top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Duygu Özsüphandağ Yayman- Maria Puder Kitabevi

Maria Puder Kitabevi’nde sabahtır. Maria yine günün ilk ışıklarıyla inmiştir alt kata. Dükkânın kapısında henüz asma kilit varken, sokak lambaları sönmemişken daha. Eski alışkanlığıdır erken uyanmak. Bir Orhan’a erken uyanamamıştır.

Ahşap raflarla, raflardaki satırların yanına yöresine dizili rengârenk kuklalarla, bebeklerle, her yaşa göre oyuncaklarla, eski eşyayla dolu dükkânda, hikayesini ele veren tek rafa yanaşır önce. Orası içli bir memlekettir. Gorki’nin ve Pearl Buck’ın Ana’ları sırt sırta vermiştir. Betty Mahmudi, “Kızım Olmadan Asla” diyerek yaslanmıştır onlara. “Cumartesi Anneleri” toplanmıştır bir araya. “Parasız Yatılı” nasıl da parlar Füruzan renginde. Başkaldırır Tante Rosa ki Maria, kızına vermiştir adını; Sevgi Rosa. Sanmıştır ki Sevgi Soysal’ın ana babası gibidirler Orhan’la. Alman anne, Türk baba. İnsan hep benzerini aramakta. Oysa hangi öykü, bir diğerinin tıpkıbasımı ve insan nasıl da tek başına! Kaçırılmış kızı Sevgi Rosa’nın peşi sıra dolaşan anası olabilmiştir sadece. Anneliğini yaşayamamış Maria Puder’in adı, dükkânın tabelasında. Berlin’de Türkoloji okurken eline aldığı ilk kitaplardandır “Madonna”. Türkiye’de çok satılanlar listesinde olduğundan habersizdir. Buraya gelince öğrenir, sebebini düşünür. Ailesinin hayatını yaşayanların var olma hikayesidir aslında. Bilmez ki okur da işin orasında mı? Kendisi, Madonna olmayan bir Marialık arayışında…

Dükkânıyla adaşlığı türlü anlamlara gelebilir. Kafeterya vitrininden eksik olmayan Alman pastasının başında bir sarı kafa. Kitapçı Maria. Bir Alman. Ama kimseler koşmamış ardından. Bir Raif Efendi’si olmamış hiç. Sergiler, sokaklar boyu uzanmamışlar. Tersine çevirmiş yolculukları. “Anlar mı halimden, Ah Mana Mu diye ağlayan Rena? Bunu Handan Gökçek’e sormalıyım,” diye düşünmüştür, kitabı okurken.

Sabahın ilk raf ziyaretini yine, anne kahramanların arasında tamamlar. Neyse ki artık geride kalmış mücadelesinin yoldaşlarıdır onlar. Koleksiyona yeni bir kitap eklenecektir, heyecanını saklar. Tozlarını alır, devrilenleri kaldırır, sırtlarını okşar. Aklında, kendi sırtına dokunan ilk dost elden, önceki akşam aldığı bir telefon, kahve makinesini çalıştırmaya gider.

Müşteriler, dükkânda kitap ararken sormaktadır hep.

“Sıralama alfabetik mi?”

“Yazarın adına göre mi, soyadına göre mi?”

Bu rafa gelince arayışlar yönünü şaşırmakta, kafalar karışmaktadır.

“Ama bu raf alfabetik değil…”

“Burada sıralama… neye göre?”

Evet, haklıdırlar. Bu küçük dükkân son derece sistemlidir. Türlere ve harflere göre bir düzen tutturmuştur Maria. Aynılar aynı yerde. Tek bu raftaki kitaplar istisna. Roman, öykü, şiir, röportaj karışmıştır birbirine. Varlıkla yokluğu birbirine karıştırmış anne seslerini toplamıştır bir araya. Farklı seslenişler sırt sırta. Bir bebekten insan yapmak, insan olmak çabasının soyu sopu olmadığı gibi alfabesi de olmaz ona göre. Sorulara soruyla karşılık verir.

“Hayat da böyle değil mi!”

Zaman tekdüze akıyor, olaylar birbiri ardına deviniyor sanırken bir şey oluverir ve tüm sıralamayı altüst eder.

“Sıralama, analık hakkıma göre.”

Kızını aradığını öğrenince şaşıranlar olmuştur. Acıyanlar, Maria’nın akıl sağlığını sorgulayanlar... Kimi de yardımcı olmaya çalışmıştır. Yol yöntem önermiştir.

“Tanıdığım bir gazeteci var.”

“Falanca avukata danışın.”

Şimdi tüm bunları aşmış olsa da gözlerini, Marialık yolculuğunun o eski ülkesinde dolaştırmayı ihmal etmez. Dünyaya derinden daldığı zamanları hiç unutmaz. “Olur. Hepsine tamam,” demiştir. Ama önce duygularını yerleştirmelidir buraya. Hemen ardından açıklamaya girişmiştir çünkü kast ettiği alışmak değildir, yanlış anlaşılmak istemez.

İnsan tanımadığına, bilmediğine alışır. Beni yeni bir ülkeye getirecek kadar şiddetle akarken duygularım, onları nasıl yabancılardım? Gayet tanıdık hislerle geldim ülkenize. Fakat buradakiler için ben bir yabancıyım. Öfkemle, sevgimle, inadımla tanıştırmalıyım herkesi. Kendi varoluş çabamla... Ben, tek başıma ben, çetin bir varlık olursam kızımla ikimizi bundan böyle kimse yıkamaz. İki kişilik kadın örgütü, çok mu romantik? Neye inanırsan yolun odur.

Bu sözler hemen böyle bir çırpıda çıkmamıştır ağzından. Zamanla oluşmuşlardır. Kimini dışına akıtmış, bazısını kenara not etmiştir. Kelimelerini, kendi gölünde biriktirmiştir.

Kahve makinesi seslenmektedir o anda. Demlenmiştir. Kahvesini alıp masanın başına geçer, demlenmek için geçtiği yolları düşünür. Gün, hepsini temize çekme günüdür. Uzaklardan misafirini, bir vakitler kendisine hayatının müjdesini vereni beklemektedir. Önceki akşam verdiği siparişi yetiştirmelidir.

“Annemi defnetmeye geleceğim İzmir’e. Mezar taşı yazısını sizden rica ediyorum.”

Maria Puder Kitabevi, hikâyesiyle yaşamaktadır. Bazen bilenler bilmeyenlere, dükkânın bir köşesinde anlatmaktadır.

“Biliyor musun, sahibi Alman. Başından geçenleri bir bilsen!”

Kitapçı Maria bilir; insanlar yaşanmış, gerçek hikâyelere meraklıdır. Ses etmez. Buradaki ilk zamanlar işleri aceleye getirmemiştir. Önce herkes ona alışmalıdır. Berlin’deki kitapçı dükkânını apar topar elden çıkarıp İzmir’e yerleşmesindeki hızın, yeni ülkesinde işe yaramayacağını görmüştür. Bir iki resmi makamdan sonuç alamayışına şaşırmamıştır zira adamın eli kolu uzundur. O ise tek başına bir kadın. İki kere yabancı.

“Olur mu canım! Hak var, hukuk var, uluslararası sözleşmeler var, sivil toplum var... Hiç mi korkmamış?”

Hikayesini öğrenenler sormuştur ona. Orhan hiç sormamıştır oysa. “Evlenelim mi?” Maria da istememiştir zaten. Bir gün hoca getirip dua ettirmiştir adam, aklınca iş bitmiştir. Tanışıklıkları, Maria’nın üniversite dönemine gider. Türkçeye merakı, resim yeteneğine üstün gelmiştir. Narindir, nazenindir. Türkoloji okurken bu kültüre ilgisi Orhan’a yönelmiştir, başkalarının gözleri ise Maria’ya,

“Senin gibi Avrupalı bir kız...”

“Yani nasıl olur da öyle bir tarikat ehline?”

“Hem de neredeyse baban yaşında…"

Olmayacak işler olur bazen. İnsan içindeki gölü akarsu zannedebilir ya da usul usul akan dereler, yağmuru görünce coşabilir. Yatağından çıkıp başka derelere karışıp en yakın denize koşabilir. Babası, diplomasını görmeden ölmeyeceğine dair sözünü tutamamıştır. O sonbahar, Maria’nın hayat köprüsü yıkılmıştır. İnsan hep böyle bencildir. En sevdiğim dediği kişi, aslında ona kendini en iyi hissettirendir. İnsan, sevgi isterken aslında aynadaki aksini aradığını bilmeyendir. Maria o sıralarda, barlarda sabahlamak ile pazar ayinleri arasında gidip gelmektedir. Türk dili projeleri için Kreuzberg'e yolunu düşürmektedir. Gençlik merkeziydi, dönercilerdi, esnaf lokantalarıydı, sokaklardı; daha çok Türk'le tanışmaya çalışır, diyalektiğin peşinde dolaşır. Fiziken Avrupa'da olsa da kitaplara gömüldüğünde Orta Doğu'ya komşudur. O günlerden birinde kapılır Doktor Orhan'ın ilgi yağmuruna. Orhan, kudrettir. Tek başına cemaattir. Gettoya gider, saflar daha da sıkılaşmış mıdır bakar. Cami derneğine bağış toplar. Gurbette okullar kurar, okullarda çocukları kurar. Âdettendir, iş görüşmelerini yaparken ocak başında sofra kurar. Sınırların ötesine uzanan inşaatçı elleri vardır onun. Doktor Orhan camiden çıkıp gelmiştir. Kadehler beyaza keser. Bir şey diyen olursa lafını keser. O iş başka, bu iş başkadır. Bir gece Maria ile kadehleri, böyle bir ocak başında rastlaşır. Maria madem ibadet etmektedir, kilise yerine camiyi denemelidir. Hem belki barlara daha az gider... Belki yakında kelime-i şehadet de... “Daha öteye gitme,” der Maria. Onu en çok seven adamın, babasının yarım bıraktığı yola elbet kendisi devam edecektir. Evet, imam nikâhına karşı koymaz; madem adama göre böylesi uygundur. Orhan’ın evlilik akdine girmeme nedenini sonra anlayacaktır.

Berlin’de öğrenciyken babasının açtığı küçük kitapçı dükkânını, Sevgi Rosa’yı doğurmasına kısa süre kala kapatmıştır Maria. Kız iki yaşına geldiğinde Orhan’ı bırakır. Kimi der ki, “Akarsu yatağına geri gitti.” Kim der ki, “Maria babasının öldüğünü kabul etti.” Bir başkasına göre ise işsizliğine rağmen bıraktıysa, kızının velayetinin gideceğini bile bile bıraktıysa orada bir dağ yıkılmıştır. Şimdilik Sevgi Rosa’yı haftada bir görmekle yetinir. Fakat bu böyle sürmeyecektir. Dükkânı tekrar toparlayacak, davayı açacaktır. Çocuk dört yaşına yaklaşmaktadır. Yakın dostlarının ve annesinin yardımlarıyla işler yoluna girmek üzeredir. Bir dükkân tutmuş, eşyasını almıştır. Kitap siparişlerini vermek üzeredir ki Orhan, kızla birlikte sırra kadem basar. Elbette ülkesine, ailesinin yanına gitmiştir. Kaçırmak kelimesini ağzına almamakta, çevresindekilere, “Kız, hukuken benim,” demektedir.

Maria, onları nerede arayacağını bilir. Orhan’ın Sevgi Rosa’yı, ailesinin kadınlarına götüreceğinden emindir. Kızı kendi geleneklerine göre yetiştirecektir. Bu sırada adam keyfine bakacak, iş çevresini genişletecek, "Almanya görmüş" doktor olarak devrin çarkında esaslı dişlerden olacaktır. İmam nikâhına alıp sevap işlediği Alman kadın ise kıymet bilmemiştir, tabii ki bu sona rıza göstermelidir! Onu Berlin’e hastaneler kurmaya getiren yüksek zekasını artık memleketinin ihaleleri peşinde kullanmanın zamanıdır. Küçük bir kitapçı dükkânında hayatı romanlarla, öykülerle geçen, gerçekleri resmederek hikâyeleyerek eğip büken bir kadın ve onun kuralcı, kurallı, hesaplı kitaplı ülkesi, önünde engeldir. Aile nedir bir bakıma? İçinden çıkmak istemediğin sınırların konforlu alanıdır. Günahlarının dilsiz uşağıdır. Bir ülkedir. Kızını, ülkesinin tebaası olmaya götürmüştür.

Maria, açmak üzere olduğu dükkânını devredip apar topar İzmir’e gelir. Başlangıçlar hep karışıktır. Her şey yerli yerine oturana kadar zorlanır insan. Hele bir de yola, karanlıkta çıkmışsa... İlk günleri Basmane otellerinde, Alsancak’ta bir pansiyonda geçirir. Mekânın devir parasıyla kitapçı açmaya girişir. Sokaklar boyu dolaşır. Denize açılan bir köşe başında bu cumbalı evi bulur. Yerleşmek uzun sürmez. Tabelayı tasarlar, ismi zaten hazırdır: Maria Puder Kitabevi.

Maria, sabahki raf ziyaretinin ardından kahvesini, boyalarını, ahşap tabelasını alır, köşesine çekilir. Dükkân kapısının çanı ara ara öter. Giren çıkan artar. Kitap soran, kahve isteyen olursa yerinden kalkar. Gözü, telefonu uzun uzun çalan bir müşteriye takılır. Kadın elini, uzattığı kitaptan isteksizce çekip arayana ekşiyen suratıyla cevap verirken Maria düşünür; İnsan, kötü bir haberi hiçbir zaman telefonda öğrenmemelidir. Söyleyenin gözlerini görmelidir o anda, elini kolunu nereye koyduğunu izlemelidir. Sevgi Rosa’nın kaçırıldığı haberini, uzun bir görüşme trafiğinin ardından aldığını hatırlar. Evet, telefonda, Orhan’dan. Kitapçıdaki kadın, ahizenin ucundaki kötü haberi alıp dışarı çıkarır. Kapının aynı çın çın sesi, Maria’nın misafirini getirir. Uzun zamandır beklediği ve önceki akşam aldığı telefonun sahibini... İçeri bir güneş doğar, Maria ona sarılırken böyle diyecektir. İzmir’deki ilk yılında karanlıkta iz ararken Almanya’dan arayan bu genç kadın, Güneş, ona Sevgi Rosa’sından haber getirendir. “Merak etme Maria…” demiştir.

“Sevgi Rosa ile benim babam yani bizim babamız yani aynı kişiden bahsediyorum, anla... İlk kaçtığı sen değildin fakat kaçamadı, ardındaki lekelerden. Orhan’ın nikah defterine bırakmadığı adını buldum, merak etme. İlk kızıyım onun ve bilmiyorum ki Sevgi Rosa sonuncusu muydu? Ama çorabın söküğü elimde, seni buldum, kız kardeşimi de. Adresi söylüyorum, yaz.”

Adres, Berlin’dedir. Orhan geri dönmüştür, böyle bir ayrıntıyı nasıl atlamıştır? Maria, Almanya vatandaşıdır ve yasalar ondan yanadır. “Herhalde artık burada kalırsın,” diyen annesini, arkadaşlarını dinlemez. Kızıyla kendisi için kurduğu dünyaya borcu vardır. Yaşayarak ödeyecektir. Üstelik Türkiye’de öğrenmiştir; başkasının çöplüğünde de borusunu öttürebilen, güçlüdür. Kızını almış, kitabevine dönmüştür.

Sevgi Rosa, ilk gençliğinin sonsuzluğuyla okuldan gelmek üzeredir. Dükkânın orasına burasına sinen hatıra bulutlarını dağıtmalıdır. Güneş ablası ile birbirlerini özlemişlerdir. Birazdan burası, kucaklaşmanın kitapçısı olacaktır. Alman pastası tazedir, kahve yeniden demlenmiştir. Maria, Güneş'in annesi için istediği mezar taşı yazısına noktayı koymuştur.

"Mürekkep lekesi silmekle çıkmaz."


Duygu Özsüphandağ Yayman

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page