top of page

Öykü- Didem Gürhan- Düşen

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 7 Eyl
  • 3 dakikada okunur

Diş iplerini oldum olası severdim.

Saatlerce kendimden geçip o diş senin bu diş benim: tak – çıkar, tak – çıkar.

O minik “tık” sesi yok mu…

İçimde bir şeyin yerli yerine oturduğunu hissettirirdi.

Hele aradan minicik bir parça çıktıysa değme keyfime.

Sanki ağzımın içi değil de zihnim temizlenirdi.

Kanatana kadar devam ederdim çoğu zaman.

Temizlenmiş hissetmekle acıtmak arasındaki o çizgiyi hep sevmişimdir.

Belki de fark etmeden içimde birikmiş başka şeyleri de çıkarmaya çalışıyordum.

Belki de bir tür kazıydı bu.

 

Ama o sabah...

İp, takıldığı yerden çıkmadı bir türlü.

Gerçekten takıldı anlayacağınız.

“Off,” dedim, “ne çıkacak acaba?”

İple diş etimi kanırtırken ağzımın içi bir anda kan dolmaya başladı.

Öyle sızıntı gibi değil.

Bayağı dolu dolu.

Sanki biri ağzımın içine yılların pasını boşaltmıştı.

Kanın metalik tadı yayıldıkça yayılıyordu.

Damağımdan dilime, dilimden boğazıma kadar yakıcı bir kırmızılık.

 

Sonra — pıt!

Bir şey düştü önüme.

 

Musluğun başında duruyordum.

Lavabonun beyaz seramiğinde, kanla karışık bir şey vardı.

Küçücük.

Kıvrık.

Sıvıdan daha yoğun ama cisimden daha hafif.

Bir ip parçası sandım önce.

Sonra dikkatlice eğildim.

 

Harfleri vardı.

 

a

f

f

e

t

 

Affet.

 

Soluk, neredeyse mahcup harflerdi bunlar.

“f” harfi biraz eğrilmişti.

“t” ise eksikti sanki — ya da ben tamamlamaya cesaret edemedim.

Ne zaman söylediğimi hatırlamıyorum.

Belki hiç söylemedim.

Belki de bana hiç söylenmedi.

Ama şimdi buradaydı.

 

Ağzımın içinden çıkıp önümde durmuştu.

Ve ben ilk kez kendimi susarken suçlu hissettim.

 

İlhami kapıya doğru yönelirken aynadan ona baktım.

Omuzları hafif düşük, adımları alışkanlık gibi.

Ne acelesi vardı ne de kalmak gibi bir hâli.

Birbirimize ne zaman böyle sessizce alıştık, hatırlamıyorum.

Sanki ses çıkarırsam onu ürkütecekmişim gibi duruyorum yıllardır.

 

Aynada onun sırtını, sonra kendi yüzümü gördüm.

Yüzümde ne vardı bilmiyorum.

Yorgunluk muydu, yılgınlık mı yoksa sadece alışma?

 

Gözlerim tekrar lavaboya kaydı.

Hâlâ oradaydı.

"Affet."

 

Silinmemişti.

Dağılmamıştı.

Kanla yazılmış ama suyla çıkmayan bir yazı gibiydi.

 

İçimden geçirdim:

Beni sevmediğinden değil…

Görmediğinden böyle.

Belki de ben de artık kendimi görmüyordum.

 

Mutfağa geçtim.

Zeytinlerin suyunu süzerken ellerim üşüdü.

Bir an musluğu kapatmayı unuttum.

Akan su, lavabonun içinde kıvrılıp kendi etrafında döndü — tıpkı yıllardır içimde dönüp duran o suskunluk gibi.

Sonra ekmek, çay, peynir…

Masayı kurdum.

 

İlhami karşıma oturdu.

Çayına uzandı.

Elini uzattı, ekmek aldı.

Sanki yıllardır aynı sofradaymışız da hiç aynı masada olmamışız gibi.

 

Çaydan bir yudum aldım.

Dilim, sabah ağzımdan düşen o kelimenin bıraktığı boşluğa takıldı.

Ağzımda yine o tanımsız, çirkin tat.

Ne kan ne demir ne de acı — daha çok… farkına varılmış bir eksiklik gibi.

Boğazımda büyüdü.

 

Bir an, İlhami’ye dönüp anlatacak gibi oldum.

Ne hissettiğimi, ne gördüğümü…

Tadı, kanı, sabah ağzımdan düşen o kelimeyi.

 

Ama durdum.

O her şeyden tiksinirdi.

Elinin değdiği bardaklardan, az pişmiş etten, sabun kalıntısından…

Bazen benden tiksinip tiksinmediğinden bile emin olamıyordum.

O kadar sessizdi ki sessizliği bile bir yargı gibi geliyordu bana.

 

Vazgeçtim.

Çatalına aldığı peyniri kokluyordu.

Sanki kendi seçtiği şeyi bile güvenle yiyemeyen birine dönüşmüştü yıllar içinde.

Ya da ben öyle görmeye başlamıştım.

 

İlhami, yemeğini bitirince çatalı tabağın içine bıraktı.

Sessizce kalktı.

Boş tabaklardan ikisini aldı, mutfağa götürdü.

Ne teşekkür etti ne göz göze geldi.

Yıllar içinde bazı hareketler iyilikten değil, görev bilincinden yapılır hâle gelir ya...

İlhami de artık görev adamıydı.

Sadece gerektiği kadar.

Ne eksik ne fazla.

 

Ben kalanları toparladım.

Peynir kabının kapağını kapattım, zeytinleri kutusuna koydum.

Ekmek kırıntılarını elimle süpürdüm.

Tabağım hâlâ doluydu ama iştahım değil.

 

Sigara arka çekmecedeydi.

Pencerenin pervazına iliştirilmiş çakmağı aldım, balkona çıktım.

Soğuk çarptı yüzüme.

İyi geldi.

Bazen insan, sevgiye değil; sadece bir şeye çarpılmak istiyor.

Hissedebilmek için.

 

İlk nefesi çektim.

Duman içime dolarken birden öylece kaldım.

Sanki içimde biri vardı ve ben onun ne zaman susacağını bilmiyordum artık.

 

Hep böyle miydi bu?

Bakıp görmemek, işitip duymamak, tadını alamamak…

 

Filmlerdeki o samimi, camının önünde vita saksıları duran evler…

Sesini duyurma çabasıyla yuva olmuyordu.

 

Benim çabam niyeydi?

O plastik çiçekleri toprağa ektim de hangi sabah yeşereceğine inandım?

 

Bir şey söylerken utandım kendimden.

Sanki çaba dediğim, kendini kandırma biçimiydi.

Sanki sevilmeye değer hissetmek için önce görmezden gelinmeye razı olmuştum.

 

Plastik çiçekleri toprağa ekip tohum, filiz beklemek…

Akıl kârı mıydı?

 

Yandım.

Sigaranın ucuyla değil, içimde bir şey yandı.

Ve ilk kez sessizce değil, kendi iç sesime doğru konuştum:

 

“Ben, sustukça büyüyen neydim?

 

Kahve yapmak için mutfağa yöneldim.

İlhami koltukta şekerliyordu.

Onun hayattan kaçış şekliydi uyumak.

Adına şekerleme denmesi durumu sempatikleştiriyordu.

Oysa kaçtığı şeylerin sevimli bir yüzü yoktu.

Ne uyuduğu düşlerin ne uyanacağı sabahların.

 

Kahveden vazgeçtim.

Askıdaki rüzgârlığımı giydim, çantamı aldım.

Usulca kapıyı çektim.

Arkamdan kapanan kapının sesini bile duymadı.

Bazı ruhlar, veda etmemek için kendini bile geride bırakır.

Artık o kelimenin ağzımdan değil, içimden düştüğünü biliyordum.

 
 
 

2 Yorum


Hakan Kaya
Hakan Kaya
07 Eyl

Çok katmanlı, üzerine düşünülmüş bir öykü. Tebrik ederim.

Beğen
Didem Gürhan
Didem Gürhan
07 Eyl
Şu kişiye cevap veriliyor:

Çok teşekkür ederim.

Beğen
bottom of page