top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Fatih Selvi- Toprak Kokusu

Önceki günden kalmış düdük makarnasını bitirir bitirmez ellerimde bidonlar, babaannemin yanına yollandım. Kafam camda uyuyakalmışım, gözümü ancak mezarlık durağında açabildim. 129T neredeyse tamamen boşaldı. Otobüsten inen yolcuların ayakları asfalta değdikçe yüzlerindeki yorgun anlam derinleşiyordu sanki. Beraberce mezarlık girişine doğru yürüdük. Bazıları kucaklarında beyazlı sarılı çiçekler taşıyordu dikkatle. Eşlikçilerimin her biri bir tarafa dağıldıktan sonra mezarlar arası zikzaklı patikada tek başıma kaldım. Kutbettin Karakelle hayratı çeşmede bidonları doldurdum. Duvara bitişik mezarında cam kenarı seven bir otobüs yolcusu gibi zaman ötesi seyahatine koyulmuş babaanneme ulaştım. Gülümseyerek selam verdim.

Beş on metre ötemden, çiçeklerini taze bir mezarın üzerine dağıtmış genç kızın hıçkırıkları işitiliyordu. Her geçen sene babaannemin toprağının biraz daha çöktüğünü fark ettim. Ardıçların gidişatıysa iyiydi. Daha şimdiden beş metreye ulaşmışlardı. Onları sularken yine aklıma geliverdi; bir gün ellerimizde iki ardıç fidanı, eski nişanlım Nejla’yla gitmiştik kabristana. Su faturası kuyruğunda beklerken âşık olduğum, hep yorgun, öfkeli, birini dinlerken kurdeşen döken, çenesi kurtlanası Nejla’yla. Geçmiş gün...

Yüksek bir tepedeki mezarlık, nefes verirken buhar üfletecek kadar serindi. Paltoma gömüldüm. Sırtımı mezar taşına vererek çömdüm. Sancar Aile Kabristanı’nı çeviren granit duvarı örtmüş çalımsı bodur ağaçların arasından bir ispinoz fırladı. Hemen önümdeki müteveffa Nuri Kuytu’nun mezar taşına konarak güzel güzel ötmeye başladı. Senelerdir gidip geldiğim bu mezarlığa her gelişimde muhakkak beni şaşırtan bir şeyler olması tuhaftı. Babaannemin sabırsızlanmaya başladığını düşünüp hararetle anlatmaya koyuldum. Epeyce yük biriktirmiştim.

Bu işleri bilen bilir, genelde monolog şeklinde devam eder bütün bu mezar konuşmaları. Arada bir kalbinizi yalayıp geçen iç ahenginizle uyumsuz cümlelerin ürpertici yabancılığından bir yanıt imgesi oluşturursunuz. Bunun hayal gücünüzün dışında gelişen bir ruhsal temas olduğuna kanaat getirirsiniz. Geldiğine inandığınız tek tük yanıtın benzerlerini tekrar yakalamak için konuşur durursunuz. Ben de çöktüğüm yerde birkaç saat konuştum durdum. Bahis konusu aramaya başladığımda babaannemin, “Yeter artık,” dediğini duyar gibi oldum. Vakit ikindiyi epey aşmıştı. Bidonlarımı topladım, “Hoşça kal,” diyerek vedalaştım. Mezarlığı terk ederken kendimi evden çıkar gibi hissettim. Sanki okula yolcu edildiğim bir çocukluk sabahında arkamdan, “Güle güle,” diye fısıldanıyordu.

Akşam karanlığı iyiden iyiye ortalığa yayılmışken mahalleye vardım. Otobüsten indiğimde soğuk hava boynumu ısırınca ürperip paltomun yaka düğmesini ilikledim. Rıhtıma ineyim istedim. Meydanı geçtim. Bir parkın şişman palmiyelerle sınırlandırılmış beton yolunda yürüyordum. Itırca sahil yolunu geçmeye çalışırken aniden kaynağını fark edemediğim bir yaylım ateşe tutuldum. Kendimi can havliyle iki metre önümdeki dev palmiyenin arkasına attım. Kafa uzatıp ateşin geldiği yere bakamayacak kadar yoğun bir saldırı altındaydım. Ara ara göğü kızıl ateşlere boyayan patlamalar oluyordu. Havan mermisinden veya bazukadan çıktığını sandığım atışlar yapılıyordu. Ter içinde kalmıştım. Sırtım ağaca dayalı, gözlerim kapalı, zangır zangır titriyordum. Her ne kadar askerliğim boyunca birçok çatışma görmüşsem de o anda silahsız ve tek başımaydım. Kaç dakika geçti bilmem ama nihayet ateş ve patlamaların sonu geldi. Donakalmış vaziyette bekledim bir süre. İri, kuvvetli bir el omzuma dokunduğunda irkilerek gözlerimi açtım.

“İyi misin hemşerim?” diye sordu kaytan bıyıklı külhani birisi.

“Bırak şimdi hasbihali be adam, baskın yedik, komutana haber verilmeli, destek lazım,” diye haykırdım dehşetle. Adam biraz düşündü, kafasını sağa sola çevirdi ve kahkahayla gülmeye başladı.

“Havai fişekten mi korktun kardeş sen?” dedi. Kafamda ara ara oluşan hata kodunun yinelemesinden rahatsız, sersemce gülümsemeye çalışarak ayağa kalktım ve “Havai fişekler… Evet, akla yatkın, mantığa uzak değil, gerçeğin ta kendisi, a-anladım, anlamalıydım, benim hatam, ö-özür dilerim,” diye kekeledim.

Bitkin bir şekilde eve dönerken, “Kaç kere daha böyle savaş ortasında kalacağız?” diye soruyordum kendime. Geceyi televizyon izleyerek geçirdim ve üstüme çöken uyuşuklukla erkenden uyudum.

Uzun zaman sonra rüya gördüm: Ben uyurken kapı açılıyor. Üstünde örme bordo yeleğiyle babaannem odama giriyor, “Nejla evlendi ama sen gör nasıl pişman olacak,” diyor.

“Nejla evlendi mi?” diye soruyorum.

“Arkadaşın Berker’le everdik ya onları.”

“Sarhoş sarhoş çukura düşüp ölmemiş miydi Berker?”

“Çukurda evlenmişler,”

“Tamam, babaanne buraya kadar yorulmasaydın, ben geliyorum ya,”

“Oğlum senin geldiğin falan yok, biz, annen ve babanla sıkılmıyoruz zaten. Daha zamanı var. Sokaklara iyi bak, çukur kaynıyor ortalık, bazısı sana ait, ki insan en çok kendi çukuruna düşermiş.”

“Ben Nejla’yı istemem artık,”

“O zaman seslere kulak ver, bunu al ve üstlerini kapat, çukurda Berker’le düğün dernek kurmuşlar, hâlâ şıkır şıkır misket havası oynuyorlar.”

Uzattığı küreği almak için doğrulduğumda uyandım. O kadar canlı bir konuşmaydı ki yüreğim ezilmişti. Şiltenin üzerinde biraz ağlayıp düşüncelere daldım. Başımın içindeki ağırlık kulaklarımdan dışarı kaçmaya çalışır gibiydi. Aylardır demir atmayan bir gemi kaptanının çalkantılı dünyasında dalgalanıyordum sanki. Neden böyleydi? İçimde karşı konulmaz bir anadan üryan sokağa çıkma isteği belirdi. Duvara dönüp alnımı betonun küflü soğuğuna yaslayarak bu fikrin hararetini orada söndürmek istedim. Gözlerimi tekrar yumdum. Arkamdan iyi bildiğim o menteşe gıcırtısı geldi. Güldüm. Bölüm Şefi Galip Bey’in işe geciktiğim zamanlar beni paylayıp odamdan çıkarken yüzüme çarptığı kapının sesini duydum. Gök gürültüsü müydü yoksa? Pencere mi açık kalmış? Cereyan? Bir davet? “Ne olacaksa olsun canım,” diyerek ayaklanıp paltomu giydim, dışarı fırladım.

Yağmurun sokağa ince cila attığı sakin bir sabaha benziyordu. Eskici Mahir, seyyar tezgahındaki türlü ıvır zıvırla sokağın derinlerine doğru uzaklaşmaktaydı. Birden çıkan çok sert bir rüzgâr paltomu balona çevirdi. Eğer üstümden atmasaydım havalanıp uçmak işten bile değildi. Paltom bir poşet gibi döne döne göğe karıştığında çırılçıplak kaldım. Ellerimle önümü örterek, telaşla sağa sola koşturmaya başladım. O sakin sokaklar anbean kalabalıklaştı. Çocukken bana, “Oğlum senden cacık olmaz,” deyip duran Nietzsche bıyıklı ilkokul öğretmenim Onur Kazmaoğlu’yla karşılaştık. Gözleri nefretle yüzüme saplandı. Berber Kazım, dükkanından çıkmış, halime gülüyordu. Bütün çarşı adamakıllı insan kaynıyordu artık. Şirketteki her kusuru bana yıkan Serhatcan Mişcan, o beceriksiz elleriyle üstüme basket topu fırlatıp kafama isabet ettirdi. Depresyona girdiğinde veya yalnız kaldığında pek iyi arkadaşım olan Tıpçı Yakup, Marsık Bilal’le kahvede tavla oynuyordu. Beni görünce, “Ayıptır be!” diye bağırdı. Guruları Mandıracı Murat Efendi’ye lanet ettiğimden beri dişim ağrısa bunu onun kerameti sayıyorlardı. Peştamala sarınmış Kâmil Kayışoğlu’nun o hamamda ne işi vardı? Göbeğinin içine sığmaya çalışıyordu bu edepsizliğim karşısında. Tekke çorbası sevmedim diye şirketin Kartal Şubesi’nden Itırca’ya sürdürmüştü beni. Bir koşu tutturdum hepsinden uzağa. Haysiyet Sineması’ndan çıkan Berker ve Nejla’yla karşılaştım. Vizyonda Ölüler Ordusu varmış. Selam verip uzaklaştım.

Sahile doğru hızla inerken yine bir çatışmanın ortasında kaldım, panik halinde yere yüzüstü uzandım. Yavaş çekimde, 1150 kilometre uzaktaki Cilo Dağı’nda mumyalanmış siluetimin tepesinden vızır vızır geçen kurşunları gördüm. Arkasına saklandığım kayadan kıvılcımlar çıkarken toz dumana karışmıştı. Yanıma yığılıp kalmış, artık canı olmayan Yasin’in parmakları, gitarda gezinircesine kıpırdamaya devam ediyordu. Tepemizdeki yaşlı meşeden düşen yapraklardan birinin salına salına matarama konuşunu izledim. Kapkara bir is çöküyordu kayalıklara. Kulaklarımda bütün sesleri içinde öğüten bir çınlama… Kayboluyordum. Her tarafı ıssızlık kapladı. Bir hiçlik ve bir titreme...

Kuru bir el çenemi yakaladı. O muydu? Saçları yoğun bakım beyazı, yüzünde özlem seğirmeleri. Canım benim, paltom yine hangi cehennemde kaybolduysa bulup getirmiş. Giyinip küreği elime aldım. Her yanı saran mis gibi toprak kokusu… Açılası ve kapatılası çukurların hevesi vardı içimde. Göğe baktım: Ufak, uzaklaşan beyaz bir bulut. Bir yarılma hissettim göğsümden kafama doğru. Ben esaslı bir silkintiyle aklımı başıma devşirmeye çalışırken sokağın diğer ucundan gelen çok güzel bir kız gözüme çarptı. Derhal toparlanıp üstüme başıma çekidüzen verdim.

“Hey bu nasıl bir güzellik,” dedim içimden, “sevse ya beni, ama konuşmadan, hiç konuşmadan.”


Fatih Selvi

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page