top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Fatma Esin Kalyoncu- Arada

Oksijen tüpünün saati gösteren ibresine kaygılı baktı. Gözünü ekrana dikmiş annesinin önünden geçti. Yemek için ayıklanacak sarımsakları almak için mutfağa girdi. Çoğu kurumuş sarımsak dişlerini baştan ayırdı. Macit’i arayıp akşam gelirken almasını söylemeye niyetlendi. Numarayı tuşlarken telefonuna, kalan görüşme dakikalarını belirten bir mesaj geldi. Dakikaları bitmesin diye, çaldırıp kapattı. Gördüğünde mutlaka arardı kocası. Nesime Ana, “Gevşek kalpli,” derdi damadı Macit’e. Adam yine geç kalmıştı. Dörtte çıksa yetişiyor halbuki. Altmış yaşın bitkinliği ona da konakladı zağar.

Narin aradığında Macit direksiyonda kendi kendine söyleniyordu. “Saatin beşine kalırsan, genelev sermayesi gibi başına her gelene razı olursun işte böyle.” Hurşit Baba kapısında yığılıp kaldığından beri dağ evinden ayrılmıyordu Nesime Anne. Baba yatakta günlere pay etti canını, Macit her gün bu trafiğe. Tırlatmadan yetişirsen sofraya ne ala. Radyoda türküye eziyet eden bir adam, “Uzun ince bir yoldayım”ı söylüyor. Ezberi boktan ağrı yine aynı yerden kaptı. Birazdan mide bulantısı başlayacak, öğürtüsü yeşil. Hızını kesen cenaze arabasının arkasındaki sandığın örtüsü gibi… Ağrının vurduğu kasları gevşetiyor da ilaç, “Kalp de bir kas, aman dikkat,” demişti doktor. “Sık kullanma sakın!” Emekli de oldun otursana evinde be adam.

Narin her aradığında tedirgin oluyordu Macit. Sadece Hurşit Baba’ya bir şey olursa Narin’i teselli etmek zorunda kalacağı için değil. Bedeni ismiyle müsemma karısından Macit’e kalanla yürüyen bu evlilik, karısının yasını da taşır mıydı bilemiyordu. Narin bir torba kemik, Macit’in hımbıl metabolizması genetikti. Çağrısını görünce Narin’i aradı. Kadın, coşkusu yatalak sesiyle, “Sarımsak al,” dedi. "Gülü soluncaya, seni ölünceye kadar seveceğim." Ah, şiirli bir kadın olaydı karısı… Hâlâ tükenmemiş ümidine ilendi. Yeşili yeşil görmezdi Narin. Hayatı sis renginde severdi. Hiç’i yok, hep’e muhtaç bir fani. Onunla konuşurken, sözcüklerinin dili boğazına çekilirdi. Söylediklerinin, niyetiyle uyumunu tartmak için birbiriyle geçinemeyen parantezler açardı kadın. Macit’in gözleri yuvalarına sığmaz, bedenini geren çift öküzün altındaki buzağı bir türlü bulunamazdı. Radyoyu kurcaladı. “Ben küskünüm feleğe, düştüm bitmez çileye,” diyen soliste kahrı sessiz eşlik etti.

Şehrin trafiğinden nihayet çıkabilmişti. Buradan itibaren tam on yedi geniş viraj dönecek, ikisi yukarı dördü aşağı altı rampayı geçecek, kapısında, “Her can ölümü tadacaktır!” yazan mezarlığın yanındaki tali yol tabelasından sağa dönerek sekiz kilometre daha yol alacaktı. Klimayı çalıştıramadı. Son yokuşu çıkarken vitesi üçe alıp gaza bastı. Araba, bağırtısına rağmen hız alamadı. Metin ustanın son kontrolde, “Baskı balata kaçırıyor bu araç ihmale gelmez Macit Bey,” dediğini hatırladı. Nihayet eve ulaştı. Direksiyonu okşarken, “Az daha dayan kızım. Bayram geçsin, çaresine bakacağım,” diye fısıldadı. Geçen hafta, otomatik vitesli araç için yaptığı pazarlığı düşündü. Sağ bacağını sıvazladı. Ruhu avaz avaz açken bedenini işitemiyordu insan. Aracını park edip indi. Sigarandan yoruldum, diyen ciğerlerine kulak asmadan bir tane yaktı. Parmaklarının soğuktan morarmaya başladığını zannetti. İzmariti atıp kapıyı çaldı. Yarın sabah bu yolu tekrar kat edeceği düşüncesi tabanlarını sızlattı. Karnı guruldadı. Bayrama birkaç gün kalmışken, sohbeti tek tük sofranın bu akşamki konusu belliydi.

Oysa Macit hiç sevmezdi kurban bayramlarını. Hatırlayabildiği en küçük yaşında zihninin arka sayfalarına yerleşmiş vahşet görüntülerindendi muhtemelen. Bir hafta on gün öncesinden eve getirilen koyun ya da koç, evin kömürlüğüne kapatılır, çocuklara da onu beslemeleri, sevip okşamaları tembihlenirdi. Macit, hayvanın kurban edileceğini hissettiğine inanırdı. Hayvancağızın alnının tam ortasından kaşlarının arasına bir nazar boncuğu sarkardı. Bazılarının sırtlarında ya da alınlarında pas turuncusu bir renk halesi bulunurdu. Bunun kına olduğunu ve kınalı kuzu tamlamasının buradan geldiğini o yıllarda öğrenmişti.

Macit evde kısa süreliğine misafir edilen kurbanı elleriyle -bazen gizli gizli- besler, dışkısının ne kadar iğrenç koktuğuna aldırmadan gözlerinin içine bakarak arkadaşlık ederdi. Kınalı kısımlarını okşamayı da ihmal etmezdi. Hayvana bayram sabahı son bir su içirilirdi. “Anlıyor,” derdi, içinden. Çok değil birkaç saat sonra kanının hunharca akıtılacağını hissediyor.

Sevmezdi kurban bayramlarını. Çünkü her bayram sabahı ya kasap ya da kasap kılığına girmiş eniştesi -veya dayısı (ona göre cellatlar)- izni Yaradan’dan almış, ellerinde birer keskin bıçak, günlerdir sevdiği, bağ kurduğu, dostluğuna güvenen o kınalı kuzuyu ayaklarını sürümesine aldırmadan çekiştire çekiştire avludaki çeşmenin başına getirirdi.

Kimse mi üzülmezdi? Kimse mi engel olmak istemezdi? Macit üzüleni görmedi, duymadı. Engel olmak isteyene hiç rastlamadı. Onunsa içinde çoktan başlamış bir kına(ma)lı ağıt. Çocuklar görmesin diyen bir tek annesi olurdu. Dayısı “bir şey olmaz abla; görsünler, dinimizin buyruğu,” derdi.

Hayvan sözde bir itina ile yere devrilir, ayakları önce karşılıklı ve sonrasında dördü birbirine bağlanırdı. Kınalı kuzunun meee’sini (niye) sadece Macit (mi) duyardı? Başında kaç çocuk kaç yetişkin varsa o kadar meeeee, meee, meee. Kana susamış ejderha gözlü bıçak kınalının boğazına dayanır, Macit’in bilmediği dilde ama aşina makamda bir dua şarkısı celladın huşu dolu nefesinden çalardı.

Katilin bıçağı hayvanın boğazını boydan boya tek hareketle çizer; kurban can çekişmeye başladığında acısı azalsın diye nefes borusu kopartılırdı. Hayvan, göğsündeki son hırıltıyı, boğazından kallavi bir küfür gibi savururdu kavanoz dipli dünyaya. Birbirine saygısızca düğümlenmiş o dört ayak hayatın sillesine karşılık umarsız birkaç tekme sallardı. Ama dinimizin buyurduğu hayatın tokadı kıvırcık koç tekmesinden ağırdı. Oysa Macit’in göğüs kafesinden taşardı yer gök. Meee… meee… et-meee… kes-meee… Çırpı bacaklarının titrediğini gören var mı diye etrafına bakardı. Erkek dediğin korkmazdı.

Mangalda tüterken kınalının her uzvu, “Yiyesim yok,” demek ne haddine! Ağzına tıkılanı çiğner çiğner yutamazdı. Gözlerine yaşlar dolar, azarlanırdı bir güzel. Sonunda tükürüp başlardı ağlamaya. Ağlaya ağlaya koyunları bile sayamadan uykuya dalardı. Kaç bayram oldu? Sayacak gücü kendinde bulamazdı. Her birini ne çok sevmişti üstelik. Narin’e ödemişti hepsinin bedelini. Narin de Macit’i aynen böyle sevmişti işte. Onu, aşkın en harlı ateşinde mangal yapıp gözlerine baka baka seneler var yiyordu.

Zili çaldı. Kapıyı Narin açtı. Ellerini yıkayıp salona geçti. Ziyarete gelmiş tanımadığı üç beş uzak akrabayı isteksiz selamladıktan sonra Hurşit Baba’nın yatağına yöneldi. Kaybolmaya yüz tutmuş bir dilin gırtlaktan boğumlanan sözcükleri gibiydi babanın göğsündeki hırıltılar. Gözleri retinasını delmiş, bakışları tavana yapışıktı. Ağzı, rant için inşa edilmiş karanlık bir tünel iştahıyla açılmıştı. Öksürüksüz nefesinin sunduğu şerbet, odadakilerin nabzına iyi geliyor muydu acaba? Akraba meclisinde çözülmemiş muamma. Ömrünü yemişin ağzının sağ tarafından akan salyayı, eski esere kesmiş tülbendinin ucuyla sildi Nesime. “Oyy taveni, olo taveni,” diye ağlamalı söylendi.

“Yokluk gördük kızım biz,” dedi, her anlattığında daha çok bezginleşen sesiyle.

“Savurmadık, şükür savrulmadık sizin gibi. Aynı evin içinde yaşadım ben kayınım, kaynanam, kaynatam, görümcem, bir de görümcemin kaynanası. Dengimiz, rengimiz var idi. Soldu gitti hepisi.”

Odadakiler kadının ritmi sekmez anlatımını bilmem kaçıncı defasına rağmen sabırla dinlerken, çoktan ezberlere kazınmış hikâye kasvetli odaya kanlı canlı yığıldı.

“Zilipuş.”

Bir tek kaynanası, “Zilipuş.” diye çağırırdı Nesime’yi. Öfkesinden mi sevgisinden mi hiç bilinmezdi. Vartevor’a beş ay kala evlenmişlerdi Hurşit’le. Hava çorabı dört kat giydireninden halliceyken Nesime gelinlik giymişti on beşinde. Hurşit, ertesi sabah, Dudi konağındaki sözde mahrem odalarından çıkmadan, beş tırnaklı şapalahı artık karısı olmuş Nesime’nin suratına yapıştırmıştı. Çarşaf evin büyüklerine gösterilirken duran zaman, konu evdeki işler olunca coşkun akan dere oldu Nesime’ye. Çay demlenecek. Tel dolaptan Vita yağı indirilecek. Fasulye kavrulacak. Turşu kurulacak. İçine tıkılmış kendinden başka kimsesi yok konuşacak. Büyük bal seviyor, küçüğe azıcık dut pekmezi. Hep azıcık yer o kudik. Yemeye mecali yok totolozun. Uşak yedisine geldi, on iki kilo. Doğuştan nafile.

Sahura güllaç istiyor kayını. Kocası -sahuru vurmadan saat- kadınlık. O ne demekse. Kaynatasına uykudan önce ayran yapacak. Güğümlere su dolduracak. Büyük büyük ana hamamda foşul foşul yıkanacak.

Çocuksuz dul görümcenin ikindi namazından önce bitirdiği şal için saçak yapılacak. Görümcenin hayattan kopmasın diye ördüğü şalı, mukabeleden birisi kendi gelinine alacak. Görümce, kuru toprak rengi yün çilesinin bir ucunu Nesime’nin sağ bileğine, diğerini sol bileğine takacak. Kollar iki yana, çilenin çapı kadar açık olacak. Çileden yumak olana kadar, Nesime görümcesinin karşısında kımıldamadan öylece oturacak. Ortanca doymamış, Akşam yemeği için patatesler soyulmamış. Aybaşısı sabah bitmiş, gusül bile alınmamış. Bilse kaynana, çanına tıkar otu. Çamaşırın topu, sofanın tozu, pilavın tuzu. Sofra kursa iskemlesi yok, oruç tutsa iftarı. Bunca kalabalıkta görünmeyen bir tek o. Allah böyle yazmış yazısını. Bu dokuzuna heder. Gülmek istese gülemez, ölmek istese ölemez. Anasından miras, hacıyatmaz bir keder.

Odadakiler bilmem kaçıncı defa dinledikleri kurbanı bilmem kaçıncı vah vah ile yemlerken kuzinenin üstündeki çaydanlık buharlı tren gibi pısladı. Misafirler müsaade isteyip kalktılar. Nesime Ana başındaki tülbentin uçlarıyla kurumuş göz pınarlarındaki çapakları temizledi.

“Sence de eskimedi mi artık o?” diye sordu Narin.

“Eskimedi.” dedi.

Eskimezdi. Kaç çift kancık arkadaş gözü değmişti ona kim bilir? Nice samimiyetsiz akraba dokunmuştu ciğerdeldilerine. Her dönüşte merkeze batardı iğne. Zaman ne kadar eskise Nesime’nin tülbenti eskimezdi. Suskunluğu kadar eskiydi oysa elibelindeleri. Nesime sustuğunda bir yıldız parlardı. Nesime parlayan yıldıza dualı bakar, yine susardı. Nesime en iyi, susma tekniği ile yıldız yapardı. Hurşit işte akşama kadar çalışır parlar, karısı gıcırdayan kafeste susardı.

“Anne dışarıdan yiyelim mi yarın akşam? Macit getirse bir şeyler şehirden?”

“Evdekini ne yapalım?”

Aklını kaçırmışlığından utandı Narin.

“N’olmuş evdekine?”

Nesime’de ses yok. Kazağının ilmeği omuz başından çekilmiş damarları bileğinden.

“Oğlun aradı ha bugün.”

“Hangisi?”

“Muğla’daki.”

Cevap yok.

“Ne zaman bırakacaksın bu deve inadını he anne?”

Tığ suskunu Nesime…

“Gözünden yaş gelmiyor artık hasretinden.”

Patiğe devam.

“İşini yapıyor adam, ne yapsın? Kolay mı sanıyorsun sen onca kurdun, yılanın arasında ayakta kalmak.”

“Afkurma bana! Atmaca gönderdim ben onu. Oldu başıma domuz!”

“Anne yapma böyle. Halil abim bir tanedir. Kimseyi üzmez, üzmek istemez. Hepimiz için çalışıyor. Sadece bizim değil bak memleketin gururu oldu adam. Bir sana yaranamadı.”

“Neme yaranacak holova! Ses etmeyelim, HES etsinler öyle mi… Havadan kuş kapar idi derelerin suları.”

“Anne, adam koca işletmenin mühendisi. Bütün projeleri o yürütüyor.”

“Kendisi gibi kotkafaları işletir o anca. Doğru diyorsun hele. Yürütüyorlar. Memleketin toprağını suyunu birlikte yürüttüler. Kaçkar’ın bulutunu kuruttular. İmansızlar!”

Narin televizyon açmayı akıl etmese şimşirleri vuran mantar gibi saracaktı geceyi Nesime Annenin söylenmeleri. Kumandayı sehpaya bıraktı. Pencere kenarında yatan babasının nefesini duymak için yanına yaklaştı. Mumya kadar katı adamın ayaklarını avucunun içine alıp ısıtmaya çalıştı. Babası bu cihaza bağlanalı tam doksan dört gün olmuştu. Üç ay zor dayanır demişti doktor ama eski topraktı Hurşit. Adını, Dudi Konağı’nı yaptıran babasının dedesi Hurşit Ağa’dan almıştı. Rusya gurbeti görmüştü Hurşit Ağa. Oğulları fırıncılık, torunları pastacılık öğrenmiş, sonra da büyük şehirlere göç etmişlerdi. Seksen yaşında memleketine döndüğünde kimseyle görüşmek istememişti Hurşit Ağa. Tek tük ziyaret edebilenler, “Canı çekilmiş,” diye anlatırlardı ağayı. Yüz dördüne kadar yaşamıştı Hurşit Ağa çekilmiş canıyla. Babası da yaşar mıydı?

Narin’in babasının diri ya da ölü olması neyi değiştirebilirdi? Narin ile Macit’in evliliğinin ayakları çoktan buza kesmiş, gövdesinden kanı çekilmişti. Sırt sırta dönüp bir yatakta iki yastıkta bir gece daha kocadılar.

Narin hiç uyumadı çünkü karnındaki boşluğa babasını bir türlü sığdıramadı. Otuz beş kış önce, “Kanını zehirliyor.” diye aldıkları bebeğin karnında kendisi fark etmeden nasıl ölmüş olabileceğinin cevabını yıllar oldu bulamadı. Keşke yatakta kocasına sırt sırta değil de sırt üstü yatsaydı. Anneliği can çekişti. Bir daha çocukları olmadı.

Macit sabah erkenden şehre gitti. Uykusunu alamamıştı. Yol boyunca Narin aramasın diye dua etti. Sıkıntılı geçen iş gününün son toplantısında, eliyle ağzını kapatmaya fırsat bulamadan, geğirdi. Öğlen şirkette yediği biber dolmasının soğanları ölmemişti. Mesai bitiminde Narin’i aradı. Uykusuzum dedi. O gece şehirdeki evde kalacağını söyledi. Uzun yolu gözü yememişti. Acil bir durum olursa Narin zaten arardı. Sitenin bulunduğu sokağın başında arabası motor sardı. Arabayı olduğu yerde bıraktı. Siteye yürürken Metin Usta’yı aradı.

Birinci katta oturdukları için kullanmadığı asansörü o gün de kullanmadığına pişman oldu. Dizleri bacaklarını tutmuyor gibiydi. Evli erkek alışkanlığıyla zili çaldı. Çok uykusu vardı. Avucundaki anahtar tomarından evinkini bulmakta zorlandı. Ayakkabılarını kapının önünde çıkardı. Göz kapaklarına çöken uyku, ayakkabılarını içeri alması için birkaç saniye bile veremeyecek kadar cimri davrandı. Kapıyı kapattı. Salon girişindeki sehpanın üzerinde bir kâğıt havlu rulosu kurumuş kütük renginde yatıyordu. Geçen hafta kazara devirdiği kahve kupasını anımsadı. Narin gördüğünde canına okuyacaktı. Mecalsiz, koltuğa yığıldı.

Sabahın ayamadığı karanlığında evdeki iki telefonun aynı anda çalan sesine uyandı. Ev telefonunun sesi daha gürültülü ve ısrarcıydı ama o yakınındaki cep telefonunu yanıtladı.

“Alo?”

“Macit! Macit!”

“Ne var? Saat kaç? Ne var?”

“Gidiyor Macit, gidiyor! Çabuk gel!”

“Arabam yok Narin.”

“Arabam yok ne demek…”

“Ambulans çağırdın mı? Ambulans çağır. Kapat ben arayayım. Arabam yok Narin. Ağlama.”

Akan bir saat içerisinde şehir merkezindeki hastanede buluştular. Durumu ağırmış. Narin, altı gün altı gece başından ayrılmadı. Nafile. Azrail’in pençesi amansızdı. Nesime Anne, bu defa yeşil örtülü tabutuna muntazam çakılı çiviler yüzünden, yine dilsiz, hem de sağırdı. Hurşit Baba yüz gündür kalkamadığı yatağında bir soluk verdi, bir daha almadı. Kanada’daki büyük oğlana ulaşılamadı. Helalliksiz Halil cenazeye katılmadı. Narin odasını ayırıp yasıyla yattı. Macit otomatik vitesli bir araba aldı.


Fatma Esin Kalyoncu

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page