top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Emre Ocaklı- Yüz Doksan Bir Sayfa ve Diğerleri

Yazdığı son cümleyle beraber gözleri hafif nemlendi ama durumu hemen toparlayıp ayağa kalktı ve genç bir yazar olduğu dönemlerde yaptığı gibi odasının içinde küçük adımlar atmaya başladı. Çok beğenmişti cümleyi. Yerine oturmadan bir kez daha baktı kâğıda. Yüzünde, sızlayan ciğerleri ve kırılmış gibi acıyan kemiklerine rağmen gözlerinden başlayıp dudaklarına kadar inen biçimsiz bir gülümseme belirdi.

Çamura bulanmış gibi gökyüzü, sokak köpeklerinin ve sebepsizce sürekli koşan çocukların sesleri, üst kat komşunun takunya benzeri ev terlikleriyle beynini delme çabası ve serçe parmağındaki en az yirmi yıllık nasır bir an için de olsa toz olup gitti hayatından. Odasından çıkıp salonda, eski moda vitrininde iki yıldır duran votka şişesini alıp mutfağa girdi. Su bardağının üçte birini vişne suyuyla, gerisini de votkayla doldurup tekrar odasına döndü ve koltuğuna oturdu. Gözü hâlâ son cümlesindeydi, bitmek üzereydi romanı, son birkaç sayfası kalmıştı. Yeni sayfayı daktiloya yerleştirdiğinde bardaktan yayılan votka kokusu sevişmeye başlamadan önce tene değen ilk öpücük kadar kışkırtıcı geldi. Bardağını tek seferde bitirip ikincisini doldurdu. Bu sefer sek. Onu da yüzünde hafif bir ekşimeyle bitirdi. Yaşlı, derisi çekilmiş ama hâlâ kuvvetli parmaklarını daktilosunun tuşlarına değdirdi. Bir çiçeği okşar gibi dokundu birkaç tanesine. Yazdıklarını düşündü dokunduğu harflere bakınca. Derin bir iç çekip Ah Faruk ah, ne kadar da korkunç bir adamsın sen, diye söylendi. Faruk’un kötülüğünü yazabilmek, bunu başarabilmek, içinde tarifsiz bir mutluluk çiçeği gibi açtı. Ama kötü topraklarda kokmuş, temizlenmemiş, kurak topraklarda açan hiçbir çiçek uzun yaşayamazdı. O yüzden hemen öldü o çiçek. Yerinden kalkıp yatağa doğru gitti ve altmış bir yaşında uyuyup yine altmış bir yaşında uyanmak, ciğerlerinde kalan sayılı nefesin ancak romanının sonuna kadar yeteceğini bilerek, kalorifer peteklerinin ve evin yaşlı duvarlarının bile yok edemeyeceği ölümün o sessiz ve soğuk rüzgârını beklemeyi bir an olsun aklından silmek için günde en az beş kez yaptığı gibi yorganın altına saklandı.

Günün ilk uykusundan uyandığında gözü duvardaki anne yadigarı saati aradı. Saniyelerin ilerlerken çıkardığı sinir bozucu tiz sesin arasında iki saat uyuduğunu anladı. Uyanabildiğine, yarım kalan işlerini bitirmeden ölmediğine yine sevindi ama bir yandan da acı çekmeden ölmek için yeryüzündeki bütün tanrılara yalvarışının onu yeni bir deri gibi sarması bir oldu. Ölmek istiyordu, ama işlerini bitirmeden değil. Ölmek istiyordu, ama acı çekerek değil. Yatağından kalktığı gibi sandalyesine oturdu ve daktiloda hazır bekleyen boş sayfaya baktı. İlk cümle önemliydi. Biliyordu, eve döneceği saat için anneye verilmiş bir söz gibiydi, aynanın gösterdiğine inanmaktı, hiçbir söz kullanmadan bakışlarıyla emir veren babaydı. Titreyen ellerini daktilonun üzerine yerleştirdiği an tam önündeki pencereden bir kuş hızlıca geçti ve gözden kayboldu. Sonra bir tane daha. Peşinden kalabalık bir sürü penceresini karartırcasına süzülüp yok oldu. Parmakları istemsizce yerinden oynayıp başka harflerin üstüne doğru kayarken gök gürültüsüyle birlikte ilk damlalar da cama vurdu.

Kaç saat öylece kaldı bilmiyordu ama kendine geldiğinde gökyüzü, penceresini örten kuşlar gibi kapkaraydı. Üstelik tek kelime yazamamıştı. Biraz ilham, belki de güç almak için yazdığı son paragrafın son cümlesine tekrar baktı. İlk duyduğu heyecandan eser yoktu. Kemikleri her zamankinden daha fazla acı vermeye, nefesi daralmaya başladı. Şakaklarına sanki matkap ucu giriyormuşçasına bir ağrı saplandı. Uyku uykuyu çekiyordu. Acı çekeceğini düşünmek acıyı, ölümü düşünmek ölümü çağırıyordu. Yatağına uzanıp uyumaya, uyanınca da yazmaya devam etmeye karar verdi.

Ertesi gün annesinin kokusu yanında, süt bekleyen bir çocuk kadar masum uyandı. Saatlerce koşturmasına rağmen hiç yorulmayan, sebepsiz gülen bir çocuk gibiydi. Uçsuz bucaksız denizi balkonunda rakı içerken izleyen bir adam kadar huzurluydu. İçinde en ufak bir korku yoktu. Yataktan kalkıp hemen pencereyi açtı ve aç karnına tüm havayı içine doldurdu. Dün gece bitirdiği romanı, sayfalar halinde masaya dağılmış duruyordu. İçine işleyen soğuk havayla birlikte heyecan, keder, yorgunluk ve müthiş bir sevinçten oluşan karmakarışık bir duygu selinin içinde buldu kendini. Hiçbir yeri sızlamıyor, şikâyet etmiyordu. Parmaklarını sayfalar üzerinde gezdirirken içinde oluşan tarifsiz duyguyla beraber tüm eski aşklarını, kaybettiklerini, gömdüklerini, kitaplarını, olmak istediği adamları, olduğu adamları, hayallerini, yaşamak isteyip de yaşadıklarını, unuttuklarını, es geçtiklerini düşündü. Son beş yılına şahit olmuş, sırdaşı, cansız ama cana yakın, renkten renge dönen duvarlarına baktı. Diğer eliyle de duvarlara dokundu. Buz gibiydiler. Elleri gibi, aklı gibi. Yüzünü masasına dönüp daktilosunu açık pencereye doğru çevirdi. Dudaklarını ona doğru yaklaştırıp sadece onun duyabileceği bir biçimde bir şeyler fısıldadı.

Evinin hemen önündeki beş yıldır ayak basmadığı parkın en ucundaki banka oturup boş salıncakları, kaydırağı, tahterevalliyi izledi. Ne parkta ne de çevresinde kimse yoktu. Uyanan yalnızca, türlü renkleriyle bir tanrı gibi göğe yükselmeye başlayan güneş ve parkın çevresine tünemiş kuşlardı. Günün ilk ve son sigarasını yakıp derin bir nefes çekti ve ayağının altında ezdi. Gözleri güneşin gücüne karşı koyamayacak gibiydi. Bir daha açılmamak üzere büyük bir sakinlikle kapandı.

Yaşlıyım, ama o kadar da değil. Daha elliyi yeni devirdim. Her şeyim, tuşlarım, çubuklarım, isimlerini çoğu kimsenin bilmediği parçalarım kusursuzca çalışıyor. Nereye misafir olduysam bana iyi baktılar. Birkaç kez duvara fırlatıldığım, olduğum masadan sinirli bir insanın veya meraklı bir çocuğun gücüyle devrildiğim oldu ama kasam sağlam! Eskilerin dediği gibi, eski toprağım!

Ama şimdi, şu sıralar, zamanında az da olsa hissettiğim, bana hiç yabancı olmayan bir duyguyla canım hayli sıkkın. Beş yıldır beraber olduğum, bu zamana kadar tanıdığım en tuhaf insanlardan biri olan Fehmi, ölüyor. Ve ben, ondan sonra ne olacağımı, yeni adresimin neresi olacağını bilmiyorum. Yok olmadan önceki son günlerimi yaşıyor olabilirim.

Makinelerin duyguları pek yoktur. Vardır, ama pek yoktur. Olanlar da çok güçlü değildir. Bir de hissettiğimiz ne varsa çok kısa bir sürede unuturuz gider. Bu bizi her konuda daha dayanıklı yapıyor. Şu an sahip olduğum tek duygu, geleceğim. Bir daha çalışabilecek miyim? Yoksa Fehmi’nin yazdıklarından nefret etmem gerekirdi. Etmiyorum. Onun, benim sayemde kâğıda döktüklerinden utanmam gerekirdi. Utanmıyorum. Son romanını yazmaya çalışan her yaşlı yazar gibi dökülmeye başladı Fehmi. Bir nevi itiraf. Ama korkakça bir itiraf. Kurguladığı, sanki bir yabancıymış gibi anlattığı, oysa her zerresine kadar kendi olduğu bir yabancıyı yem ederek! Artık sayılı nefesinin kaldığını her an ona hatırlatan ciğerleri dükkânı kapatmadan önce yazmak, itiraf etmek ve öldüğünde ona vaat edilen cennette yerini almak için yapıyor tüm bunları. Onun için sürekli uyuyor. Eski insanların dediği gibi, uyku ölümün kardeşi olduğu için. Uykuya kaçıyor. Kendini ölüme hazırlarken yaşadıklarını, yazdıklarını unutmaya çalışıyor. Uyurken acı çekmeyeceğini zannediyor. Kendisini bir bebek gibi masum hayal ediyor. Eğer Fehmi masum bir bebek olsaydı, dünyaya gelmiş ilk ve son bebek olurdu.

Dün gece birkaç kez kısa aralıklarla uyudu ve uyanık kaldığı her dakika yazdı. Gözlerindeki büyük pişmanlığı, heyecanı, hazdan titreyen bacaklarını, gözyaşlarını gördüm. Bir insan tüm bu duyguları bir arada nasıl yaşayabilirdi? Yaşıyordu işte tanıdığım en tuhaf adam. Belki de öleceğini bildiği için yaşaması gereken ne varsa yaşıyordu. Ve her şeyin sonuna geldiğinde masasını tüm dağınıklığıyla bırakıp en güzel kıyafetlerini giyindi, parfümünü sıktı, saçlarını taradı ve benden utanırcasına yüzümü pencereye, gökyüzüne çevirdi. Açlıktan kokan nefesini yanıma kadar getirip sessizce fısıldadı. “Bunu görmek senin de hakkın.”

Gökyüzünde bir çapak gibi beliren kuşlarla beraber hafif bir rüzgâr odayı havalandırıyor. Zavallı duvarlar, onlar da bu havayı alabiliyor mu acaba? Gözleri, burunları kapalı, kat kat giyinmiş insanlar gibi öylece duruyor. Seslense sesi duyulmaz. Anca yıkılırsa… Zaten gördüğü onca şeyden sonra onu kaplayan kimyasal sıvının ardında çoktan yıkılmıştır.

Bu zamana kadar onlarca canlıya sığınak oldum. Sıcacık bir yuva oldum. Huzurlu anlarını dış dünyanın cehenneminden korudum. Bilemezdim günün birinde çığlıklara, vahşetlere, tecavüzlere şahit olacağımı. O insanlar için hapishane duvarından, cehennem ateşinden farksız olacağımı. Son nefeslerini verirken gördükleri son şeyin ben olacağımı bilseydim, balyoz tutacak ellerim olsaydı eğer kendimi yıkardım, dilim olsaydı haykırırdım.

Tanıdığım en kötü insan Fehmi, az önce öldü. Bir park köşesinde, tüm günahlarından arındığını zannederek, huzurla öldü. Bir insan düşünün, benden de taş, benden de soğuk, ölümcül, yıkıcı. Elsiz, dilsiz bir taş ve kum yığınından korkan, belki de utanan, hastalıklı o adam her vahşetinden sonra beni boyadı, gözlerimi örttü. Beş yılda onlarca kez renk değiştirdim. Kör oldum. Akamayan gözyaşlarım nerede birikti, bilmiyorum bile.

Üzerine yıkılıp can çekişen bedenini parçalamak için neler vermezdim. Onu ellerinden ve ayaklarından bana çivileyecek biri için neler yapmazdım. Hiçbiri olmadı. Olmazdı da… Kendi günah dolu hayatını, hiçbir şey olmamış gibi en ufak bir bedel ödemeden ve yüzünde tebessümle bitirdi. Üstelik tam da istediği zaman. Tanrılar bu adamı seviyor mu yoksa, diye düşündüğüm her an içten içe sarsılıyorum.

Sabah oldu. Binanın çevresinde toplaşan kuşların sesi her zamankinden daha yüksek. Yüzü pencereye, doğan güneşe dönük daktilo ve ben öylece dinliyoruz olup biteni. Sakiniz. Sessiziz. Kendimizi yeni bir hayata hazır hissetmiyoruz. En azından Fehmi’ye dair ne varsa yok olup gitmeden önce. Daktilo hariç, biz sırdaşız.

Artık nefes almayan, içten çürümüş, kalpsiz bedeninden yükselen lekeli ruhunu her beraber, parkın çevresini saran bir çit gibi dizilip gözden kaybolana kadar izledik.

Bundan sonra neler olacağını, Fehmi son nefesini vermeden önce diğerlerine anlatmıştım. Kimse itiraz etmedi. Olduğumuz yerden yavaşça havalanıp nizami bir sırayla Fehmi’nin karanlık sırlarla dolu odasına doğru süzüldük ve kısa sürede yerimizi aldık. Ne yapacağımızı biliyorduk. Etrafa çok bir kısa bir süre göz attıktan sonra harekete geçtik.

O sırada penceresinin önünde dışarıyı izleyen biri bizi görse ağzımızla, ayaklarımızla tuttuğumuz kâğıtlarla odadan süzülüp çıkan ve farklı yerlere savrulan onlarca kuşun ne yapmaya çalıştığını hayatının sonuna kadar anlayamazdı.

Koca şehrin her tarafına dağıldık. Tüm sayfaları, itiraflarını, işkencelerini, tecavüzlerini, cinayetlerini, affedilmeyi bekleyen tüm suçu dünyanın kötü bir yer olmasına, ailesinden gördüğü sevgisizliğe, çirkinliğine, hastalığına bağlayan zavallı bir adamın beyhude çırpınışlarını paramparça ettikten sonra savurmak için azimle işe koyulduk.

Geceye yakın, park sessizleşip çocuklardan ve ayyaşlardan kurtulduğunda yine toplanacaktık. Şehrin tüm binalarına, ışık yansın veya yanmasın tüm dairelerine göz atacaktık.


Emre Ocaklı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page