top of page
  • Yazarın fotoÄŸrafıİshakEdebiyat

Öykü- Figen Koşar- Sadık

Duvardaki çifte pandüllü, ağır zincirli, abanoz ağacından yapılmış İsviçre saatinin gongu gece yarısının geldiğini haber verdi. Başını yanında inişli çıkışlı horultularla öte âlemlerde dolaşan karısından yana çevirdi Sadık. Gittiği diyarlardan kolay dönmeyeceğine emin olunca önce sağ ayağını sonra sol ayağını indirdi yataktan. İnce hırkasını omuzlarına, yakın gözlüğünü hırkasının cebine yerleştirdi. İpek pijamasının yakasını düzeltti.

Yusuf'un dizüstü bilgisayarı ceviz masanın üzerindeydi. Ahşapları hakiki varak kaplanmış ağır kadife sandalyeye yerleştirdi sızlayan mabadını. Kaşmir hırkasının diğer cebinden özenle katlanmış iki not kâğıdı çıkardı. İlkinde elektrik faturasını öderim diye torunundan aldığı bilgisayarın açılış şifresi, ikincisinde Hulusi kerkenezinin kaşla göz arasında yazıp eline tutuşturduğu adres vardı. Gözlüğünü burnunun üzerine yerleştirdi, hırkasının sarkan kolunu düzeltti. Derin bir nefes alıp, hafifçe öksürerek boğazını temizledi. Sonra Allah seni kahretsin Sadık deyip öksürüğünü duyan biri var mı, diye geceyi dinledi. Sessizlik uzayıp gitti karanlığın içinde. Kâğıdın üzerindeki harf ve sembolleri tek parmakla, büyük, küçük ve noktalarına dikkat ederek tuşladı. Öyle demişti Yusuf. İlk seferde ekran açılınca başardığı işten memnun arkasına yaslandı. Ne kurtulmuştu ki şimdiye kadar elinden. Şu musibet hariç. Onun da sonu yakındı evvel Allah. Omuzlarını dikleştirip ikinci kâğıdı aldı eline. Yabancı lisanda yazılmış site adını tuşladı. Aradığını bulmuştu işte. Gözleri ışıldadı.

Samantha, Eva, Carol, Lucy. Ama hangisi? Titiz adamdı Sadık. Para ödediği bir mala öyle kolayca karar veremezdi. Kolay mı? Üç kuşaktır Denizli'de Buldan ticaretinde söz sahibiydi ailesi. Dedesi Saim Efendi pamuğun en iyisini bulmak için Adana'ya gider, uçsuz bucaksız tarlaları dolaşır, eller, yoklar, koklar öyle karar verirdi malın hasına. Sonu gelmez pazarlıklara Sadık’ı da sürüklemeye başlamıştı on beşinden itibaren. Onu da kendi ölçülerine göre tartmış, oğlundan bir cacık olmayacağını ama torununun evvel Allah ticaretin tozunu arttıracağını sezmişti deneyimli gözleri. Pazarlıklar tatlıya bağlanınca muhakkak Seyhan kıyısındaki pavyonda noktalanırdı günleri. Eline kadın eli değmemiş Sadık ilk orada tanışmıştı baygın bakışlar, diri memeler, yuvarlak kalçalarla. Saim Efendi torununun her cihetten eğitimine aşırı ihtimam gösterirdi. Denizli'nin en büyük tüccarlarından Saim Efendi'nin veliahtına Yıldız pavyonun yosmaları da muamelede kusur etmezdi.

Sayfaya bir kez daha göz gezdirdi. Vakit dardı. Emel Hanım fark etmeden yatağa dönmeliydi, ama nasıl karar verecekti. Alışveriş dediğin kolay bir şey değildi ki. Saim Efendi'nin de sık sık hatırlattığı gibi para kolay kazanılmıyordu. O cihetten para vereceği bir malı seçerken kazandığı ölçüde dikkat etmeliydi. Eline almalı, evirmeli çevirmeli, malzemesine, üretim kalitesine bakmalıydı. Koklamalı, gerekirse tatmalı. Bu düsturdan geçen Sadık ampul bile alsa en az üç kez giderdi mağazaya. Açıklamalara bakarsam belki çıkarım işin içinden diye düşündü. Boylar standart, 1.58, 1.60. Ölçüler 86- 57- 85. Üç işlevli. Birinci sınıf, kaliteli, lüks. Geç onları, dedi. Nasılsa bir kullanımlık, iş görsün yeter. Bir kullanımlık bile olsa doğru olanı seçtiğine emin olmalıydı. Ama nasıl?

Her sabah balık haline kadar yürür, sahildeki kır kahvesinde ilk çayını içip, fırından koca bir tekerlek Trabzon ekmeği alarak dönerdi eve Sadık. Emel Hanım da o yürüyüşteyken uyanmış olur, bahçeden topladığı taze otlar, mis gibi domatesler ve biberlerle kurmuş olurdu verandadaki kahvaltı masasını. Aman ağzımızın tadı kaçmasın dedikçe tadını kaçıran derdini kır kahvesinde rastladığı Hulusi Bey’e çıtlatmış, o da bu aklı vermişti. Üç yaz önce Ayvalık’ta onun da başına gelmişti de böyle def etmişti musibeti. Kerkenez! Olur mu canım hiç bu yaştan sonra, çoluk çocuk var evde. Ama bir haftadır denediği türlü metotlarla yine muvaffak olamayınca çaresiz yola gelmişti.

Hafta sonu çocuklar Denizli’ye gidecekti. Kısıtlı zaman, seçenekleri azalttı. Lucy otomatik olarak düştü listeden. Bir ihtimali eleyince hafif bir rahatlama geldi, arkasına yaslandı.

Samantha, kumral. Balköpüğü dalgalı saçları dik memelerinin uçlarını örtecek kadar uzun. İlk kez ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalıştı Sema’yı. Okula giderken miydi? Tabii ya! Kapının önünde pamuk şeker alıyordu kardeşine. Mahalleye yeni taşınmışlardı. Göz göze geldiklerinde kalbi havalandı ve usulca yerleşti yerine. Kulaklarına bir sıcaklık yayıldı. Sonra aynı okulda olduklarını fark etti. Bir gün gizlice sınıfına girip bahçeden kopardığı pembe gülü bıraktı çantasına. Çıkışını takip etti. Gül goncasına dönüşmüş titrek dudaklar, kaçamak mahcup bakışları görünce doğru yolda olduğunu anladı. Ah on dört yaş! On dördünde ay parçası Sema. Okuldan sonra alt sokağa kadar birlikte yürümeler, cebine o görmeden şiirler sokuşturmalar. Parmakların yaklaşması, mıknatıs gibi kollarındaki tüylerin bile birbirine yönelmesi de ellerin bir türlü kavuşamaması. Kalbin gümbür gümbür, aklın havada. Aşk sen ne güzelsin. Ve de ne tedbirsiz! Müşkülpesent bir komşunun uçuşan gençleri görüp hikâyenin kötü kahramanı babaya gammazlamasıyla pembe dünyanın kararması bir oldu. Önce kıza sağlam bir dayak, sonra ev hapsi. Sonra da mahalleden kaybolup gitme. Giderken Sadık’ın uçuşan kalbini, masumiyetini de yanında götürme. Çok sonraları duymuştu bir Harbiyeliye vardığını Sema'nın, iki oğlu olduğunu, diyar diyar gezdiğini. Yıllar sonra bir gün Kemeraltı’nda denk gelmişlerdi. Göz altları halkalanmış, bal köpüğü saçlarının feri sönmüştü kadının. Ama titrek gül goncası yerindeydi hâlâ. Feleğin çemberini hulahop yapmış Sadık’ın yine eli ayağına dolaşsa da bu kez cesaretini toplayıp Hisarönü’ne bademli kazandibi yemeye davet etmişti. Sessizce tatlılarını kaşıklarken, mahcup bakışlarla yâd etmişlerdi geçmişi. Ya farklı olsaydı sorusu akıllarından geçmişti de ağızlarından dökülememişti yol bulup. Sonra yine utangaç, yarım yamalak bir vedayla çıkıp gitmişlerdi birbirlerinin hayatından. Samantha Sema. Gel desem gelir misin acaba? Sen olmayasın bu derdin ilacı?

Yeşil gözlü, yangın saçlı Eva'ya kaydı gözü sonra. Şuh dudaklar, çapkın bakışlar. Sıcak, nemli, baygın kokulu Seyhan geceleri. Arada esen ılık rüzgâr, Alev’in amber kokusunu taşıyor burnuna burnuna. İnce, uzun parmaklar utangaç ellerine uzanıyor. Nemli avucu kadının dizinde. Payetli etek gitgide daha kısalıyor. Beyaz kalçalardan taşan kırmızı dantel külot. Bakmamaya çalıştıkça kasıklarını basan yangın. Tecrübeli bir el elini tutup sürüklüyor ilk kez tanıştığı kadın vücudunun girinti çıkıntılarında. Parmak uçlarına kadar titriyor dokundukça. Nefes nefese çıkılan basamaklar, kırmızı loş ışık, tütün kokan beyaz çarşaf, dudağına değen viski kadehi, kasıklarına serilmiş alevden saclar. Sabaha karşı aynı merdivenden tazelenmiş, canlanmış, dünyanın bütün gizemini çözmüş, yaşıtlarına yıllarca fark atmış bir Sadık iniyor.

Ekrandan bakan Eva’nın çapkın bakışlarıyla buluşuyor bir kez daha gözleri. Genzini belli belirsiz bir amber kokusu yokluyor. Acaba? Sonra yok yok diyor, değiştiriyor sayfayı. Alevden öğreneceğimi öğrendim ben, kâfi. Kızıl saçlar Seyhan'ın karanlık suları ile buluşuyor.

Sarı saçlı, mavi gözlü, yuvarlak dolgun memeli hoppacık Lucy yarı açık ağzıyla tatlı tatlı gülüyor şimdi Sadığa. Elli yıl önceye gidiyor aklı. İlk nerde görmüştü onu? Plakçıda mı? Evet evet. Evinin olduğu kesme taşlı dar sokağın köşesindeki plakçıda kasada çalışıyordu Linda. Boney M’in yeni çıkan plağını almak için parası çıkışmamıştı da üzgün gözlerle yerine bırakırken bir iki fenik kendi cebinden vermişti kız. "Kabul ederim ama yarın akşam bira ısmarlarım," demişti Sadık. Kocaman bir gülümseme yayılmıştı kızın yüzüne. "Bu Alman kızları çok rahat oluyor, sen istemeden veriyor," diyen, "Dil dile değmeden dil öğrenilmez," diyen abaza arkadaşlarının tüm dedikleri çıkmıştı kısa zamanda. Linda’nın dili dilinde yuvarlandıkça bülbül gibi şakır olmuştu Almanca’yı. Kim ne derse desin şehvetin ve aşkın ilk kez aynı bedende, aynı tende buluşmuş haliydi Linda. Kısa zamanda her yere birlikte gider olmuşlardı. İçki içmeyi, röşti pişirmeyi, kayak kaymayı kızdan öğrenmişti Almanca gibi. Kiradan tasarruf etmek için Linda Sadık’ın nehri gören tek oda dairesine yerleşti üç ay sonra. Ama makus talih bir kez daha çalıştı. Saadetini kıskanan gammazcı arkadaşları girdi devreye bu kez de. Dedikodular Hamburg'u aşıp tee İzmir'e yol yapınca, yolun sonundaki Saim Efendi ve Rumeysa hanım onca yolu aşıp bir sabah dayanıverdiler dairenin kapısına. Linda’yı saçından tutup sokağa atmakla, Sadık’ı önlerine katıp İzmir’e kaçırmakla kurtarmış oldular torunlarını gâvur gelin ihtimalinden. Karabağlar’da üç katlı mobilya dükkânı açtı Saim Bey Sadık’a. Rumeysa Hanım Güzelyalı'da babadan kalma deniz gören dairesini dayayıp döşedi. Denizli eşrafından Bahri Bey'in kızı on beşindeki boncuk gözlü Emel'i yerleştirdi içine. Bak senin saadetin burada dediler bundan sonra. Emel arka arkaya iki evlat verdi Sadık Bey'e. Biri kız biri oğlan. Saadetleri pekişti. Ama eksikti. Huzur ve seks aynı bedendeydi de aşk neredeydi, şehvet neredeydi? Lucy Linda zaten hafta sonuna yetişemiyordu. Elli yıl önceki gibi ihtimal dahi olamıyordu. Üzgün üzgün değiştirdi sayfayı Sadık.

Kara kaşlı, kara gözlü, kavruk tenli, gece saçlı Carol belirdi sayfada. Eli ayağı titredi, dizlerini ovuşturdu, oturuşunu düzeltti. Kudretinden sual olunmaz ya rabbim deyip hırkasına iyice büründü.

Eve barka karışıp Linda’dan umudu kesince işe güce sardı Sadık. Mobilya dükkânlarını üçledi. Bu işlerde nüfuzlu ahbap gerekir diyen Saim Efendi'nin öğüdüyle ucundan siyasete bulaştı, sonra ocak başkanı oldu. Yeni dükkânların tadilatında inşaat firması lazım olunca ocaktan arkadaşların tavsiyesiyle buldu Kudret İnşaat'ı. Kudret Bey diye ziyarete gittiği firma sahibi Kudret Hanım çıktı. Mardin'den İzmir'e göç eden bir ailenin kızıydı Kudret. Dediğim dedik çaldığım düdük, lafı gediğine koyan, kimseden sakınmayan, tuttuğunu koparan, erkek isimli, erkek tavırlı, kadın kılığına girmiş bir yırtıcıydı. Tırnaklarımla kazıya kazıya geldim ben buralara diyordu. İstediğimi almak hakkım. Sadık Bey’i de istemişti. Ve tabii ki de almıştı. Bir kez daha ipleri eline verecek bir kadın bulmuştu Sadık. Dışarıda kükreyip Kudret’in koynunda huzur buluyordu. Bir kez daha aşk, şehvet ve tutku aynı bedendeydi. Kordon boyu, Fuar geceleri, Çeşme, Alaçatı, Foça yetmedi aşklarına. Kıbrıs'a kumar oynamaya, Monaco'ya yarış izlemeye, Rodos'a yüzmeye gittiler. Belarus'undan Zanzibar’ına diyar diyar dünyayı gezdiler. On beş yıl geçti böyle böyle. Kudret evlenelim diye tutturmamış, Emel duysa da duymuş gibi davranmamıştı. Huzurum kaçmasın diyen hanım kadın, mutluluk haplarıyla susturmuştu sağdan soldan kulağına fısıldanan dedikoduları.

Çocuklar büyüyüp Güzelyalı’daki ev yetmez olunca Maltepe’de denize nazır bir arsa alıp gönlüne göre bir ev yaptırmak istedi Sadık. İnşaatı Kudret’e teslim etti tabii ki. Kudretli kadın ilk defa taze gelin edalarına girdi, ruhunun derinliklerinde kalmış tüm incelikleri çıkarıp nakış nakış işledi üç katlı villanın dört köşesine. Palmiyelerin arasında, bahçeli, havuzlu, gösterişli bir yuva yaptı sevgilisine. İnşaat bitince Sadık Bey evin de, havuz boyutunda lüks küvetinin de açılışını Kudret'le yaptı. Kendisine hobi katı olarak ayırdığı çatı katın terasında şaraplı mumlu yemek hazırladı elleriyle sevdiceğine. Kadehlerin ilk tokuşmasıyla, "Gidiyorum ben." dedi Kudret dan diye. "Şirketi İstanbul'a taşıyorum. İşler büyüdü, İzmir dar gelmeye başladı artık." Aslında dar gelen hiç söylemese de Sadık’ın üç kişilik hayatına sığmaya çalışmaktı. Sadık anladı ama hiç bir şey diyemedi, kadehini usulca bıraktı masaya. Kudret'ti işte. İlk lafı da son lafı da o söylerdi. Yok yok Carol Kudret hiç olmazdı. Yarı yolda bırakırdı o adamı.

Kudret gidince içinde kocaman bir boşluk oldu Sadığın. Bir daha hiç görüşmediler. Kadını ekonomi dergilerinden, gayrimenkul sayfalarından takip etti yıllarca. On beş yıllık sevgilisinin onu merak edip bir kere bile aramaması kırdı döktü içini. Dükkânları artık büyüyen oğlu Ahmet'e devretti. Siyasetten elini ayağını çekti. Tüm bunları kendini Kudret’e beğendirmek için yaptığını, artık bir anlamı kalmadığını fark etti hayıflanarak. Kendini sevgilisinin elleriyle yaptığı lüks eve hapsetti. Mahalledeki kediye köpeğe, gelene geçene, ota böceğe sardı. Emel Hanım büyüdükçe asileşen çocuklarına, yaşlandıkça huysuzlaşan kocasına tahammül için mutluluk haplarının dozunu arttırdı.

Tavandan gelen kuğurdamaları duyunca sinirle ayağa kalktı Sadık. Dolaptan vileda sopasını kapıp banyoya yöneldi. Tavan camına öfkeyle tıklattı bir kaç kez. Kuğurdamalar önce kesildi, tam arkasını dönüp gidiyordu ki daha yüksek başladı. Gak gak gak...

Aylardır illallah dedirtmişti bu martılar. Gelip çatıya yuva yapmışlardı başka yer yokmuş gibi. Sabaha kadar tepesinde gaklayıp uyutmuyor, sabahtan akşama kadar bahçeye sıçıyor, mobilyaları da bırakıp giden sevgilisinin özenle nakış nakış işlediği evini de boka buluyorlardı. Yetmezmiş gibi mahalledeki hemcinsleriyle birlikte havuzu hamama çevirmişlerdi. Dün sabah saydı, tam yirmi bir tane kuş vardı havuzunda.

Hışımla masaya geri döndü. Sema'da karar kılmıştı. Cebinden kredi kartını çıkarıp Samantha’nın resminin altında yazan rakamı tuşladı. İşi bittiğinde sağ köşedeki güvenli çıkışa tıkladı, ekran karardı. Usul usul yatak odasına yönelip Emel Hanım'ın ısıttığı yatağa süzüldü.

Cumartesi sabah kahvaltısı yapılmış, valizler arabaya yüklenmiş, bahçe kapısının önünde çoluk çombalağı Denizli’ye uğurluyordu. Arka koltuğa yerleşmeye çalışan Emel Hanım, "Dolapta börülce var, yanına da salata yapıverirsin. Ama keşke sen de gelseydin Sadık," deyince, "Klimacılar gelecek. Bakın siz isinize," diye tersledi.

"Bak hayvanlara ilişeyim deme sakın, gidecek onlar yavrular uçmaya başlayınca."

"Tabi tabi sana söylemesi kolay. Anasını bellediler havuzun. Bakın siz isinize. Hadi selametle," deyip bahçe kapısını kapattı arkalarından.

Nihayet yalnız kalabilmişti. Kalbi gümbür gümbür sakladığı yerden iki gün önce gelen kutuyu çıkarttı. Aferindi firmaya. Gerçekten dışarıdan belli olmayacak şekilde paketlenmişti siparişi. Bantları özenle kesip kutunun içindekileri masanın üzerine boşalttı. Kullanma kılavuzuna göz gezdirdi. Ayakla pompalanan aparatı bulup silikon hortumu yerine yerleştirdi. Hava doldukça elindeki pörsümüş nesnenin ağzı burnu, eli ayağı belirginleşmeye başladı. İşi bittiğinde tıpasını da kapatıp bir buçuk metrelik kadını kendine çevirdi. Balköpüğü saçlar, titrek gül goncası dudaklar. Aman Allah’ım bu kadar mı benzerdi? Saçlarının altından görünen dik memeleri, hafif bombeli edep yeri, çıplak kalçalarından rahatsız oldu. Kocasını boşadığından beri onlarla yaşayan kızı Ahu'nun odasına gidip dolabından askılı bir elbise aldı. Askılar biraz uzun gelmiş sağ meme kumaşın üzerinden çıkmıştı. İki askıya birer düğüm yapıp elbiseyi Samantha Sema’nın vücuduna, o vücudu da karşısındaki koltuğa oturttu. "Hoş geldin Sema," dedi heyecanla. Aklına Hisarönü’nde kazandibi kaşıkladıkları gün gelince yanakları pembeleşti. "Çok işimiz var seninle bugün. Ben kahve yapıcam kendime, sana da pişiriverem mi?"

Karşılıklı köpüklü kahveler içilmiş, Sadık odasına çıkıp üzerinde şort mayosuyla aşağı inmişti. Kucağına aldığı Semayla bahçeye yöneldi. Terliklerini havuz kenarında çıkarıp temkinli adımlarla havuzun basamaklarını inmeye başladı. Kızı mavi suyun ortasına kadar taşıyıp usulca bıraktı. Şişme bebek suyun kaldırma gücüyle kendi etrafında dönüyor, Sadık’ın bıraktığı yerde durmuyordu. Epey bir bocaladıktan sonra en münasip pozisyona getirip havuzun ortasında bıraktı. Sudan çıkıp duş almak için eve doğru yürürken kıs kıs gülüyordu. Hadi bakalım şimdi de gelsinlerdi. Hulusi’nin taktiğine göre Samantha havuzda korkuluk görevi yapacak, martıların suya inmesini engelleyecekti. Hadi kızım Sema, göster kendini, dedi gevrek gevrek gülerken.

Duşunu aldıktan sonra, börülce ve domates salatasıyla hafif bir öğle yemeği yedi. Bir salkım üzüm ve bir bardak su alıp bahçede şezlonga yerleşti keyifle. "Üzüm verem mi sana da Sema," diye seslendi uzandığı yerden. Bulmacasını çözerken ikindi güneşinin etkisiyle esnemeye, içi geçmeye başladı. Tam şekerleme yapmalık vakitti. Gazeteyi yanındaki sehpaya bıraktı. Rüyasında Alev, Linda ve Kudret’le hamamdaydı. Fıkır fıkır kadınlar Sadık’ı sabunluyor, duruluyor, ağzına üzüm, kiraz taneleri sokuşturuyorlardı. Alev göbek taşının ortasına çıkmış, göbek dansının bildiği tüm hünerleriyle vücudunu kıvıra kıvıra dans ediyordu. Ter basmıştı Sadık’ı. Dök dök diye Kudret’ten başına su dökmesini istiyordu. Kudret elindeki bakır tasla kafasına kafasına vururken, gak gak gak sesleriyle kendine geldi Sadık. Güneşin altında kavrulmuştu iyiden iyiye. Havuzda martıların Sema’ya saldırdığını görünce suya atladı. Kuşları kovalayıp güç bela ellerinden kurtardı sevdiceğini. İçeri götürüp kuruladı, saçlarını taradı. Bir gözündeki kirpikler yolunmuş gözü içine kaçmıştı Sema’nın. "Pis musibetler. Ben size yapacağımı bilirim," diye söylenirken kapının ziliyle irkildi. Verandanın camından kafasını uzattığında üniformalı iki polis memuruyla göz göze geldi. Yaşı daha büyük olanı gözü bir yerden ısırır gibiydi. Merakla kapıya çıktı. "Buyurun gençler, bir sorun mu var?"

"Hakkınızda şikâyet var Sadık abi dedi, aşina olan. “Biz bir şey yoktur dedik ama haber merkezi aranmış. Kontrol etmemiz lazım müsaadenle."

Geçirdiği günden iyice yorulmuş, tükenmişti Sadık. Tabi tabi dedi arkalarından ayaklarını sürüklerken. Mutfak masasında karşılıklı oturduklarında sahildeki kır kahvesinden tanıdığını hatırladı polis memurunu.

Genç memur. "Komşulardan biri havuzunda bir kadın cesedi gördüğünü söylüyor. İçeri dışarı taşıyormuşsun sabahtan beri," derken gözü koltukta oturan kirpiği yolunmuş, bir gözü içine kaçmış Semaya takıldı. Öfkeden suratı moraran Sadık, "Müfit kerkenezidir. Bıkmadı mahalleyi dürbünle gözetlemeye bunak," diye söylendi. Memurlar Semayı kaş gözle birbirlerine gösterip kıs kıs gülmeye başladılar kendi aralarında. Askının düğümü çözülmüş, sağ meme parlak kumaştan fırlamıştı.

"Sen şu ifadeni imzala. Bunu da delil olarak almamız lazım Sadık abi," dedi memur Samantha Sema’yı gösterip.

"Aman alın götürün. Bi boka yaramadı zaten. Alacağın olsun Hulusi, alacağın olsun Müfit. Rezil ettiniz beni. Pis bunaklar! Kahve yapıcam ben kendime çocuklar. Size de pişiriverem mi?"

Polisleri kucağında Samanthay’la uğurlar uğurlamaz telefona koştu Sadık.

"Alo, Ali Rıza. Bana bak, hemen gelmen lazım."

"Gelemem abi. Anca akşama. Belediyeden iş aldım sahne kuruyoruz. Mabel mi Matiz mi ne konseri varmış, akşama yetişecek."

"Ne bok yersen ye, kendi işimi kendim görürüm," deyip telefonu yüzüne kapattı Sadık, emektar tesisatçısının. Bir hışım çatının merdivenini alıp tırmanmaya başladı vileda sopasıyla. Tam banyonun üzerindeki pencere boşluğuna yuva yapmıştı martılar. Sopayla girişti yuvaya. Aklında Sema’nın yolunmuş kirpikleri, içine kaçmış gözü. Aynı anda tiz bir ses kulaklarını tırmaladı. Yuvasının dağıtıldığını gören kuş yardım çağırmış, mahallenin dört bir tarafından onlarca martı çatıya hücuma geçmişti. Bir anda yüz yüz elli martının açılmış kanatlarının arasında kalan Sadık merdivene yetişmeye çalışırken ayağı kaydı. Yerde kalçası kırılmış yatarken gözünün önünden geçen son şey, Rumeysa Hanım'ın saçından tutup sokağa attığı ve bir daha haber alamadığı Linda oldu.

Gözünü açtığındaysa kazayı duyunca koşup gelen, "Ben sana hayvanlara ilişme demedim mi Sadık?" diye yastığını düzelten Emel Hanım’ı gördü başucunda.


Figen KoÅŸar



4 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page