top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Duygu Özsüphandağ Yayman- Alice Eve Dönmeyecek

Simsiyah buklelerini tararken bir düş gördü Alice. Gözleri açıktı. Bu, olsa olsa bir gündüz düşüydü ya, orası bildiğimiz gezegenlerden değildi. Saçlarına güneş ışığı değmezdi ama yönünü bulması için bu çok da gerekmezdi. Yıldızlar yeterliydi. Onun evreninde herkes böyle yaşardı.

Alice, kitabî hikâyelere dalmış ablasını geride bıraktı; kendi düşünün ardına düştü. Bir yıldız attı cebine, yürüdü, yürüdü; nereyi gösterirse o yöne... Kara bulutların arasına daldı. Bir dalı fezanın sonsuzluğunda, diğer dalı yerin yedi kat altında ağaçlarla dolu bir ormana vardı. İşte, Hüma kuşu oradaydı! Acaba onun altından geçebilecek miydi? Gölgesi, Alice'in başına düşecek miydi? Umutla hızlandı. Saçlarına papatyalardan taç yapma fikrini bir kenara bıraktı. Hayır! Mutluluk taçta değil, baştaydı. O kanatlara yetişemeyeceğini bile bile koştu. Tümseklerden, tepelerden, çukurlardan geçti. Gözlerini kuştan ayırmamaya çalışırken az kalsın bir deliğe düşüyordu; ya o, dalları hür ağaçlar olmasaydı? Hüma kuşu biraz alçaldı. Alice sandı ki kendisini alıp kaçacak. Oysa o sadece, ayakları arasındaki beyaz tavşanı yanına bıraktı; yükseldi, izini kaybettirdi.

Tavşan, "Eyvah!" dedi, "geç kalacağım." Önce yeleğinin cebinden çıkardığı saate baktı, sonra Alice'e... "Geliyorsan acele et. Seni bekleyemem" diye çıkıştı. Alice'in dili adeta mühürlenmişti. Fırlayıp bir yay çizen tavşanın peşi sıra seğirtti. Az önce düşeyazdığı yere geldiler. Hooop! Tavşan atladı boşluğa. Alice başını uzatıp kapkara delikten bakarken başı döndü. Evet, ağaç tüm heybetiyle yerindeydi; ne ki tutunmak, her zaman mümkün değildi.

Siyah boşlukta şimdi yalnızdı Alice. Cebindeki yıldız gibi yalnız... Düşüyor, düştükçe seziyor, sezdikçe yıldızı yanıyordu. Alevlerin harından görünüyordu, yukarıda bıraktığı duvarlar, raflar... Raflarda papatyasız, neşesi sönmüş siyah saçlar, raflarda kesik başlar, raflarda tabancalar, raflarda bir zamanlar gülümsemiş fotoğraflar... Duvarlarda haritalar... Cetvelle çizilmiş tüm sınırların öte yanı kavruk. Yanıyordu bütün ağaçlar. İnsansız kalmış şehirler gördü Alice. Çocuklar neredeydi? Barut kokusu ciğerini dağlıyordu. Simsiyah bukleleri savruluyor, mini mini kanlı duvaklara çarpıyordu düştükçe. O düştükçe çukur sanki derinleşiyor, elinden bir tutan çıkmıyordu. Bu daha böyle ne kadar sürecekti?

Derken yapış yapış, kara, balçık gibi bir denizde buldu kendini. Hayır, hayır! Bu, petrolün mavisiydi. İşte, iyi ya da kötü bir yere varmıştı. Şimdi ne olacaktı? Etrafına bakındı. Batağa saplanmamanın yolunu bulmalıydı. Herkes nereye gitmişse elbet bir bildikleri vardı. Çırpınırken bir boru geldi eline. Sarıldı ona, tırmandı, tırmandı. Yaptığı son hamleyle bu kez eli kumlara bulandı. Kuru, kupkuru bir yerdeydi. Suyu çekilmişti hayatın. Bu yükü ancak bir deve çekebilirdi ve beyaz tavşan, iki hörgücün arasından Alice'e sesleniyordu.

"Kutsal topraklara hoş geldin. Şimdi göreceklerine hazır mısın?"

Alice cevapladı.

"Başka çarem mi var!"

"Yürü o halde," dedi tavşan, "önemli bir mahkemede tanığım ve kralımız beni bekliyor."

Devenin sırtında adaleti aramaya çıktılar. Yol, çetrefilliydi. Yol nafileydi, bitimsizdi. Alice'in delikten düşerken gördükleri, keşke sadece o raflarda kalsaydı. Burada beter bir koku vardı. Kan, ter, kusmuk, bağırsak, balçık, leş kokuyordu. Düşünün peşinde ne ummuş, ne bulmuştu! Ne kadar çabalasa da avucunda gül dönmüyordu.*

Gide gide haşmetli, bol minareli ak bir saraya vardılar. Lakin Alice, binaya göre fazla büyüktü. Beyaz tavşanın devedeki heybeden çıkardığı şişeye uzandı. İksiri içti, içti; ak sarayın kapısından geçmesine yetecek kadar içti. Artık kralın huzuruna çıkabilir, büyük davaya tanıklık edebilirlerdi. Beyaz tavşan yeleğinin cebinden saatini bir kez daha çıkardı, "Haydi! Tam zamanı" dedi. Ak sarayın döne kıvrıla dehlizlere varan merdivenlerinden indiler. Mahkeme salonuna girdiler. Tam o sırada duvardaki büyük saat "Gong!" dedi. Bütün başlar kapıya çevrildi. Beyaz tavşan, adının söylenmesini beklemeden tanık kürsüsüne çıktı. Alice küçücük sandalyelerde oturan küçücük hayvanları incelerken kralı aradı gözleri. Yukarıdan gelen sesle irkildi. Başını kaldırdığında gördü onu. Salondakilerin en küçüğünden, şimdiye dek duymadığı gürlükte ve hiddette bir ses çıkmıştı.

"Biiiz," dedi, kral, "mahkemeyi saat kaçta başlatıp kaçta bitireceğimizi sizden öğrenecek değiliz! Dosya gelmedi, deliller yetersiz, süre de doldu; takip etmiyoruz artık bu davayı!"

Mahkeme dağıldı, çaresiz. Alice o kargaşanın içinde beyaz tavşanı yine kaybetti. İksirin etkisi geçmeden kendini dışarı atmalıydı. Yoksa büyür, büyür, ak sarayda havasız kalırdı. Sokağa çıktığında savaşın bu kez sonuçlarına değil, ta kendisine tanık oldu. Barut tütüyor, mermiler uçuşuyor, bıçaklar bileniyor, havadan bombalar yağıyordu. Ne yapsa, buradan nasıl kurtulsaydı? Düşü geldi yine aklına. Hüma kuşunun hiç gelmeyeceğini biliyordu. Bu yangını ancak bir başka yangın söndürebilirdi. Cebini yokladı. Neyse ki aradığı, yerinde duruyordu.

Yıldızını çaktı, delikten düştüğü mavi balçığa attı. "Harikalar Diyarı"nı da "rüyalar ülkesini" de yaktı. Neyse ki kan kokusu son bulacaktı. Ablası, Alice'in düşünden uyanmasını daha çoook beklerdi. Öğrendiği yeni dille kendi gezegenine selam yolladı Alice.

"Saçlarıma yıldız düşmüş / Koparma anne, ağlama."**


* Edip Cansever

** Nevzat Çelik


Duygu Özsüphandağ Yayman

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page