top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Elmas Tunç- Baki Kalan Şu Şişede

"Bir iki metre kadar yürümüştüm ki suya düşen bir cismin gürültüsünü duydum, gürültü gecenin sessizliği içinde bana çok büyük geldi, aramızdaki mesafeye karşın. Orada kalakaldım ama arkamı dönmedim. Bunun hemen arkasından yine ırmağa doğru inen, sonra ansızın sönen bir çığlığın defalarca yinelendiğini işittim. Birden donup kalmış gecede bunu izleyen sessizlik bana sonu gelmez gibi göründü. Koşmak istedim ama kımıldayamadım."

Albert Camus -Düşüş


“Konum at lan Bako geliyorum,” diyor yavşak. Gel de sinirlenme! Hay senin Bako'na! Adımla da şansımla da barışık olduğum pek söylenemez. Dedemin adıymış Baki. Babayiğit olduğu kadar gaddarmış da rahmetli. Gerçi ben de pamuk tarlası sayılmam. Ama mevzumuz bu değil tabii. “Sen bilmezsin burayı,” deyip telefonu çat diye kapatıyorum suratına baş derdinin. Uğraşasım yok. Halbuki bizim mekân desem anında damlardı. Bu kez mesaja yükleniyor andaval. Gülücük, öpücük, sulu sepken, yapışık emojilerle tatlandırılmış ısrarlar. Tam dayaklık. Lan ne var? Arama, yazma işte! Basmıyor mu kafan? İllâ telefonu mu kırdıracaksın bana? Az önce yedinci, belki sekizinci, belki de dokuzuncu şişe bitti. Neyse ne işte. Bu arpa suyu şişede durduğu gibi durmuyor mesanede. Çok fena sıkıştırıyor. Şuraya işesem senin için sorun olmaz değil mi? Gerçi bakacak halin mi kalmış. Belli ki her şeyi ardında bırakmışsın. Dünyaya siktiri çekmişsin. Benim içip sıçmamı mı sorun edeceksin. Benimki de laf işte.

Oh be dünya varmış. Murat kim mi? Elinde tuzlukla gezen hıyarın teki. Aslında kafası kırıktır Muro'nun. Harbiden. Küçükken camdan uçmuş. Tıpkı senin gibi. O yaşama tutunmuş, sense... Bebe avutacak halim yok benim. Anlıyor musun? Gelmesin, istemiyorum. Uğraşamam gece gece. Kafam bozuk. Zaten aşkta da kumarda da kaybediyorum. Adı mı? Leyla. Oynaşmadığı kalmamış yosmanın. Bizim Erkan var. Girip çıkmadığı ortam yok. O söyledi. “Abi bu kız sana yaramaz,” dedi. “Niye lan? Ne kusurunu gördün?” deyince sustu ilkin. Üsteleyince, “Kusurunu görmeyen kalmadı ki,” dedi. Dut yemiş bülbüle döndüm o an. Aklımdan bin tane şey geçti geçmesine ya yaşlı anamı düşündüm sonra. Bastım tekmeyi, her yerden engelledim zilliyi. Velhasıl manitasından ayrılmış sağlıklı ve libidosu yüksek bir erkek için sadece fazla depresifim bu gece. Bizim gevşekleri hiç çekemem. Murat, içlerinde bayrak taşıyanı. Namı diğer Muro piçi ağzıyla içmez bir kere. Yanındakileri de sırf bu yüzden çağırdığına çağıracağına pişman eder. Beni ettiği gibi... Nasıl mı? Kulağını dört aç da anlatayım madem.

Ex aşkım Selin'i kalbime gömdüğümün akşamıydı. Karıştırma! Leyla'dan önceki olur kendisi. Kaç sene evveli. Serde delikanlılık var. Yürek desen yaralı. Boru mu? Ne yapalım, n'edelim derken çektik Tofaş'ı falezlere. Manzara denk. Cillop gibi bir Akdeniz akşamı. Antalya on sekizlik çıtır gibi salınıyor karşımızda. Açtık teybi son ses. Falezler inliyor. Müslüm Baba verdikçe veriyor coşkuyu “Seni Kalbime Gömdüm” ü söylüyor. Söyle be baba! Allah'ına kurban! Yakışır. Efkarımız gıcır. Elimizde buz gibi Efes'ler. Yanında tuzlu fıstık. Moraller o biçim. Dudağımızın arasında sarma tütün. Tadı bok gibi. Varsın olsun. Kafalar bir milyon. Hafiften de esiyor püfür püfür. Kimin umurunda. Anadan üryan, hem de çivileme atlarız denize. O derece içimiz yangın yeri. Hadi kendimi anlarım da bu dingilleri ona buna anlatamam. Bakma sana anlattığıma. Senden laf çıkmaz. Şimdi bunları promosyon gibi düşün. Ben ve saz ekibim. Kambersiz olmayan düğün. O hesap. Bakma kızıyorum ediyorum ama çok kral adamlar. Bir kusurları var ayarsızlar.

Şöyle ki, sevgilisinden ayrılan ben, yani boynuz takılan bu kardeşin. Sorsan, yasıma ortak olmaya gelmişler. Danaya girer gibi. Palas pandıras. Bu dallamalar var ya bu dallamalar, cenaze evine çöreklenip pidenin yanında soğanını, turşusunu, helvanın az kavrulmuşunu isteyen kapçık ağızlı tayfa gibi rahmetli yengelerini gömdüler de gömdüler. Ne yere yakın götü kaldı ne bastı bacaklığı. Ulan çatalındaki dövmeye varana dek köpeğin kıçına soktular. Ben varken size n'oluyor ırzı kırıklar. Baktım Muro'nun gözler kaymış, ağzı köpürmüş Selin'i yatırmış yere… Yer misin yemez misin... Tabii bende kayış koptu. Dedim, “Piston aşağı! Dökülün lan arabadan!” Murat'la hususi ilgilendim. Çenesinin vidalarını itinayla sıktım.

Vida demişken bunun babası da tamirhanesinde çalışırken bir gün benim kulakları çekti de çekti. Kopartacaktı kavat. Müşterinin parasını çalmakla suçladı. Dedim, “Ara ceplerimi usta, bak bakalım var mıymış?” “Arayacağım tabii,” deyip ceplerimi, her yerimi karıştırmaya başladı. Hayalarımı sıkınca -orası kırmızı çizgim olur- benim şarteller attı. Apış arasına tekmeyi geçirdiğim gibi koşa koşa eve gittim.

Babam olacak deyyus, her zamanki yerine tünemiş, ziftleniyordu. Zıkkımlanmasa şaşardım. Hadi iş tutmuyorsun anladık. Bari o pis kıçını çekyata yayma. Resmen anasını ağlatmış. Leş gibi. Köpek bağlasan durmaz. Bakma bizim durduğumuza. Keyfimizden değil herhalde. Peder beyin anasını bellediği çekyat için anacığımın onca taksiti ödemekten imanı gevredi. Ben şahidim. Kadıncağızın ömrü bok temizlemekle geçti. Tek fark, elâleminkini karın tokluğuna, babamınkini göt korkusuna temizledi. Beni o saatte görünce tepesine susuz diktiği rakı şişesini masaya vurdu. Çarpmanın şiddetinden kavun ve beyaz peynir tabakları titredi. Çarpılmış gibi duran ağzını kolunun tersiyle silerek üstüme yürüdü, “Ne geldin lan bu saatte koduğum?” Saat beğendiremiyoruz bir de herife, iyi mi. Kırık dişlerinin arasından bu cümleyle birlikte çıkan pis nefesi yüzüme çarptı. “Çalışmam artık orda!” Vay, sen misin bunu diyen! Burnumun direği kırıldı. Kokudan değil sahiden. Bilhassa yumruğundan. Duvara sinek gibi yapışınca burnumdan sızan koyu kırmızı kanın, bir gece öncesi annemin şişmiş dudağının kenarından süzülerek kavlamış parkedeki kurumuş siyah pıhtıya karıştığını gördüm. “Sıkıysa çalışma anasını bellediğim!” Bu evde çalışmama lüksüne sahip tek kişi bizim pederdi. Bu lüksü ve dokunulmazlığı, orantısız gücünden alıyordu. Babadan oğula kaç kuşaktır aktarılan bu saltanatın yıkılmamasının sırrı, yılanın başının küçükken ezilmesinde yatıyordu. (Tabii burada yılan biz oluyorduk.) Bırak darbe girişimini, isyan çıkaranın ağzına sıçıyordu babam olacak herif.

Her güzel şeyin nasıl ki bir sonu varsa her kötü şeyin de bir sonu varmış. (Burada şey babam oluyor.) Tecrübe ile sabit. Bir gece vakti eve gelirken bokun içinde boğulmasın mı? Şaşırma! Ninja kaplumbağa olmadığına göre yüzecek hali yok ya. Bokunda boncuk araması da çok uzak bir ihtimal. Niye mi? Çünkü tesadüfe bak ki benim çalıp okuttuğum rögar kapağı, olması gerektiği yerde değil de Hurdacı Hamdi'nin mekânında bulununca sen tut, içine... Hoop, cumburlop...Takdiri ilahi işte. N'aparsın.

Bizim pederin karşısında saf bağlarken hocaefendi, “Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?” deyince tutamadım kendimi, “Kafası güzel bilirdik hocaa!” Başını iki yana sallayıp huşu ile “Tövbe estağfurullah!” çekti. “Yalan mı söyleseydim? İyi deyince melekler iyi mi yazacak?” Baktım vaaz, nasihat işi uzuyor, daha fazla papaz olmayayım dedim. Eyvallah ettik, omuz verdik. Kalabalık dağılınca -ağız alışkanlığı işte, topu topu üç-beş yaşlı takımı- bizimkinin şerefine unutulmaz bir uğurlama töreni yapalım diye düşündük. Hako atıldı, “Senin peder ağzının tadını bilirdi. E biz de ondan aşağı kalmayız dimi lan?”

Sırtını sıvazladım: “Evelallah!” Peşinden ara gazını itina ile kökledim, “O zaman yetmişlikler senden!”

“Çüş lan! Ocağımıza incir ağacı mı dikecen oğlum? O kadar para ne gezer bizde?”

Aslanım Seyfo, duruma el attı da bizi mahcup olmaktan kurtardı. Muro çakalı da otobüste yer vermemek için uyur numarası yapan yeni yetmeler gibi telefona gömdü kafasını. Kaçar mı bizden. Heey yavrum hey. Kaçın kurasıyız. E babasından da alacaklıyım. Faiziyle tahsil ederim nasılsa diyerek yazdım kara kaplı deftere. Yazış o yazış...

Çilingir sofrasını kurduk mu pederin başına. Dikenler götümüze bata bata bağdaş kurduk. O sırada Muro malı, “Aaa tosbağaya bakın lan!” deyip işaret parmağıyla yanımızdan geçen kaplumbağayı gösterdi. Bizim başlar o yana çevrildi.

“Şimdi bu evini sırtında taşıyor ya bizim bardağı da taşır mı acaba?” deyip elindeki yarısı sulandırılmış bardaktan birazını içti. Kalanı, götünden ter akan hayvanın çatısına koydu denyo. Yoksa teras kat mı demeliydim? Tosbağa yürüyünce, bardak, dengesini yitirip bunun kafasından aşağı boşalıverdi.

“Mundar ettin öküz herif!”

“Ağzınla içmeyeceksen içme oğlum!”

Bizimki pençelerini gösterdi,

“Hepiniz birden ne çemkiriyonuz ulan?”

“Yerçekimi denen bir şey var değil mi?”

Bu kadar fırçadan sonra bu lavuk demesin mi, “Newton'a gökten elma yağsa bize kemik düşer zaten. N'apalım, düşeceği varmış.”

Haksız da sayılmazdı. Baktık kaplumbağa kafayı bulmuş, iki ileri bir geri yürüyor. Adresi şaşırmasın diyerek pis burun hava yollarıyla varacağı yere kestirmeden gönderiverdim. İçtikçe muhabbetimiz koyulaştı.

Bir fırt kendime çektim, bir fırt da onun toprağından içeri devirdim. Sonra bir ona, iki bana. Üç bana... Derken... Sonrası muallak. Ben ölsem iki yudumu sakınırdı pinti pezevenk. Dinime, imanıma. Tam çakırkeyif olmuştuk ki ödümüzü bokumuza karıştıran bir şey oldu. Kapkara, kolum kalınlığında bir yılan, tıslaya tıslaya kadehleri mezara devirdiğimiz yerden içeri süzüldü. Topuklarımızı mabadımıza vura vura topukladık ordan. Erkekliğin onda dokuzu... Bilirsin. Kaçarken de içimden dedim ki, “Bizim peder ayvayı yedi.” Yemiştir yani. Korkunun etkisiyle birkaç gün etrafta hortlak gibi gezdik. Anlatsak nasılsa inanmazlardı. O günün tesiri geçince yine tam gaz vur patlasın çal oynasın ortamlara aktık. Anlayacağın aynı tas aynı hamam. Fakat mezarlık defterini de uzun süre kapattık. Kapattık kapatmasına ya bizde macera çok. Boşuna nasır tutmadı kalbimiz. Sen anlat diyeceğim de ne mümkün! Anca kendim çalıp kendim söylüyorum.

Gecenin bu vakti atlayacak başka yer mi yoktu be kızım? Geldin dibimde... Tövbe tövbe. Karaltı sandım seni önce. Sonra öne doğru eğildiğini gördüm. Yapmaz herhalde dedim. Ben olsam yapmazdım yani. Fakat bir kere düşündüm. Bir kere... Şu hayatta ne kadar şerefsiz varsa onların şerefine geberip gidecektim. Bitecekti... Ee Baki'nin ölümü kimin sikinde olacaktı? Hiç kimsenin. Müslüm Baba çalıyordu o sırada. “Yaşamalısın” “Yaşa sen baba,” dedim. Başımı çevirip bir yudum aldım ki yukarıdan aşağıya doğru suyun yüzeyinde bir tokat gibi patlayan gürültü... Etrafta bir Allah'ın kulu yok. Biz bizeyiz. Kendi günahlarımızla baş başa. Orada dikilirken beni gördün mü bilmiyorum. Kolay kolay görmezler, duymazlar varlığımı. Öyle öyle. Dalaşmamaları gereken it gibi görürler. Yanımdan sessizce geçip giderler. Belki kulak verseler... Denizin içinde batıp çıktıkça duyduğum kısa süreli feryat, bir müddet sonra kesildi. Neden bilmiyorum. Çivilendim yerime. Felç geçirmiş gibi. İnmedim, inemedim kayalıklardan denize. Usanç, korku, gamsızlık, vicdansızlık... Adına ne dersen. Hatta günah keçisi bile hazır. Şuna ne dersin? “Katranı kaynatsan olur mu hiç şeker? Cinsine tükürdüğüm cinsine çeker.” Öyle işte. Belki de içimde nefes alan bir şey yoktur. Kim bilir. Ölsek de kime kalmış. Tıpkı senin gibi. Çok da şey etme. Hadi şerefe!


Elmas Tunç

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page