top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Emine Aysun Korkmaz- Bir Kuş Havalansa

Komşusunun evinin penceresinden gecekondulara, yağmur sonrası çamura bulanmış perişan haldeki yola baktı. Öyle yapış yapış, öyle pis, garibanı içinde boğan, yaşamı örtbas eden çamur. Birbiri üstüne merdiven basamağı gibi kondurulmuş evlerle dolu sırt, onun menzili. Dağ taş iki göz pencere, bir göz kapı; baş başa vermiş ağlaşmakta. Onlar kurşuni kentin homurtusu, düşkün ve yaşlı. Şerife gibi. Çöküverseler, bir çığlıkla yıkılıp gitseler, her zerresinde toz bulutuna karışan feryadı yankılanır. Evden kaçtığı, dönmeye direndiğinden beri komşusunda yasamakta. O günden beri sesi yok. Ölene dek ağzını bıçak açmayacak. Durduğu, yaşadığı suç. Ama ölemez de. Ta ki... Yok. Dile gelecek gibi değil. Gecekonduların inadı gibi dirençli, yaşlı, düşkün ve dimdik ayakta duracak. Karşı tepenin ardı baraj gölü. Delip görür sırtın ardını, tarar gözleri göl tabanını. Uzun kahverengi saç arar belik belik örülü. Kiraz dudak arar billur sese yol veren. Torununun şakıyan sesi cıvıldar yaşlı kulaklarında. On sekiz yıl varlığıyla göverten, haftalardır yokluğuyla tüketen Gülsüm Gül. Ak saçlarını ha bire eşeleyen, gagasını sürten muhabbet kuşunun sıcaklığı, hayatla tek bağı Şerife’nin. Gülsüm’den yadigâr kuşu başında taç. Kuş da özlemekte sürmeli gözlü, şen şakrak sahibini. Bekler o da. Ahı var ikisinin, arayacaklar yine, bulana dek. Gölde bir yerde işte, deniz kadar kocaman olsa da elbet bir dalı vardır Gülsüm’ün tutunacağı. Elbet acır göl, umar olur çırpınana. Duaya da, yakarışa da kırgın Şerife. Koskoca dünyasını genceciklere dar etmeseydi Tanrısı, o da el açıp bilirdi sabır dilemesini. Ağlamayacak, acısı azalır. Ta ki… Bulunana dek.

Hacer, misafirinin çığlığıyla sıçradı yataktan, bacaklarındaki sıcaklığı hissetti.

“Eyvah, abdestim kaçtı!”

Seksen yıllık rahim kasları gibi ruhu da sarkmış. Yatak gıcırdadı. Sese uyanan Şerife’ye baktı.

“El aç, sabır dile Rabbinden. O yol gösterendir.” Kafesi yokladı, “İçeride, iyi bari.”

Sokak lambasının ölgün ışığı gece boyu evine doldu. Gözlerini kıstı, ayağını sürüyerek abdest almaya gitti. “Gündüz de kafesinde dursa ya, avuç içi kadar evde nereye bassam, neyi tutsam kuş pisliği.” Bazen toparlanır sarkan vicdanı, kıyamaz. “Allah’ım, şu aklı gideni gör, idrak ettir ki teselli bulsun.”

Kenarları pembe lalelerin yeşil yaprakları arasından salındığı kanaviçe seccadesini çıkardı. Sabah namazına durdu. Secdeye vardığı gibi burnunun dibinde kuşun pisliği, bir sağa okudu üfledi, bir sola. Cık, cık, cık. Hacer inceltti dudaklarını, sımsıkı.

“Her yerde bok, baş koyuyorum bu seccadeye.”

“Tanrı misafiri, çocukluk arkadaşım, kapıp gelmiş, başım üstüne. Buyursun buyursun da, şu oradan oraya uçan kuşu yok mu, bezdirdi canımdan”

Boğulacak gibi oldu havası ağır evde.

“Şu kaçacak diye kapalı kapılara hapsettin.”

Eprimiş solgun halıya basa basa yaklaştı, gözünü kirli sarı renkte duvara dikmiş arkadaşına eğildi. “Kuş tüyünden astımım azdı bacım, duyuyor musun? Bak nefes alamıyorum Öhö öhö öhö”

“Ciğerim yanıyor. Ya dirisi ya dirisi. Vallahi de el aman demem, sırt çeviririm sana da. Tövbe tövbe!” Şerife odada kararlı adımlarla voltada, ileri geri, ileri geri... Bir eli belinde, iki büklüm. Muşamba kaplı masanın üzerinden aldığı mendille yerden topladı bit kadar kıvrık kıvrık kuru bokları. “Gülsüm’üm gelince ne der sonra bana Nane’me iyi bakamamışsın nine diye sitem etmez mi!” Hayale sığınmak nasıl da sıcak. Dağın ardını gören gözleri, tarıyor barajın dört bir yanını. Tarandıkça pul pul dökülen umutları, dibe çekiliyor girdaplanan çamurun altına. Yok. Dibe çektirmeyecek umutlarını. Kafesteki kuş, kanatlarını germeye başladı, açtı kapadı. Sabah ezanıyla o da başlamalı mesaisine, uçmalı. Bilir Şerife. O uçamazsa torunu da gülemez. Salıverdi kafesinden.

Cik, cik, cik. Yemyeşil karnını severken bu adı koymuştu torunu, Nane. Göğsü sarı yeşil, başı sarı sıcak. Odanın alçısı dökülen tavanına inat, mavilerin her çeşidinden kuyruğuyla serin bir rüzgâr estirdi havada, gitti floresana kondu. Hızlı bir pike uçuşu ile macunu pul pul dökülmüş pencere pervazına kondu. Dikti minik gözlerini sahibine. Kıyamadı, oradan da bir çırpıda kondu kafasına. Mercimek kadar yüreğiyle dağlar kadar sabır taşıdı Şerife’nin başına.

Sabah güneşi odadaki metal dolaba, somyaya, üzerinde yorganının kiri yüzüne kusmuş nevresimlere vurdu. Kumaşın sararan turuncu çiçekleri boynunu bükmüş. Nane başını eşeledikçe kurdu, gaga sürttükçe direndi Şerife. İşaret parmağını kaldırdı başının kenarına, oraya kondurup öpmek için. Havalandı kuş, kanadının rüzgârı yüzüne esti, duvara çakılan raftaki dua çiçeğinin toprağına kondu, yeşil yapraklara karıştı...

Şerife’nin hatırladığı son haykırışı kırk gün önceydi. Çatal çatal. Hatırladıkça battı içine, o da unutmayı seçti, sesi gömüldü içindeki çamurlara. Sallana sallana göl kıyısında gece gündüz nöbete durdu.

“Bırakmadılar orada yatıp kalkayım. Gece buz tutarmış, hastalanırmışım. Bir de bana yanamazlarmış.”

Kızı ve damadının yakarışlarıyla zorla döndürdüler onu kondularına. O vakit anladı ev boş, ev umutsuz.

“Al canımı Allah’ım, bu yaşımda yaşamanın utancıyla günahkâr etme beni!”

Sığamadı eve, kaçtı buldular, kaçtı getirdiler. Kilitli kapılar mı tutar Şerife’yi?

“O eve gireceğime, onların çaresizliğini dinleyeceğime, tek başına da kalsam bulacağım. Bir daha, bir daha saldıracağım jandarmayı göle.”

Hangi devlet kurumuna gitse, inanmadılar ona.

“Usanmadın teyzem, anla artık,” derler, “tüüh size, topunuz bir adam olamadınız!”

Tuttu kapattı kendini komşusunun evine. Orada, pencerenin ardında devam ettirdi nöbetini. Kimi zaman onun yerine gecekondular ağladı, yağmur duydu seslerini, rahmetle örttü çatılarını, Şerife’nin yüreği soğudu. Pencere camı buğulandı, Şerife’nin yerine. Kalktı öptü, torununun gözyaşı niyetine.

Hacer eline tabure aldı, gitti Şerife’nin yanına oturdu, şal desenli ağır perdeyi araladı. İçi almıyor namazsız duasız kırk çıkarmayı.

“Gidene yazık. Veren de Allah, alan da. Hikmetinden sual olunmaz.”

“Sabır dile, gel rahmet ister torunun senden. Damadın dün ne dedi sana, duydun. Sağır değilsin. Aklın yerinde bilirim. Annem, duasını eksik etmesin, diye haber salmış kızın. Görmem diyorsun, durmuyorsun başlarında, bari bir nefes gönder, ses et onlara.”

Nane bu sesi bastırırcasına şakımaya başladı. Gagası Şerife’nin beyninde ağaçkakan misali, o vurdukça uyuşuyor.

“Kırk gün kırk gece geçse de, çölde su olsa da bulacağım kuzumu.”

“Al şu tespihi, bir de sana üzülmesin kızın. Ona sen teselli ol azıcık. Sen deliliğe vurdukça o biçare daha bir yalnız kalır. Anasısın, kızının hatırına, başlarında dur. Dön evine.”

Nane eşeliyor, dua çiçeğinin saksısından taşıdığı toprağı Şerife’nin saç diplerinden beynine ittikçe itiyor.

“Ne diyor bu kadın. Bir sus. Kes şunu, kes!” Gözünü gözüne diken Hacer’e arkasını döndü.

“Kim ki bu? Dinlememeli şom ağızlıları. Nemrut suratlı!” Pencerenin ardında sallandıkça sallandı, öne geriye, öne geriye. Hacer tuttu arkadaşının kolunu.

“Tansiyonu yükselecek, doksanlık yüreği durup gidecek vallahi. Ne derim onlara?”

“Kader diyeceğiz cancağızım. Benim canım yok mu? Barajın balçığından çıkardıklarında, başında okuma bayramının kırmızı kurdelesi. Melek oldu yavrum. Benim ciğerim yanmaz mı sanırsın?”

“Gitmem o eve, ne zaman ki getirip gösterirler kınalı kuzumu, ben de dururum başlarında.”

“Dost acı söyler bacım. Buraların çocukları böyle kara yazgılı. Girdap kaç can aldı içine, kaç yavruyu çekti cehennemine.”

“Neresi burası? Neredeyim ben. Kapı, kapıyı bulmalı. Nane, cici kuş. Aşkım, de hadi. De hadi. Sustur şunu!”

Hacer haklılığın verdiği katılığa mahkûm olalı yıllar olmuş.

“Sen bilirsin. Zor, hem nasıl zor, bilmem mi. Allahtan geldi dedim, ne yapsaydım. Delirip duasız mı koyaydım yavrumu?”

Şerife ah çekti. Ah… “Ninni bebeğim, uyu. Kapa gözlerini haydi. Bak bayram elbiseni ördüm. Şeker pembesi. Okulun ilk günü giydireceğim sana.”

Ne çok dikeni vardı hatırlamanın. “Anane bak hemşire oldum.” Rengârenkti anılar. Solduramazdı.

Nane havalandı başından, cama vurdu gagasını.

“Bırak inadı, elli ikisinde gidelim toprağına, ruhu ayakta bekler gariban ninesini.”

“Nine, ev tuttum. Hastaneme çok yakın. Beni görmeye gelince getirirsin Nane’mi. Hem belki, sen de kalırsın orada benimle.”

Hacer bir tansiyon ilacı aldı duvardaki terekten. Başörtüsüyle sildi gözyaşını. Titreyen ellerine tutuşturmaya çalıştı bir bardak suyu.

“Al iç şunu bacım. Tamam, söylemem daha. Aç çeneni, zangır zangır, korkutma beni. Kızmam daha kuşuna, gel çekelim perdeyi. Kahve iyi gelir. Kalk hadi.”

Yıkıldı yıkılacak Şerife, can havliyle pervazı tuttu, kararlı bir el hareketiyle açtı camı.

“Bismillah, dur bırak kaçacak gidecek. Kurda kuşa yem olur. Kemikleri sızlar Gülsüm’ün Şerife kendine gel.”

Hacer’in haykırışı kuşun çığlığına karıştı. Sevinçten pır pır, minik yüreği bilir gideceği yeri.

“Ya dirisi ya dirisi diyorsun anlıyorum dilini. Bekle, gönderiyorum seni onun yanına. Yarenlik yap benim kuzuma.”

“Tövbe tövbe, kız deli. Kapat kapat, hayvancağız sıkışacak cama. Vallahi atacağım bir tokat, geleceksin kendine.”

Hacer kaldırdı kolunu. Eli boşa çıkan Şerife açtı bulutlara pencereyi.

“Gelmem mi kuzum. Sen geceleri nöbet tutarken Nane bana can şenliği olur. Tayinin buraya çıkana kadar anane torun keyfederiz seninle.”

Kuş minik gözlerinde taşıdığı emaneti yerine yerleştirmeye kararlı bir bakışla son kez baktı Şerife’ye. Ok gibi barajın kıyısına uçtu

“Göle uç, tut nöbetini benim yerime. Yalnız başına döneyim deme sakın. Git…”


Emine Aysun Korkmaz

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page