top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Figen Savi- Meşhur Bamya Çorbası

“Gül yüzün dönme benden” diye yazıp, uzattım peçeteyi garsona. Koyu kumral, orta boylu, normal kiloda, yirmi iki-yirmi üç yaşlarında ki bu delikanlı; ela gözlerindeki mahzun ifadeyle önce bana sonra peçeteye baktı. “Urfa, memleketimin türküsü,” dedi. Çökmüş avurtlarını dolduran gamına kederine takılı kaldım kısa bir süre. Hafifçe tebessüm ederek sese yönelttim kendimi. Çatal kaşık seslerinin, bardakların, gülüşlerin, birbirine duyurmaya çalışılan hece sarfiyatının pirüpak bir sessizliğe geçişini sağlayan Şahnaz, alev etmişti ortalığı. Sahnesini ve sesini çok öven ablam haksız sayılmazdı. Gürültüyü ağlatıyordu resmen. Herkesin gözü kulağı Şahnaz’ın üzerindeydi. Duyguyu bedenine geçirerek, tavrına hayran bıraktırıyordu. Hayran kalmıştım.

“Okumadı dimi gâvurun kızı türkünü,” dedi masadan kalkarken Fazıl eniştem. Ablam boş sandalyedeki montumu bana doğru uzatarak, “Kafa kıyak ama sarhoş değil merak etme,” diye göz kırparken, “Arabada sen açarsın enişte, istediğimiz kadar dinleriz işte,” dedim gülerek.

Gülmüyordum. Boğazım, göğsüm ateşle yırtılıyordu. Kendi şehrimde yetmeyen nefesi Ankara’da bulamıyordum. Sığamıyordu ruhum. Tesellisi mümkün görünmeyen bir acı gibiydi hissettiğim. Otuzlu yaşlarda ailesi tarafından kabul görmemiş bir adamın aşkıyla acıyordu içim. Yaşı yokmuş bunun. Sadece ağlayarak, odalara kapanarak yaşamak değil de kendi içinde saklanmaya evriliyormuş tüm duygular. Sahiline, korusuna, mistik sokaklarına vurduğum ayrılığı anladım ki burada taşıyamıyordum. İstanbul’a dönmeyi istedim, hemen, vakit kaybetmeden. Dokuzuncu kattaki dairenin balkonunda tellendirirken sigaramı şehrin ışıkları gecenin siyahında midemi bulandırdı. Işıklar olsun sebebim. Sigarama toz konduramazdım. Dumanında kusmakla boğulmanın arasında kalmışlığımı kendime bir şekilde yedirdim de yine de sigarama laf söyletmedim yıllarca.

Kahvaltıda beklediğim soru geldi ablamdan. Eniştemi geçirir geçirmez hızlıca geri döndü masaya.

“Ev bakacaktınız, eşyaları hazırlayacaktınız neden böyle oldu?”

Çayımı yavaşça yudumladım zaman kazanmak için. Sonra, ne zamanı, susacak bir şey yok dedim içimden.

“Hatay’a gittim ya? Çok güzel karşıladılar. Uzun uzun masalar kuruldu bahçeye. Adnan’ın abileri, ablaları, amcaları yengeleri, yeğenleri, kuzenleri hepsiyle bir aradaydık. Annesi en büyük olduğu için herkes ona el pençe divan. Ama herkeste hoşgörü, sevgi hâkimiyeti var. Kimsede zoraki bir surat yok yani. Yemekler çok lezzetliydi. Sohbetleri sıcacık. Öyle resmiyet havası da yok. Benim için olumsuz his yaratacak hiçbir izlenim olmadı anlayacağın. Yemekten sonra gece uçağıyla dönecektim zaten. Ayrılırken de sımsıkı kucaklaştık, vedalaştık. Adnan’ı çok mutlu bıraktım orada. İşleri vardı, benden iki gün sonra döndü İstanbul’a. Eve varınca haber vermek için aradım. Neredeyse sabaha kadar konuştuk. Heyecanımız gürül gürüldü. İkimiz de öğlene doğru uyandık. Onun uyandığını nerden biliyorum, Suriye’ye gidecek olan bir arkadaşıyla gitmeden önce buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Kısa bir mesajlaşma oldu aramızda. Benim uygunluğum daha fazla olduğu için rahatsız etmek istemedim, Adnan’ın aramasını bekledim. İlk saatlerde değildi belki ama zaman ilerledikçe elim, gözüm hep telefondaydı. Bazen arayayım bazen de yazayım arafında kaldım, vazgeçtim, aramadı. Canım sıkıldı. İçime kor düştü. Epey sonra dayanamadım aradım. Hemen açtı telefonu. “Alo” filan demeden direkt, “Ben seni akşama arayacağım,” dedi.

Akşam oldu. Gece oldu. Şafak oldu. Gözümü kırpmadan bekledim, aramadı. Bir iki saat ya uyudum ya uyumadım, telefonun sesine sıçradım. Yediyi yirmi geçiyordu saat. Göz kapaklarıma iğne batırıp çekiyorlar durmadan sanki. Boynuma doğru bir yangın ki sorma. O daha lafa başlamadan gözlerimden yaşlar süzülüyordu çenemin altına altına doğru. Hiç belli etmedim.

“Dinliyorum seni” dedim.

“Özür dilerim Seza. Akşam herkes buradaydı yine. Bizim konumuz vardı. Annem dâhil hepsi seni çok sevmiş, çok beğenmişler. Bir kişi çıkıp da şu yönünü kötü bulduk demedi. Ancak annem mezhep farkını asla kabul etmiyor. Bütün kabahat benim. Bunu bile bile başından beri sakladım ailemden. Seni tanıdıklarında annemin bu hükmünün geçersiz kalacağını düşündüm ve diledim hep. Hep mücadele etmeye hazır gördüm kendimi. Hatta karşı durup, duvarlarımı asla yıkmayacağımı tasavvur ettim. Hiç ödün vermedim duygularımdan. Hep çok güçlü hissettim yüreğimi. Hissettim de bu söylediklerimin hiçbirinin hakkını veremedim. Tek kelime edemedim. Çaresizliğimin çığlığında meczup düştüm sadece. Annem, hepiniz şahit olun, vallahi billahi tillahi Allah avazını versin ki ne ölüme, ne ölüsüne, dedi benim için. Kaldım Seza.”

Hiçbir şey diyemedim abla. O an ağzımdan çıkabilecek tek bir kelimenin dahi gayretine giremedim. İsyan mı yoksa kırgınlık mıydı yaşadığım hâlâ anlamış değilim. Biraz sessiz kaldık, kapattım telefonu. Neden konuşmuyorsun, bir şey söyle filan demedi o da. Üzerinden tam kırk sekiz gün geçti görüşmedik. Kızamıyorum, nefret edemiyorum, öfkelenemiyorum ve en kötüsü onu beklemiyorum. Şu anki halim bu yani. Israr ettiğin için geldim. Sana söz verdiğim gibi iki hafta kadar kalamam ablacığım. Kalamayacağımı çok iyi anladım. Çalışmak, okumak, yürüyüş yapmak daha güç veriyor bana.

“Peki. Seni ararsa?”

“Hiç istemiyorum aramasını. Ararsa ne yapacağıma dair herhangi bir tasarrufum da yok.”

***

Beşinci ve son gecem Ankara’da. Ablam, eniştem ve ben yine geldik Şahnaz’ı dinlemeye. Avurtlarında keder taşıyan Urfalı garson müdavim olan eniştemlerden mi bilmem tanıdı hemen beni. “Bizim türküyü isteyecek misiniz yine?” diye sordu tebessüm ederek. Ben de gülümsedim istemeyeceğimi bilerek.

“Severim Ahat’ı. Çalışkan, düzgün çocuktur. Geçenlerde ablası için bizim şirkete geldi. Başladı bile çalışmaya. Yemeklerimizi yapıyor. Türkü söyleyen Şahnaz var ya? Hah, o da ikizi. Hepsi birbirinden iyi. Bunlardan küçük üç kardeşleri daha varmış. Onlar Adana’da anneannelerinin yanında kalıyorlarmış. Dört yıl önce amcası ve amcasının çocuklarıyla toprak yüzünden husumet olmuş aralarında. Bir sabah, annesiyle babasını kendi tarlalarında vurmuşlar. Orada ölmüş ikisi de. Mahkeme önünde değil vicdanlarında çok pişman olmuşlar ama ne gelir elden, olan olmuş, ölen ölmüş. Şahnaz’ın okulu için her şeyi bırakıp çıkmışlar köyden. Çocukları bırakıp buraya yerleşmişler. İlk başta çok zorluk çekmişler ama şimdilerde toparlamışlar durumu. Şahnaz etrafına kendinden bir duvar örmüş. Anladığım kadarıyla bilerek yapıyor. İnat da bir yapısı varmış. ‘Bunu zırh yaptı kendine. Biz hiç karışmıyoruz, pamuk gibi kalbi var, bizim güneşimiz, ayımız o. Bilgisayar mühendisi olacak. Son sınıf öğrencisi, haftada üç gün bir elektronik fabrikasında çalışıyor, iki akşam da sahne alıyor.’ dedi Ahat. Hiçbir istek parçayı söylemiyormuş. Müşteri uzatınca Ahat ya da diğer garsonlar geri çeviremiyorlarmış.” diye bir solukta anlattı eniştem masa hazırlanırken.

Daha başka izlemek, daha başka dinlemek istiyordum Şahnaz’ı. Bitiminde hoyrat olduğunu açıklamasıyla öğrendiğim bir uzun havayla başladı programına. Sesindeki Allah vergisi güce ruhunun ayrıcalığı da fark katıyordu. İmrenilesi duruşunda kendini yeniden doğurmak istiyordu insan. Gencecik bir kız, bir dünya dolusu ufuk taşıyordu tüm bütünlüğüyle. Kadınsal varoluşun gururu içimi titretti, benliğimi iyiden sarsmıştı. Şu hayata varlığı ne kadar çok şey katacaktı kim bilir. Şahnaz’ın yaşadığı şeylerden yola çıkarak kendi kederimi sorguladım bir an. Benim yerime olsaydı saçlarını rüzgârlara savurduydu çoktan. İçimdekileri süzgeçten geçirirken yudumladığım kadehime engin mavilikleri iliştirdim sessizce. Başımdan geçen ilişkimi yani geçmişimi gün yüzüne çıkararak özgürleşebilirdim. Adnan’ı ya da birilerini hesaba çekerek, yargılayarak, suçlayarak değil ki o ben değilim! Daha çok affederek, kabul ederek yol almanın kuvvetine hazırlamıştım kendimi. Hemen orada. O masada.

***

Takvimler sonbaharı işaret etse de yaz günlerini aratmayan sıcaklıklar, arkadaşlarla miskin buluşmalara yarıyordu sadece. Havaların serinlemesiyle, yağmurların başlaması, battaniyelerin çıkması, kapalı, loş ışıklı çay evlerine verilen randevular bizi kendimize getirecekti sanki. Her birimizin gerçekleştirmek istediği planları vardı sonbaharda denilmesine rağmen eylülü beğenmeyip, kış beklentili ekimin gelişini gözlerken.

Kuzguncuk’taydık hepimiz. Üsküdar Sahili’ne nazır olmayan ama çınar ağaçlarının altına dağıtılmış masalarda semtin etnik hoşgörüsünü iliklerimize kadar hissettiğimiz sohbetin içinden geldi geçti Adnan. Çay, kahve, limonata bardakları toplanırken Ümraniye’de bulunan meşhur bamya çorbacısına gitme kararı almıştık ki ismi teşrif etti.

Evleniyormuş.

Davetiyesini mesajda görünce şaşkınlıkla yükselen sesi eşliğinde haberi verdi Tufan. Davetiyeyi Adnan değil, kız tarafı göndermişti. Selin’miş adı. Tufan’ın annesinin kuzeninin kızıymış. Onlar da Hataylıymış. Tüm aile orada yaşıyor, Selin İstanbul’da, Adnan’ın çalıştığı şirkette çalışıyormuş. Buz kestiğim anda çalan telefonumun merhemine sıvadım kendimi. Keskin bir ilaç gibi geldi. Ablamın lafı, felçli teyzemin küçük kızından başlatıp, komşusu Feride ablanın oğlunun yüzme şampiyonu oluşuna, oradan Şahnaz’la bitirmesine dayadım sırtımı. O anlattı ben dinledim. Dinledim mi bilemiyorum. Ama Şahnaz’da iyi silkeledim kendimi. Yüksek lisans programı için Kanada Dalhousie Üniversitesi’ne tam burslu olarak kabul edilmiş. Muazzam bir gururla yeniledim benliğimi. Hayata yeniden doğdum.

Evlenecek çiftin mezhep farkını dişlerini sıkarak anlatırken Tufan, ikinci bamya çorbam geliyordu mutfak tarafından.


Figen Savi

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page