top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ferhat Üzel- Galata'da Bir Yol

Kelimeler... Düşünceler... İnsanlar... Hiçbir şey yapmak istemiyorum. İnsanlarla konuşmak istemiyorum. Birkaç satır yazı yazmak istemiyorum. Bir konu hakkında derin(!) bilgilerimle düşünmek istemiyorum. Tümden gelmek de istemiyorum tüme varmak da. Sadece burada oturup kahvemi yudumlamak istiyorum. Galata’nın yamuk fönlü baristasından alıp sessizce masama getirdiğim bu kahveyi güzelce koklayıp yudumlamaya başlıyorum. Çünkü bunu istiyorum. Gerçekten istediklerimiz olurmuş ya. Biraz bekleyince tabii. Ben o kadar beklemiyorum işte. Kahve içmek istiyorum. Gidiyorum, kahvemi alıyorum ve içiyorum. Bu şekilde bütün isteklerimi gerçekleştiriyorum. Bir kitap mı yazsam “The Reality of Secret,” diye. Girişe de şey yazarım, “Aç köpekler gibi bir şeyler istemeyi bırakın, Tanrı sizin isteklerinizden sıkıldı.”

Hayır, adam gelmiş bana diyor ki “Düşünce gücüyle gözümün rengini değiştirdim.” Ulan sen böyle bir güce sahipsin ve bunu göz rengini değiştirmek için mi kullandın? Bugün hiçbir şey yapmayacağım. Etrafımda insanlar var. Ben en köşe masada, yani kendi masamdayım. Zaten baristanın sosyolojik tespitlerini de dinledik yeteri kadar. Geriye sadece yolu ve binaları seyretmek kalıyor. Neymiş, bizim insanımız kart şifresini girmek için bile komut bekliyormuş da Avrupa’da böyle değilmiş de... Keşke barista olacağına sosyoloji profesörü olsaydın, Olsaydın da herkes bir rahatlasaydı. Yamuk fönlü, bohem, gevşek ağız konuşan bir sosyoloji profesörü...

Bugün kimseyi istemiyorum, içimde de dışımda da... Hep bir şeyler yapmak zorundayım ama… Bir hedefe varmak için koşuşturmak. Hedef olmayınca hayat ne kadar anlamsız. Hedefim olunca da neden bir hedefim var ve neden bu hedef uğruna bu kadar çok şey yapmak zorundayım demekte takılıyorum. Sonunda nereye varacağım ki? Cennete mi? Sıkılırım ben. Cennette sonsuza kadar ırmaklardan süt içip kadınlarla mı sevişeceğim? Sonsuza kadar? Hiç çekilmez. Üzülsem de bu hayatın bir gün biteceğine, teselli ikramiyesi gibi bu ölüm. Karşımdaki yol güzel, gökyüzü güzel, Galata’nın tarihi binaları güzel... Kahve aldım. Tadı güzel. Daha?

Kahvemi yudumlamaya devam ediyorum. Kulenin yukarısında İstiklal ve Meşrutiyet’in kuyruklarının birleştiği noktadayım. Düt! Düt! Düüüt! Bir anda yoldan geçen arabalar kornalara basmaya başlıyor. Gürültü artıyor. Herkeste bir panik hali, uğultular... Arabalar hızla geçip arkalarından gelen ambulanslara yol açıyorlar. Bir yerlerde dünya yanıyor yine, hep bir yerlerde birilerinin dünyası yanar.

Yemek molam bitmek üzere. Ambulanslar arttıkça artıyor. Altı, yedi, sekiz, dokuz... Dokuz dünya yanıyor belki de. Hiçbiri benim dünyam değil. Ben işe gecikmeyeyim. Tam doğruluyorum, yanımdaki amca gelip “Ne oluyor sence,” diyor. Bilmiyorum, diyorum. Kafamı kaldırınca yolun tam ortasındaki ekranda yine o malum animasyonu görüyorum. Zencefilli kurabiyeye benzeyen hamurdan adam, ağırlık kaldırıyor. Spor yapıyor. Sonra birden ağırlığın altında kalıp parçalara ayrılıyor. Ne bir slogan var ne de reklam olduğuna dair bir ipucu. Hay arkadaş... Ambulanslar, uğultular, amcanın ha bire “Noluyor?” diye sorup durması, hamurdan adam… Ekranda başka bir yazı beliriyor sonra. Belediye başkanının fotoğrafı altında “İnandığın yolda hiç durmadan yürü,” yazıyor. İnandığım yol yok. Bir yolda da yürümeyeceğim. Sadece kafeden işe yürüyeceğim. Hem de hemen! Amca bu sefer “Endişeleniyor musun?” diye soruyor. Hayır, diyorum. Bir siktir git amca, ben ne yapayım? Hızlı adımlarla mağazaya varıyorum. Mağazada gergin bir atmosfer hâkim. “Ne oldu?” diye soruyorum arkadaşıma. “Bomba patladı İstiklal’de,” diyor. Sessizlik... “Nasıl lan?” diyorum içime kaçarak. Sonra dışıma çıkıyorum; nerede, ne zaman, neden? “Az önce işte söyledim ya! İstiklal’ de olmuş, duymadın mı?” diyor arkadaşım. Duymadım, diyorum.

İki yüz metre yakınıma gelse benim dünyam yanacaktı. Cennette sevişirken sıkılmayı düşünecek miydim o zaman? Mağazanın önüne çıkıp bir sigara içiyorum. Yarısına gelince önümdeki caddede bulunan herkes bir anda aşağı doğru -bağırarak- koşmaya başlıyor. Ayaklarımdan tepeme kadar bir damar çekiliyor. Gergin bedenim ve yüzümdeki aptal gülümsemeyle ne yapacağımı bilemiyorum. Algımın sınırları daralıyor. Sadece içeri geçip kapıyı kapatmaya çalışıyorum. Mağazadakiler telaşlı. Yönetici, “Kapıları kapatın, mankenleri geri çekin,” diye bağırıyor. Ben “Askerleri geri çekin,” anlıyorum. Kapıyı bırakıyorum. Mankenleri birer askermiş gibi geri çekiyorum. “Önce kapı,” diyor. Tamam, emir anlaşıldı komutanım, diyorum. Kapıyı kapatmaya çalışıyorum. İnsanlar hâlâ uğultularla aşağı doğru koşmaya devam ediyor. Kapı kapanmıyor. Mankenler geri çekilmiyor. İçeriye çocuklu bir çift sığınmak istiyor. Bir de kafede beni yoran amca. “İçeri girebilir miyiz?” diye soruyorlar. “Tabii,” diyorum. Mankenleri çekiyoruz, kapıyı bir şekilde kapatıyoruz. Yönetici “Kepenkleri indiriyorum, herkes aşağı,” diyor. “Herkes sığınağa,” diye bağırıyorum. Amca “Burada sığınak mı var?” diye soruyor. Çift “Deprem tatbikatı herhalde,” diyor.

“Ne sığınağı?” diye soruyor yönetici. Çift, çocuklarını gösteriyor elleriyle. Amca, arka sandalyeye çöreklenmiş bir sigara yakmış içiyor. Ulan köy yanıyor sen taranıyorsun be amca! Kepenkleri indiriyoruz, yöneticime bakıyorum. Sakince aşağı, depoya iniyoruz. Herkes endişeyle birbirinin suratına bakıyor. Caddedeki uğultu inceden kesilmeye başlıyor. Pencereden sokağa bakmak için ikinci kata çıkıyorum. Amca da benimle geliyor. “Sen gelme,” diyorum. “Yok geleceğim,” diye tutturuyor. “Korkma bu kadar,” diyor. “Ben bir sabah İstiklal’e geldiğimde tüm camlar paramparçaydı, tahmin et ne oldu?” diye soruyor. Ne oldu? “Tüm camcılar zengin oldu,” diyor. Sonra da gülüyor. Pencereden bakıyoruz. Ortalık sakinleşmiş. Galip Dede Caddesi bomboş. Kepenkleri açıyoruz, herkesi çıkartıyoruz. Mağaza çalışanları dahil herkes usul usul dağılıyor.

Metroya doğru hızlıca yürüyorum. Amca da yanımda. Bırakmıyor peşimi. “Şu kaldırıma oturalım da bir sigara içelim,” diyor. “Tamam,” diyorum. Soruyor “İyi misin?” “İyiyim,” diyorum. “O mağazada mı çalışıyorsun sen,” Yüzüne bakıyorum ilk defa. Tanıyorum amcayı. Her gün mağazaya gelip mankenlerin memelerini elleyen, “Bunlar benim karılarım,” diyen amca... Benim askerlerim, onun karıları… “İyi misin,” diye soruyor bilmem kaçıncı defa. Sana ne amca! Ne yapacaksın? Sırf bilmek için bilmen gerekmiyor hiçbir şeyi! Bak... Bomba patladı. İki yüz metre uzağımda. Sonra da elli metre yukarıda çatışma çıkmış... Ben bugün hiçbir şey yapmak istemiyordum! Yapmayacaktım. Bak ama neler yaptım... Korktum, kaygılandım, panikledim... Çaba sarf ettim... Kaçamıyorum işte... Kaçamıyorum! Bu iğrenç düzenden bir adım öteye kaçamıyorum. Kaçmak için neler yaptım, bir bilsen... Öldürmek istedim tüm hırslarımı... Kendi yağımda kavrulmaya, her gün gördüklerimle yetinmeye çalıştım. Ne oldu? Geldi, yine buldu beni... Her yerde buluyor işte. Otel odasında da sokakta da... Kaçış yok! Bunu anladım işte... Kafede bir şeyim yoktu. Ancak şimdi öfkeliyim. Senin için hava hoş tabii. Salmışsın kafayı, rahatlamışsın... Gelip mankenleri elliyorsun. Herkes de “Meczup bu,” diyor umursamıyor… “İyiyim amca ben,” diyorum. “Bu mağazadaki mankenleri atıyor musunuz eskiyince,” diye soruyor bu defa. Hasbinallah! Amca bi siktir git allasen. “Atmıyoruz, onlar gidiyor. Merkeze gidiyor onlar,” diyorum. “Cennet gibi be,” diyor gözlerini belerterek. Belermiş gözlerinde onun cennetini görüyorum. Ne cennet…

Metroya yaklaşıyorum. Düşünüyorum sakince. Madem kaçış yok, o halde kaçmak da yok. Varsan burada varsın, cennet de burada, cehennem de… Ölüm teselli ikramiyesi gibiymiş! Sıkılırmışım ben. İstanbul kartım basmıyor. Kartı evirip çeviriyorum, üstündeki İstanbul siluetine bakıyorum ilk defa. Muhteşem… Muhteşem…


Ferhat Üzel

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page