top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Fatih Parlak- Gecekondu Notları

Amcalarım ve babam gibi ben de dedemin gönüllü işçisiydim. Tesisat işleri, marangozluk, duvar ustalığı, kiremit örme, damlayan musluğu kendirle sıkılama, tıkanan banyoya gider yapma, tıkanan gideri baştan yaparak gidere eğim verme gibi teknik meseleleri ben de biraz biraz öğrenmiştim. Takım çantasını getirip götürmekle başlayan maceralarım ustabaşılığa kadar uzanmasa da iyi bir yardımcı eleman olduğum söylenebilirdi. “Yıldız tornavidayı uzat, penseyi ver, bu pense değil İngiliz anahtarı,” gibi cümleleri onun ağzından duya duya belirli bir aşamaya gelmiştim sonuçta. Dedem birilerini azarlamaktan, bağırmaktan hatta sırası geldi mi tokatlamaktan zevk alırdı adeta. Tornavidanın ucunu eğdin mi, İngiliz anahtarının ayarını bozdun mu tamam. Zılgıta hazırlan. Sökmeye çalıştığın vidanın ağzı yalama olmuşsa nanayı yedin. “Yalama olmuş yalama!” diye bir bağırır, ne olduğunu anlamadan divanın kuytu köşesine saklanmış bulursun kendini. Sonra da “Baa, çık lan sindiğin yerden,” diye bir fırça daha. Hiçbir şey olmamış gibi “Faraşı getir, sigortayı aç, yeri süpür, anahtara bas, git bana bir bardak çay getir,” diyerek sürdürürdü talimatlarını. Çayı getirdin, güzel. Bu kez de çay soğumuş mu ya da dudak payını fazla mı bıraktın, yersin haşlamayı. “Bu çayın yarısı nerde, bu çayın demi nerde, bu bardak pis mi, şu gördüğüm leke mi, bardağın ucu mu çatlamış, kim kırıyorlar lan bu bardakları, size bardak mı yetiştireceğim lan ben?”

Somyada kiraz ağacının pencereye sarkan dalına bakarak uyukladığım günlerin birinde önemli bir gelişme yaşandı. Dedemin iş ortaklarından İsa Kurt namı diğer Kurtisa içeri girdi. Böylece konuşmalara şahit oldum. Dedem ve Kurtisa taze çökeleğe lavaşı banıp çaylarını içerken izledim onları. Arada bir babaannem Civciv Ayşe de dahil oldu bu sahneye. Kurtisa ki kendisi de elektrik işlerinden anlar, dedeme, “Gel kardeşim, girelim bu işe. Yer hazır, tesisat hazır, takım taklavat hazır. Geriye devlet babaya verilecek hesaplar kalıyor. Vergi, levha ve benzeri şeyler. Gel, dükkânın başında dur yeter.” İsa Kurt planları yapmış. “Biraderler Tadilat. Her türlü ustalık gerektiren işleriniz yapılır.” Dedemi de ortaklığa davet ediyor. Rüzgârdan kiraz ağacının dalı pencereye vurdu. Dedem bana döndü. “Baa, kim var lan orada!”

Dedem oralı değilmiş numarası yaparak kendini ağırdan satıyor. Sonra Civciv Ayşe’ye: “Civciv, bana bir çay getir.” Babaannem teklife kulak misafiri. Ama ben anlıyorum, seviniyor. Bu işe katılırsa başımızdan gider, biz de kafamızı dinleriz diye düşünüyor. Yemenisini el çabukluğuyla atıp yüz çeviriyor. İstikamet mutfak. Mutfak dediğimiz de az ötesi işte. Eskinin evleri. Somya falan dedik ya! Olur mu olmaz mı derken dedem bahisleri yükseltti. “Biiir, Mikail benle gelecek çırak olarak. İkiii, kılçıksız, kârın yarısı benim olur. Üüüç,” der demez Kurtisa “Tamam yauv abartma,” diyerek sinyali çaktı. Çökeleğin topak kısmına lavaşı bir bandı ki değmeyin keyfine.

Bir hikâyeyi anlatmanın farklı farklı yolları vardır. En iyi yol en sevdiğim yoldur. Asma bahçenin tozlu yolundan gözümde çapaklarla yürürken düşündüğüm cümle bu. Olayın aslı şöyle. Dedemden “Bir duvarı örmenin farklı farklı yolları vardır, en sevdiğim yol kendi bildiğim yoldur. Ben böyle yaparım arkadaş. İşinize geliyorsa. Bilmediğim yollardan gidip başıma çorap öremem. Bu işin sıvası var, alçısı var, boyası var. Var oğlu var!” İsa Kurt’la temelini attıkları arsanın tam ortasında tutuştukları kavga böyle başladı. Ben de ısırık yerinden rengi dönen elmayı elimde tuta tuta izledim onları. Yerel televizyonda gördüğüm fıkralardaki gibi adamlar. İsa Kurt 70 yaşında. Turp gibi. Çalışma sevdalısı, boş geçen zamanı ahirette vereceği hesap olarak görüyor. Dedem ondan iki yaş küçük, iş konusunda uzatmaları oynuyor. İşlerinden arta kalan zamanlarda babam ve amcalarım gelip gecekondunun ince işlerini yapıyorlar. Amcam pis işler peşinde koşan torbacılar gibi göstererek kendisini, “İnce işler bende,” diyor. Gülüp kalbinin ağrıyan yerine elini koyuyor. Dedem yokken bir fırt çekiyor sigarasından, sonra “İnce işler bende,” diyor. Başkası karışırsa bu ince işlere, cinayet çıkacakmış gibi bir hava veriyor sözlerine. Banyo, tuvalet, kiler, kömürlük, kümes, derken inşaat tamam.

İnsan hep aynı hikâyeyi anlatırmış aslında, aynı hikâyeyi en iyi şekilde anlatmak için çabalarmış ama. İsa Kurt’a kuşbakışı bakınca bunu fark ediyorum ben. İsa Kurt bir şey inşa ederek yaşamına dair bir hikâye anlatıyordu. İnşa etmek haz veriyordu ona. Eğim ölçeri örülmüş iki tuğlanın arasına sürüp dakikalarca izlemek ne demek? Tam onun yapacağı iş. Transa geçer gibi belini büküp gözlerini kısar. Yaşına hürmet minik adımlarla duvara yaklaşır, iki öksürük, bir tıksırık, ezanı duyar, horoza kızar, gidene gitme gelene gelme yapar. “Alçıyı getir, suyu hazırla, malayı ver, fırçayı kovaya sok,” ve on türlü emir telakki. Ömür böyle geçiyor işte. Adı İsa, soyadı Kurt. Lakabı Kurtisa. Kahvedekiler öyle söylüyor. Aslen Çorumlu, ana tarafı Çubuk. Akrabaları şuraya buraya dağılmış. Yanında yöresinde pek kimse yok. Kankası dedem. Kızı Sincan’da gelin. Damadını sevmez. “Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olur mu?” der geçer. Üsteledin mi kızar. Şakalaşırsan kızarır. Gözü daima yükseklerde. Nereden estiği belli olmayan nereye kaçacağı bilinmeyen bir heves “Tadilat Biraderler. Bilumum inşaat, tamirat, ticaret işleri.”

Ankara’nın ayazını bilenler bilir. Adamı duman eder. Dedem kömür sobasını yakamamış. Sert poyraz esiyor. Tutmuyor. Zorlarsan zehri yersin. Şakaya gelmez. Kendini bahçenin önüne atmış. Pılı pırtıyı toplayıp ufak bir ateş çakmış. Rengi açığa çıkmış damarlı ellerini birbirine sürtüyor. Soğuktan burnu kızarmış. “Çırayı bul çırayı!” diye bağırıyor bana. “Ulan bu ebesine atladığımın ateşi niye harlanmıyor?” diye ateşe de kızıyor. Ateş bizi çağırmıyor diye dedem iyice delilendi. Vasati kırk çöpü cebinden çıkarıp ateşe attı. Vuuv, piuuvv, fısss… ufak tefek numaralar. Yılbaşı kutlayan züppeler gibiyiz. Meğer birkaç numara. Planlı bakım çalışması anlayacağınız. Dedem sigara jelatiniyle kibritlerin ucunu bağlamış, ateş kava gelince kiraz ağaçlarının önünde senfoni orkestrası. Çat, pat, ciyuvvv… Güdümlü füze gösterisi. Arkadan Teksas havlıyor. Ateşe mi kızdı bize mi kızdı, paytak paytak yürüyen İsa Kurt’a mı kızdı bilinmez. İsa Kurt geldi. Teksas’a bir iki işaret, hav hov, cebinden çıkardığı bıldırcın kafasını önüne fırlatıverdi. Hoşt. Hapur şupur.

Kayaş’ta, tren yolunun üzerinde Şahinkaydırantepesi diye bir yer vardır. Müdavimleri bilir. Donlu gecelerde ya da donsuz sabahlarda on yıllık kabak lastiklerle gaza köklenir hayatı kaymış filintalar. Ben zaten ölmüşüm, ben zaten yanmışım, cana geleceğine mala gelsinciler doluşur piste. İskele borda ya da sancak alabanda. İşte alameti farika burada. Egzoz patlar, jant yamulur, lastik yarılır, uçan teneke uçan daire haline gelir. İsakurt seslendi dedeme. “Şahin’i hazırla.” Mektepten kulağıma çalınmış. Yahya Kemal’den, “Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı, ilerle, bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilerle.” İsa Kurt tam bu şekil seslendi dedeme. “Şahin’i hazırla.” Şahin, Teksas’ın kulübesinin önünde yatıyor. Keyfe keder fıstık yeşiline boyanmış kaportası cıvıldıyor. Farlar alesta. Egzoz tornistan. Camlar Cibuti kralının ensesi gibi. Jantlar olmuş cips paketi. Yine de bana mısın derse şaşmayın. Hav hav hav. Hoşt. Cıss, piuvvv. Şahin’e atladık. İnce gören amcam da geldi. Yanında da köprü altı camcam. Mahallenin delisi Hüsnü. Arkayı dörtledik. Önde dedeler. Uçuyoruz. Kelimenin gerçek manasıyla ak tolgalı beylerbeyiyiz. Şahinkaydırantepesi’ne doğru yükselmek üzereyiz. Üzengiye basıp ata binmişiz. Eyerin üzerindeyiz. Vuruyoruz kırbacı. Deh deh bre. Teksas aşağıda, kuru dere aşağıda, kiraz ağaçları sandığımdan daha küçük gözüküyor. Mahallenin krokisi çıktı ortaya. Satı Bakkal’ın içinden iki müşteri, ellerinde poşetler. Toprak sahayı geçtik, muhtarın evini geçtik. Mühendisin çatısından geçtik. Tren yolu altımızda. Elektrik telleri, kumrular, boklar ve bulutlar. Pısss, tırraa. Krank mili kırılmış, alçak iniş, hafif süvari kuvvetleri, bölük dağıldı, tosss. Sonra dedem, “Ulan İsa ben sana demedim mi, vites kolu lan bu vites, kırdın eşşoğlubeşkulak! Kul yapımı lan bu!” Sonra, Şahinkaydırantepesi’nden iniş. Alçak iniş. İniş takımları açıldı. Deli Hüsnü Teksas’ın tüylerini okşuyor. Nasıl bir okşadıysa kelebek camından kaçtı gitti meret. Kapılar açıldı. Döküldük sırayla. Bir toz bir duman. Önde ben, arkada dedem, arkada diğerleri.

Sen yaparsın, birileri bozar sonra sen bir daha yaparsın. Bu benim değil, dedemin sözü. 68 yaşına geldiysen cebinde biraz özlü söz olacak. Şakkadanak yapıştıracaksın boşluğa. E, İsakurt da 70 yaşında, o da patlattı bir tane, “Cana geleceğine mala gelsin,” dedi. Amcam kalbinin ağrıyan yerini tutuyor. Deli Hüsnü akıllanmış gibi dümdüz bakıyor. Teksas havladı. Poyraz dindi. Toz gitti, macera bitti. Dedem “Dur bakayım hele” dedi. Sanki bu işin bir çıkar yolu varmış gibi. Baktım olacak gibi değil. Daha da ilerledim yığıntı kümesinin önüne doğru. Biz uçarken emeklerimizi yıkmışlar. Cam kırılmış, çerçeve yamulmuş ama kapı dimdik ayakta duruyor. Boşluğun içinden geçip başka bir yere gidecekmişsin gibi. Tuğla, briket yerle yeksan. Zemine tutunan son bir şey kalmış galiba, o da pat diye önümüzde düştü selam verir gibi. Dedem durdu durdu, “Ulan” dedi, “ben bu evi yıkan belediyenin gelmişini geçmişini…”

Sizin anlayacağınız, belediye kaçak yapı diyerek yıkmış bizim evi. Ama dedem durur mu? Hele İsakurt hiç durmaz. Şimdi başka bir zemine temel atıyorlar. İkisi. Gülüşüp şakalaşıyorlar. Şahinkaydırantepesi’nin altındaki evler hep böyle yapılmıştır zaten. Kimi tek göz odalı kimi de bahçeli gecekondular. Çivit mavisi, yumurta sarısı, nar kırmızısı badanalı evler bunlar.

Limanlarda işçi olarak çalışmış dedem. Gemilerde miçoluk kıyılarda hamallık yapmış. Zor bir hayat yaşamış. Babasız büyümüş. Evlerini annesi çekip çevirdiğinden anne sevgisini tattığı da söylenemez. Bu yüzden bu kadar sert ve inatçıydı belki de.

Dedemi iki gün önce belediye kanununa muhalefetten içeri aldılar. Ne zaman çıkacağını bilmiyoruz. Mahkeme, tanık, tehdit… karışık bir şeyler söylüyorlar. Anlamıyoruz. Ben de dedemin anısına bu notları tutmaya başladım işte. Bazı şeyler bana da saçma geliyor ama insan genetik mirasından kolay kolay kopamıyor. En iyisi şimdilik burada bırakmak galiba. Ne derler bilirsiniz, zaman her şeyin ilacı.


Fatih Parlak

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page