top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Duygu Özsüphandağ Yayman- Sarp'ın Öyküsü

Sabahtı. Saat kaçtı? Bilmiyordu. Evden çıktı. Akşam bir otobüse binecekti. Kaçtaydı? Bilmiyordu. Tek bildiği, sonrasız bir “belki”ye yolculuk yapacağıydı. Düşüncelerden azade, hislere teslim, yolun uzunluğu boyunca ilerleyeceği bir belki… Telefonda, “Gel,” dememişti ki Öykü. Randevu vermemişti. “Görüşürüz” bile çıkmamıştı ağzından. Kaçta varacağının önemi yoktu. Sarp ne zaman hazır olursa o zaman çıkacaktı yola, elbet bir otobüs bulurdu. Otogara varınca alınacak tek bilet. Sonrası meçhul… Sınırlar çizemiyordu şimdi. Ne kadar uzun sürerse sürsün sonları hesaplamadığı bir yolun yolcusuydu. Sarp, olmayı hiç düşünmediği bir saatte var olacaktı. Belki…

Akşama kadar nasıl bir gün geçireceğini biliyordu ama… Rutinleri kırmaya çalışma rutinleriyle… Çantasını sırtladığı gibi bulvardan yokuş aşağı bıraktı kendini. Büyük mağazaların, lüks markaların, zincir marketlerin önünden geçti. Kepenkler yeni yeni açılıyordu. Neyse ki dükkâna gecikmeyecek kadar erken çıkmışım, diye geçirdi içinden. Meydana geldiğinde annesiyle evin ihtiyaçları için sıklıkla gittikleri marketin önünde durdu. Yok. İçeri girmeyecekti. Markete nazır kavşak yeni düzenlenmiş, çiçek tarhlarıyla çevrelenmişti. Banklar pek davetkâr göründü. Oturdu. En son ne zaman girmişlerdi şu kapıdan? Sarp, annesi ve annesinin tümörleri. Tam alışmışlardı tümörlerle yaşamaya; annesi yok oluverdi. Sarp şimdi aklının iplerini kime bırakacaktı? Misal, alışverişini kimle yapacak, alınacağa verileceğe nasıl kendi başına karar verecekti? Bunları düşünmeyi ertelediği günlerdi. Annem iyi olacak, diyordu. Demek ki Öykü’ye yaptığı son yolculuktan birkaç gün öncesiydi. Demek ki yaklaşık bir yıl olmuştu, annesizliğin marketine girmeyeli. Sonrası hastaneler, kemoterapiler, ilaçlar… Birden kötüleyen annesinin altı ayda kuş olup uçuşu… Alışverişe çıkanları izledi; sabahın bu vaktinde üst baş bakınanları, ayakkabı deneyenleri, deterjan indirimi kovalayanları. Başı sonu belirsiz bir ağa takılmış balıklar geldi gözünün önüne. Görünmez elin ucunda sallanan kuklalar canlandı zihninde.

“İyi ettim,” dedi, “bu ağdan çıkmakla iyi ettim.” Bir süredir ilaçlarını kullanmıyordu ve kendini sağlık endüstrisinin tuzağından kurtardığını düşünüyordu. Ama yine de babayla takışmamak iyi olurdu, o kadar da değildi. Dükkâna gidip günün son işlerini yapmalı, akşamüstü izin alarak otogara yollanmalıydı. “Bir hafta idare ediversin ihtiyar!” dedi. Bunu babasına söylemeyecekti.

Şehrin göbeğini geçti. Üst geçidin tam ortasında durup ayaklarının altından akana baktı. Bu oyunu çocukluğundan beri oynardı. Hız dünyayı döndürüyor, o ise uzayda bir noktada duruyordu. Geçidin altından arabalar akıyor, Sarp hayatı dünyanın balkonundan seyrediyordu. Oyunun süresi, yaş çoğaldıkça azalıyordu. Birkaç dakika sonra gerçeğe yürüdü. Üst geçitten sokağa indi; dönercileri, kebapçıları, çiçekçileri, giyim mağazalarını dümdüz geçti. Sol, sonra sağ. Az önce yokuş aşağı sallandığı büyük bulvarın devamına geldi yine. Bu rutini seviyordu. Ana yolları şaşırtmayı. Hedefine ara sokaklardan varmayı. Yürürken bazı şeyleri çiğnemeyi. Çiğnediğini unutmayı. Kocaman iş hanının, yerin altından üstüne döne kıvrıla büyüyen kitapçılar çarşısına girdi. Tanıdık selamları ala vere bodrum kata indi.

Tezgâhın arkasındaki ihtiyar, kapıdan girene oralı olmadı. Yakın gözlüğü burnunda, kaşları yukarıda, tüm vücuduyla bir deftere gömülmüştü. Raflar dolusu kitabın, kırtasiyenin getirisi götürüsü; alınıp satılacak mülklerin hayatı; hesapların cümlesi bu defterde yazıyordu. Toplamakla çoğalmayan, çıkarmakla eksilmeyen şeyler. Denk bütçeler. Bir tek oğlan yoktu, ak sayfalar üstünde. Pek üstünde durulası bir şey değildi zaten. "Evlat olsa sevilmez"i, Sarp için mi söylemişlerdi?

“Eveeet,” dedi Kitapçı İsmail, kapattı bir sayfayı daha. Hesaplar tamamdı. “Geç arkaya da çayı demle, trafik başlar birazdan.” Gülümsemesi ağzında asılı kalan Sarp’ın yanından geçti gitti. Dükkân komşusuyla kapı önünde gırgıra başladı. Babasının kırarmış başına, bol paça pantolonuna, sağlık fışkıran tıknaz vücuduna baktı. Vitrinlere bakına bakına gezen iki genç, Kitapçı İsmail tabelasının altında tam o sırada durdu. Erkek olanı, kapı ağzındaki ihtiyara sordu.

“Marx’ın Kapital’ini arıyoruz efendim. Ama eski baskısını. Sizde bulunur mu?”

Kaşları oynadı yine kitapçının.

“Bizde daha çok ders kitapları, test kitapları filan bulunur ama…”

Döndü, elinde ketılla dikilen Sarp’a bir bakış attı.

“Bakın bakalım, içerideki arkadaş ilgilensin.”

“Bu da ders kitabı efendim…”

Sarp, ketılı tezgâha bırakıp çoktan Marx’tan yana dönmüştü. Yerini ezbere bildiklerindendi ama işte, ancak böyle sorulduğunda giderdi yanına. Fazla da kalmazdı, kalamazdı.

“Buyurun bakalım. Üç cildini birlikte mi alacaksınız?”

“Evet, ortak alacağız.”

“Ne okuyorsunuz, hangi bölüm?”

“Psikoloji abi. Ama bu temel ders kitabımız değil tabii…”

Sarp, bildiğini söylemedi. Marx’la, okulu bırakmadan önceki sömestrde tanışmıştı. Ondan da önce Hegel’le. Marx’ın, baş aşağı duran Hegel’i ayakları üstüne oturttuğunu öğrenince merak salmıştı. Sarp’ın da tersini düze çevirir miydi acaba? Hâlâ elinde tuttuğu ciltler, babasının evden çıkardıkları mıydı? İlk sayfasına baktı. Tanımadığı bir el yazısı. Kapattı. Alışveriş tamamlandı. Gençler kafa kafaya, mırıl mırıl çıkarken Sarp kendini çok hafif ama fazla ağır hissetti.

Kitapçı İsmail’le gün, akşama kadar üç beş cümleyi geçmeden geçti. Duygularını tetikleyen olmazsa Sarp, tehlikesiz rutinlerinde dönüp dururdu. Hazırlanmaya başladı.

“Yarından itibaren bir hafta arkadaşım gelecek dükkâna baba, yardıma... Beni aratmaz, merak etme. Geçen gün demiştim ya, bizim eski arkadaşlarla bir kamp işimiz vardı.”

İsmail, “Arkadaşın mı kaldı ki senin!” demedi. On yıldır ara sıra ortadan kaybolmalarına alışıktı. Homurdandı.

“Seni ne arayacağım dürzü! İş yapsın yeter.”

“Yevmiyesini benden kesersin. Birikmişim var, idare ederim.”

Sorulmamış sorulara cevap vermekte üstüne yoktu Sarp’ın. Kapıya döndüğü anda dükkânı ardında bıraktı. Dümdüz yürüdü gitti. Gelirken geçtiği yola döndü. Ara sokaklardaki loş birahaneler, sarı yeşil ışıklarını yakmıştı. Ağır kızartma kokularını yararak birinin girişine ilişti. Biraz atıştırmanın zararı olmazdı. Yanında da belki bir iki bira. Sarp’a bir cesaret ödülü. Aklının, göğe yükselen ipleriyle bir anlaşma. Sizi saldım ama beni önce Öykü’me götürün, toptan teslim olayım. Bir işi -garsona sipariş vermeyi- başardığı için kendini kutladı. İpin ucunun Öykü’ye nasıl bağlanacağını düşündü. Orada bir belkinin var olma ihtimali, o ihtimalin dönüp dolaşıp beni kendine çekmesi... Çantasını karıştırdı, cüzdanında Öykü’yle çekilmiş tek fotoğrafı ararken yolu önce annesinin suretinden geçti. Kudret Hanım, beyaz fuları, pembe gömleğiyle sağlıklı günlerinden gülümsüyordu.

“Hadi,” diyordu Sarp’a, “senin için bu gömleği seçtim, giy de teyzenlere gidelim.”

“Balığını ye hadi, kılçığını ayıkladım.”

“Okul çantanı hazırladım.”

“Berber randevunu ayarladım…”

Bir gömlek fazla eskitmesin diye uğraşırdı annesi. Kılçıkları tek tek sıyırıp alırdı hayatından. Çantada kekliğini her yere taşırdı. Sarp, aklının iplerini salmıştı bir kere; annesi, özenle kendine bağlardı. Sağda solda konuşan olursa, “Annemden böyle gördüm…” derdi. Sarp’ın da işine gelirdi. Hem fena mıydı! Annesine bağlandıkça kendisinden kurtulurdu. Kudret Hanım’ın yüzünü, aldığı yere, cüzdanının vesikalık fotoğraf bölmesine yerleştirdi. İç cepte, Öykü’yle tanıştığı günün anısına ulaştı. Psikoloji ikiden terke beş kala, okulun yaz kampına. Kampta ortak arkadaşlarıyla birlikte gittikleri konser akşamına. Konser çıkışı eğlencenin devam ettiği bara. Öykü’yle yan yana oturmuşlardı. Gece boyu konuşmuşlardı. On yıl önce okulu bırakmasıyla annesine o teşhisin konması birbirini izlemiş, Sarp her yıl birkaç günlüğüne Öykü’nün arkasına saklanır olmuştu. Annesini gömdüğü toprakta, şimdi o bitseydi… “Daha sık gitmeliyim” diyordu. Kabul edilme kuşkusunu yenmeye çalışıyordu.

Çarşıdaki kitapçılara kalsa annesinin boşluğunu ancak bir terapist doldururdu. “Böyle olmaz, falanca psikoloğu tanırız, bak bu da adresi…” diyorlardı. Kitapçı İsmail karışmıyordu. Sarp, bir terapiste birkaç seans devam edebiliyordu. Sonra duyuyorlardı ki yine Öykü’ye kaçmış. Aklına o günkü seans geldi, kıs kıs güldü. Yine atlattım ya oh olsun! Nasılsa psikolojiden firar, eski alışkanlığıydı. Fotoğrafı cüzdanına yerleştirmek istedi, sadece bir tane şeffaf bölme vardı, annesi oradan gülümsüyordu. Birkaç dakika düşündü. Sonra garsondan makas rica etti. Hiç tereddüt etmeden fotoğrafı, sadece Öykü kalacak şekilde kesti, nasılsa orijinali duruyordu. Annesinin yerine, üste gelecek şekilde yerleştirdi.

Makasla fotoğraf kırpıkları elinde, garsonu kolluyordu. Hesabı ödemeli, otogarın yolunu tutmalıydı. Kanına hızla karışan biralar, düşüncelerini bulandırdı. Kalkmaya çalışırken sendeledi, başını bir duvara yasladı. Terapisti, tam da olması gerektiği gibi pıt diye karşısında bitiverdi. Sarp’ı görünce yaklaştı, koluna girdi, aheste aheste konuştu.

“Ben de nerede yine benim kaçak diyordum. Bu akşam dinlen de sonra görüşelim.”

“Sonrasını düşünmeye zamanım yok” dedi Sarp, “gidiyorum bu akşam.”

“Nereye?” deseler, “Dünyanın sonuna geldim, az sonra eyvallah deyip aşağı atlayacağım” diyecekti. Sorulmadan devam etti: “Bir sonra yok belki de… Sonrasını niye düşüneyim? Şu anda verdiğim kararlar beni ben yapacak.” Nasıl bu kadar emin olabildiğini sordu terapist. Sarp, müstehzi güldü:

“Yaşadığın sürece neyden ne kadar emin olabildin ki! İşte insan böyledir. Hep bir kesinlik arar. Adımlarının sağlam olmasını ister. Kendini güvence altına almayı arzular. Oysa ne güzeldir, sonrasını düşünmeden yaşamak. Fotoğraf makinesini bir kenara bırakıp fotoğrafın içine atlamak...”

Elindeki makasla fotoğraf kırpıkları kıpırdadı. Bir el, makası hafif hafif çekiyordu. Omzuna düşmüş başını kaldırdı, yaslandığı duvardan ayrıldı. Boynunu ovuştururken siması hiç yabancı gelmeyen bir genç, masanın kıyısında dikelmiş, konuşuyordu.

“Şey, abi, affedersiniz, kapatmaya hazırlanıyoruz da, sizi de burada böyle görünce… Makası alayım dedim, hani uyurken yanlışlıkla bir yerinize...”

Genç yüzdeki şaşkınlık, kendi zihninin bulanıklığını unutturdu Sarp’a.

“Haa tamam, alın tabii. Siz… Şey değil mi? Hani bizim dükkana geldiniz bugün?”

“Evet abi, ta kendisi…”

Genç, sırıtarak hesabı kesti. Sandalyeler, masalar toparlanıyordu. Sarp kalktı, kapıya yöneldi. Az ötedeki masada duran Marx’la bakıştı. “Ayaklarının üstünde duruyor musun delikanlı?” diyordu, Sarp’a, “yoksa hâlâ baş aşağı mısın?” Boynunu ovuştura ovuştura düşündü.

Off! Kitapçı İsmail’in de kapısı çalınmaz ki şimdi bu saatte. En iyisi dükkâna gidip yatayım, sabah gitmekten vazgeçtim derim, belki gülümser beni görünce ihtiyar...


Duygu Özsüphandağ Yayman

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page