! Sen çok tatlı adamsın! Hıh,” diye sesini duyuyorum. Dudağının kenarından güldüğünü anlıyorum. Üçümüz ne iyiyiz. Gerek yok ki bir başkasına.

İki gün sonra Vedat'ın nöbet çıkışı ile benim mesai bitişim nedense yine denk geliyor. Bu sefer kararlıyım ortaya döküp, “Benden vazgeçsen iyi olur Vedat,” diyeceğim ona.

“Vedat,” diyorum, “sizin hastanede asistanlar nöbetleri farklı saatlerde mi bitiriyorlar?”

Kendi hayatıyla ilgili ilk kez bir soru sorduğumdan gözleri aydınlanarak cevap veriyor bana. Elindeki simit poşetini vermeyi unutturuyor sorum. Uzun uzun anlatıyor. Biraz sonra havanın neminden bunalırsam eğer dinleyemeyebilirim onu. Kendimde biraz hainlik seziyorum. Klimalı tarafta boş yer arıyor gözlerim.

Ozan'ı görüyorum. Beş seneden fazla oldu, görmedim. Vedat bunu biliyor. Annesi uzun uzun anlatmıştır ne de olsa. “Uğraşman lazım, fena bir aşkmış onlarınkisi, kızı çok üzmüş, pisliğin tekiymiş,” demiştir. “Unutmamış da üstelik,” demiştir. Annemden ne duyduysa aktarmıştır.

Bakışlarımı Ozan' a sabitliyorum, imkânı yok gözümü kırpmamın. Tam da Vedat'ı dinlemeye bu kadar hazır olduğum zamana denk gelmesi kaderin bir cilvesi değilse ne?

“Selvinaz istersen kalkalım, hatta benim arabada bekleyelim,” diyor. Çekip çıkarmaya çalışıyor beni. Duyuyorum ama gözlerim attığım okun hedef tahtasında çakılı ve tam on ikiden vurduğumdan kımıltısız beklemekteyim. Ozan hareket ederse ben de edeceğim. Elimden tutuyor Vedat. Kaldırıyor beni mıhlandığım yerden. İtiraz edecek gücüm yok. Ellerim, ayaklarım benim değil. Yürüyoruz merdivene değin. Tam ineceğiz, ayağa kalktığını görüyorum Ozan'ın. Kolu arkaya doğru uzamış. Okumun ucunu ardındakini de çekerek getiriyor. Lamia bu, Lamia. Yüzlerinde biraz önce birbirlerinin tenlerine dokunmanın getirdiği mayhoşluk da var. Yaklaşıyorlar merdivenlere doğru. Vedat artık bırakıyor benim elimi kolumu. Ne olacaksa olsun, diyor belli ki.

Ardımızda insanlar merdivenden inmek için sıralanmışlar. Vedat, “Affedersiniz,” diyerek kenara alıyor beni, kaldırarak, bir nevi biblo gibi. Lamia ilk önce fark ediyor durumu. Kurnazların gözleri yakını daha çabuk görür. Yüzündeki mayhoşluk gerginliğin getirdiği hardal sarısına dönüşmüş. Midesi de ağzına kadar gelmiştir şimdi. Korktuğunda da böyle olurdu rengi. Deniz tutardı da feribotla geçemezdi karşıya. “İşi bırakmamın nedeni hep bundan,” demişti. Ben inandım, inanırım. Bir daha söylese aynı yalanları, ben bir daha ve bir daha inanırım. Yakını zor görürüm çünkü.

Bildiğin bir şeyi gözünle de görmek meğer ne çok acıtıyormuş insanı. Bu bilgiyle bakışıyoruz ikisiyle de. Ozan da gördü beni. Lamia'nın elini bırakacak gibi mi oluyor yoksa bana mı öyle geliyor anlayamıyorum. Vedat elindeki simit poşetini kuyuya sarkıtılan can ipi gibi benim elime tutuşturuyor aniden.

“Martılar aç kalacak bugün,” diyor, “beslemeyecek misin?”

Poşeti alıp bayat simitlerden bir tane çıkarıyorum. “En sevdikleri şey bayatlamış simit, bakın böyle koparıp koparıp havaya atacaksınız, sonra da gelip birilerinin onu ağzıyla kapmasını bekleyeceksiniz,” diyorum. En çok da Lamia'nın gözlerinin içine bakıyorum. “Bak ben koparacağım, havaya attığımda sen hop hemen havada kapacaksın Lamia. Yabancılık çekmezsin hem, nasılsa havada karada kapmışlığın var,” diyorum. İçim soğuyor, gözlerim birden yakından daha net görüveriyor. Eline içinde birkaç tane bayatlamış simit kalan poşeti de tutuşturup Vedat'ın elini kavrıyorum.

“Arabada bekleyelim mi aşkım? Bugün simitlerim erken bitti.”


Deniz Longa

2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page