top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Esra Kahya- İçimdeki Bulutlar

Şişman olmak bir seçim değildi; şişman biriyle dalga geçmenin kişisel bir hak olmadığı kadar. Aslına bakarsanız bir önceki cümlenin şişmanı olmak, dalga geçeni olmaktan da yeğdi bana göre. Ve benim hikayem altı kiloya ramak kala doğmamla başladı. Nereden baksanız iki bebek ederince doğmuş olmama daha sonrasında da iki hatta üç kişilik porsiyonlar yiyerek sadık kaldım. Bebekken herkesin iştahını kabartan boğumlu bacaklarım ve yumoş yanaklarım bir süre sonrasında, “Bu çocuk çok mu yiyor? Ayol maşallah bu yaşta bu kilo! Önüne geçin cancağzım bununla baş mı olur?” şeklinde tepkilerle itici bir hal, bir kusur halini aldı.

Annem bir deri bir kemik. Hele beni dünyaya getirdikten sonra posası alınmış portakal gibi fıs sönüverdi. Babam deseniz Türk erkeği standartlarının altında, ortaokul talebesinden hallice bir adamdı. Hele işe giderken giydiği saçma sapan renklerde ekoseli ceketlerle babasının kıyafetini giymiş bir çocuk kadar gülünç görünürdü. Babaannemin onu, aslan oğlum, diye sevmesi de beni hep düşündürmüştür. İnsan evladın bile olmadığını arardı işte böyle. İlerleyen yaşlarda annemin de bana, minik kuşum, demesiyle benim de olmadığımı anlamış olacaktım.

Bebekliğim; annemin beni kucağına alma hevesinin iki ay içinde bel fıtığı ile neticelenmesi ve benim kiloya bağlı solunum sıkıntılarım nedeniyle bir ayağımız hastanede, dramatik bir özetle geçmişti ve geleceğim de ondan çok farklı olmayacaktı. Okul çağına kadar yaşadığım sıkıntılar Freud’a göre geleceğimi şekillendiren birer etken olsa da benim geleceğimin mimarı, tartıda acımasızca ilerleyen ibreler ve onlar basamağında hızla artan rakamlar oldu. Kırk, elli, altmış… Tıkır tıkır atıyordu. Sanki ben yemek değil de dünyayı yiyordum ve dünya içimde şişip şişip parçalanıyor; etrafa tonlarca çakıl, kum, kaya savruluyordu. Karnımın içini hep böyle hayal ediyordum. İçimde hafriyat birikiyordu ve mutlak suretle bir iş makinesi ile temizlenmeli idim. Aksi takdirde içim betonlaşacak ve kalıplaşmış bir şişko olarak donup kalacaktım.

Annem, su içse yarıyor, derken önümdeki mantı tabağı ona masum görünürdü çünkü mantı besleyiciydi. Hem kendi elleriyle bin türlü zahmete katlanıp benim için yaptığı şu cezbedici bükmelerin ne zararı olabilirdi ki? Babaannemin, büyüdükçe atar kilosunu yesin varsın, diyerek önüme sürdüğü revani de kan olmak can olmak gayesiyle mideme giriyordu. Beş dilim revani yedi diye patlayacak değildi ya çocuk, yesindi yesin…

Babaannem yanılıyordu, kesinlikle patlayacak gibiydim. Ev halkına inen ilk darbe okul alışverişim için gittiğimiz mağazada bacağımdan yukarı çıkma şerefine nail olacak lacivert bir okul pantolonu bulamamak oldu. Yedi yaşındaydım ve yedi beden büyüklerini bile denediğim halde belim bir türlü kavuşmuyordu. Nihayet, babaannem dellendi. Çıkarın şu sülük gibi şeyi Nergis, yarından tezi yok bizim Hasibe’ye en kalitelisinden iki takım diktiriyoruz.

Şişmanlığımın sorumlusu mağaza sahibiymiş gibi bir öfkeyle suratımız beş karış çıktık dükkândan. Çıkmışken anneme yeni bir kaşe, babama yine ekoseli ve iğrenç bir ceket, babaanneme ise kışlık potinler aldık. Bana bir şey alamamış olmanın hepimizin üzerine yapışan mutsuzluğundan kurtulmak için de hep birlikte Hünerli Eller Et Lokantası’na gittik ve ben hepsinin yediğinin toplamı kadar İskender yedim. Pantolon bulamamış olmanın kederi iskenderin üzerinde coslayan tereyağıyla birlikte uçup gitmişti.

Yine ilerleyen zamanlarda Türkçe dersinde öğretmenimin, “Sence mutluluk nedir Suğra?” sorusuna, o andan zihnime yerleşen bir hazla, “İskenderin üzerinde coslayan tereyağı sesi,” cevabını verecektim. Öğretmenim delici bakışlarla içimden geçerken arkadaşlarım kalıbıma yakışır bir cevap verdiğimi düşünüp bana çok gülecekti ama gerçek onların bildiğinden çok ötedeydi. Bu mesele lanet olası bir okul pantolonu ile benim aramdaydı ve cos sesi sayesinde kazanmış, hayattan intikamımı almıştım.

Söylemeyi unuttum sanırım. Benim adım Suğra. Az işiten nüfus kayıt memuru vakası. Bu hadisede Buğra’yı Suğra anlayan memur kadar suçlu bulduğum biri daha vardır ki o da merak edip de hüviyet cüzdanıma bir yol olsun bakmayan babamdır. Adımın Suğralığı aylar sonra gittiğimiz hastanenin acil servisinde giriş yaparken anlaşılmış ve ben birkaç ay boyunca Buğra olarak yaşadığım hayatıma Suğra olarak devam etmişim. Hastane kayıttaki kadınla annemin kavgası da ayrı mesele. Annem kaydı yapan kadına oğlunun adını yanlış yazdığı için bağırıp çağırırken kadın da dişli çıkıp, “Daha oğullarının adını bilmiyorlar, cehaletin bu kadarı!” diye söylenmeye başlamış. Bunun üzerine de annem kendi sarsaklığını ört bas etmek için kadını evrakta sahtecilik yapıp, biricik minik kuşunun adını değiştirmekle suçlamış ve annem tüm hastaneyi ayağa kaldıran bir sinir krizi patlatmış. Benim solunum sıkıntım unutulunca biz soluğu hastane kantininde almışız.

Neden kantin, diye sorduğumda, “Çay, sinir krizine birebir,” demişti babaannem. Ve ben zihnimde beliren “nefes alamayan bir bebek, krize girmiş bir anne, ne yana çeksen o yana gelen bir baba ve sallansa hurafe damlatan bir babaanne” tablosuna o an, bir hastane kantininde çay içirten mantığın kölesi olmak istedim. Bu kafada birinin aşamayacağı engel, çıkamayacağı kuyu, parçalayamayacağı atom yoktu çünkü.

Bu arada üzerime yapışıp kalan Suğra da Tanrı’nın bana yaptığı kötü bir şaka olarak beni yıllarca gülümsetse de sonrasında Tanrı’nın ileri görüşlülüğüne hayran kalacaktım. Çünkü adımın anlamı, daha küçük, pek küçük demekti. Kilosu üç haneli rakamlarla ölçülen biri için oldukça ironikti.

Bütün şişman şakalarının merkezinde geçen beş yıllık ilkokul maceramdan elimde kalan kırılan gururum, günden güne yerle bir olan özgüvenim ve onunla doğru orantılı olarak artan yağlarım oldu. İlginçtir ki bunca yağ hücresinin arasında beynim kendine çalışacak zemin buluyor ve muazzam bir şekilde işlem yapıyordu. İlkokulda keşfedilen bu yeteneğim ortaokul ve lisede de bir hayli dikkat çekmişti. Öğretmenimin önüme bıraktığı bütün soruları saniyeler içinde cevaplıyordum. Bir tek bunu nasıl yaptın, sorusuna verilecek cevabım yoktu.

Yemin ederim bilmiyorum. İçimden bir ses öyle yapmamı söyledi. Bilimin karşısında verdiğim cevaba bak. İçimdeki ses. Gülerler adama diyeceğim ama gülmediler. Aksine doğuştan gelen zekamın önünde saygıyla eğildiler, utanmasalar -ve taşıyabilseler- beni kutsanmış çocuk ilan edip omuzlarında taşıyacaklardı ama mümkünatı yoktu. Tabiatım gereği insan içine çıkmayı, ön planda olmayı sevmem ben. Hâl böyle olunca da onların tertip ettiği müsabakalara mümkün mertebe katılmadım lakin iller arasında düzenlenecek matematik olimpiyatlarında ili temsilen seçilince kaçarı tozarı yok yine terzi Hasibe’nin yolu göründü bana.

Babaannem çarşı eşarbını attı kafasına, orta yerinde Erşan Kuyumculuk yazan üç aylıklarını doldurduğu siyah el çantasını da kaptığı gibi doğru terziye. “Bana bak Hasibe, oğlan bilgi yarışmasında yarışacak. Ele güne karşı şöyle afili bir pantolonla üstüne de ekoseli…”

“Orda dur işte babaanne. Düğünüm yok, sadece bir saat soru çözüp geleceğim. İstemez ceket meket Hasibe teyze. Sen bana önü kavuşan bir pantolon dik yeter,” dedim ama babaannem allem etti kallem etti o hayalindeki ceket için de ölçü aldırdı kadına. Hasibe teyze ölçü almak için bana yaklaştıkça öfkeden, sıcaktan ve vücudumdaki yağ oranından mütevellit her yerimden fışkıran ter; zavallı kadını kusmanın eşiğine getirip orada bırakıyor; durum gittikçe kötü bir hal alıyordu. Ölçü biter bitmez utançla çıktım dükkândan. Babaannem ise kendi giyecekmiş gibi gereksiz bir teferruata girişerek zaten ter kokusuyla nefes almakta zorlanan Hasibe teyzeyi tam manasıyla bayacaktı.

Velhasıl kelam o gün geldi çattı. “Marmara Bölgesi 5. Matematik Olimpiyatlarına Hoş Geldiniz” yazılı dev pankartın altından geçerken iğrenç ekoseli ceketim ve onunla eş kumaştan biçilmiş çuval gibi pantolonumla olimpiyatlardan daha çok ilgi çektiğimi düşünüyor, küçülüp kaybolmak istiyordum. Daha yarışma başlamadan terden sucuk gibi olmuş, bir yandan elimdeki peçete ile kontrolsüzce akan terimi siliyor; bir yandan da kalan özgüvenimin dibini sıyırıyordum ki… İlk görüşte aşka inanır mısınız? Ben inanmam. Ben ilk kokuşta aşka inanırım. Hem de en lavanta kokulusundan.

Güçlükle sığdığım sandalyede etrafımdaki gruplara bakarken herkesin iki kişiyle yarışmaya katıldığını görüp benim tek olmamla ilgili şişman şakaları yapıyordum kendime. O kadar şişkoyum ki adamlar beni iki kişi saymışlardı. Yanımda bir başkasına oturacak yer kalmadığı için kimseyi çağırmamışlardı. Yanıma birini verseler zaten benden görünmezdi, gibi kendi kendimin dalgasını geçerken iki şey aynı anda oldu.

Yanımdaki sandalye kımıldadı ve burnumdan ciğerlerime; ciğerlerimden beynime ve en son -içimdeki tüm hafriyatı aşarak ve çoğalarak- yüreğime bir lavanta kokusu doldu. Olacak şey değil ama ben beşinci matematik olimpiyatlarında; ilimizi temsilen, ekoseli iğrenç bir ceketle azala azala otururken âşık oldum. Terden ve aşktan sırılsıklam idim.

Sonra yanımdaki sandalyeye lavantadan bir kuş kondu. Mordu, minikti, kanatları yoktu ama kuştu. Melek olamayacak kadar cıvıltılı bir kuş.

“Geç kaldığım için özür dilerim, trafik işte. Bu arada ben Serçe,” dedi. Yemin ediyorum içimde milyonlarca serçe havalandı. Allah be, diye bağırmamak için tüm hücrelerim bir oldu, sesimi tuttu, tuttu…

Sadece baktım. Çok güzeldi. Matematik olimpiyatlarındaki, dünyadaki hatta dişiler alemindeki en güzel kız oydu ve lanet olsun ki ben çok şişko ve terliydim.

“Merhaba,” diyebildim.

“Rahat ol bu iş bizde Suğra,” dedi. Yaka kartıma bakmış ve göz bile kırpmıştı.

Bana kalsa evlendirme dairesine gidip onunla nikah kıyabilirdim lakin biz tuttuk yirmi soruluk bir matematik yarışında kıyasıya bir mücadeleye giriştik. Ve temiz iş. Soruların hepsini doğru yapan ilk ve tek ekip olarak olimpiyat tarihine geçtik.

Sonrası sinir bozucu şekilde hızlı geçti. Herkes bizi tebrik ederken bir yandan da fotoğraflarımız çekiliyordu. Elbette tüm karelerde en aşık, en şişko ve en terli ben çıktım. Ödül töreni ve bilmem bir sürü ıvır zıvır için ertesi gün makamda olmamız istendi. Serçe tam bu temaşanın ortasında bana seslendi.

“Suğra, yarın bir saat erken gel olur mu?”

Olmaz mı hiç Serçe kuşum. Yemin olsun binanın önünde yatarım yatmasına da anamgil buna hazır değil. Bu buluşmanın heyecanı ile nasıl uyudum, sabahı nasıl ettim bilmiyorum. Kahvaltı bile yapmadan attım kendimi dışarı. İki saat öncesinden gidip makamın önünde it gibi dolanmaya başladım. Sonra o geldi. Attığı her adımda içimde serçeler uçtu yine. Oturduğum banka gelene kadar saydım, otuz yedi adımda otuz yedi bin kere daha âşık oldum ona. Yanıma oturdu. Bu sana, dedi.

Orhan Veli’nin şiir kitabı.

İyi de serçe kuşum şimdi sen beni aşık ettin kendine, tutup bir de şair mi edeceksin? diyen iç sesime inat, “Orhan Veli’ye bayılırım. Teşekkürler,” dedi dış sesim.

Ve biz ismimiz anons edilene kadar delicesine güldüğümüz bir saat geçirdik. Ödül almaya giderken, “Biliyor musun Serçe, hayatımda ilk defa şişko olmamayı diledim,” dedim.

Yine gülümsedi.

“Sen şişko değilsin Suğra. İçinde bulutlar var. Ve bir gün gerçekten âşık olduğunda o bulutlar fıs diye sönecek. Aşkın içinde büyüdükçe bulutlara ihtiyacın kalmayacak. Aşktan gökyüzünde milyon bin tane kuş uçacak…”

Bildi. Ben şişko değildim. İçimde bulutlar vardı. Âşık oldum ve aşkım büyüdükçe bulutlar fıs diye söndü. Kuşlar, içimin semalarında çığlık çığlığa uçuşuyor, saydım milyon bin tane serçe…

İşin en güzel yanı, artık Serçe de beni seviyor.


Esra Kahya

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page