top of page

Öykü- Funda Özşener- Dönüş Yolunda

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 29 Eyl
  • 8 dakikada okunur

Onun farklı bir hayatı olabilir miydi bilmiyorum. Benim şimdi ve burada yazdıklarım dışında. Bir yabancıydı. Fakat hep öyle miydi? Hatırladığım, bir zaman sonra zihnimde tümüyle buna dönüştüğü. Yavaş yavaş, daima yazdığına da inandırmış olmalı beni? İnanmaya mecbur kalmış olmalıyım? Kim bilir belki biraz eğlenmek için? Belki de gerçekten başkası olduğundan? En kötüsü de yeni, eşsiz, edebi bir zevk yaratmak uğruna yapmam olurdu bunu. Üçü de mecburiyet sayılır. Benim durumumda tümüyle mecburiyet…

Yazılı bir sayfaya, üstüne, sözcüklerin yığıldığı beyaz bir yaprağa bakar bakmaz ardında ne olduğunu bilirim. Edebi bir kokuyu duymak, tadını almak için dilin fazlasına ihtiyacım yok. Fakat ne olursa olsun düşünmek istemiyorum artık. Onu daha fazla düşünmek… Yazabileceğine de inanmıyorum. İnce, sarı defteri düzgün satırlarla dolu oysaki. Paragraflar, noktalama, uzayıp giden cümleler… Gördüklerim varlığını kanıtlıyor. Cezbedici tadını alıyorum dilinin. Topraktan göğe yükselen, ılık bir buğu gibi burun kanatlarımı titreterek içime doluyor ve sonsuza dek orada kalacaklarmışçasına yerleşiyor ruhuma…

Uzun, beyaz bir gündü. Yolculuğun bitmesini bekliyordum. Yaprakları hafifçe titreşen, açık sayfalar duruyordu dizlerim üzerinde. Dağları düşünmek ve gölgeli merdivenlerini tırmanmak için tepelerin, sözcüklere ihtiyacım vardı, onları işitmeye.

Kanatlar gümüş bulutlar içinde süzülürken… 

Birkaç satır ilişiyor gözüme. Birkaç amaçsız cümle... İmza yok, isim, soy isim yok… Dokunaklı değiller. Hisli de… Öylesine… Yine de kendisi yazdığına kesinlikle inanıyor olmalı ki kâğıdın köşesine not düşmüştü. Birilerine sesleniyordu…

Kanatlar gümüş bulutlar içinde süzülürken…

Oysa ben bu yolculuğa eski, bildik dünyaya, gerçekler adasına dönüş yapabilmek için çıkmıştım. Sayfalardan, satırlardan, paragraflardan uzakta… Yazılmış ve yazılacak olan ne varsa hepsinden ötede… Biraz durmak, dinlenmek, oyalanmak için. Sözcüklere tümüyle veda etmeden yaşadığıma nasıl emin olabilirdim? Henüz ölmemişken gerçek ya da hayali, bir insan hayatı sürdüğüme? Sadece bir an, her şeyi olduğu gibi gören gözlerle dünyaya bakabilseydim... Tek kelime dahi işitmeden yapabilseydim bunu… Böylece en tepeden düşerdim. Hakiki toprağın üstünde kıvranırken, başımı kaldırıp bir vakitler durduğum yere, kuleye bakabilmenin mucizesini yaşardım. Yalnız, başıboş bırakılmış bir kalem, sözsüz bir lisan, dilsiz bir dil, bir sessizlik beni kurtarabilirdi.

Ona kalırsa kurtulmamalıydım! Kimse kurtulmamalıydı.

Kendisine yazamayacağını çünkü hiçbir zaman yazmamış ve hiç okumamış bir topraktan geldiğini, durumunun feci olduğunu, çok ama çok geç kaldığını, şimdi bu satırlar yeniden okunurken dahi bir dil müfrezesinin atlarıyla birlikte şaha kalktığını, peşine düştüğünü ve bana samimiyetle inanmayı seçecek olursa şayet, bazen yazmanın da yazılmışları okumanın da hiç yazmamak kadar ürkütücü olabileceğini, aslında varlığın giderek susmak, sessizliğe gömülmek, yalnızca söylenmeyi işitmek arzusuyla yanıp kavrulduğunu, beni veya herhangi bir şeyi asla asla betimlememesi gerektiğini, bunu yapmaya kalkmasının giderek her şeyi yok edebileceğini, daha da kötüsü yazdıkları yüzünden ölümsüzlüğe mahkûm olabileceğini yani iste de ölemeyeceğini söylemeliydim...

Yapamadım!

Üzülüyordu.

Direniyordu.

Başka türlü yapamazdı.

Yokluk da varlık gibi kalpler kırardı.

Acıdım.

Arada bir yerlerde, yazılanlarla okunanlar arasında, belirsiz bir noktada savruldum gittim ben de... Silindim belki de. Varacağım yere hiç ulaşamadım.

Kanatlar gümüş bulutlar içinde süzülürken…

Bir kez daha aynı yolu, bir başka kulenin taş sözcüklerle döşenmiş, kaygan yolunu tırmanmak zorunda kalışım bir kahraman yapmadı beni. Hain de değilim. Yalnız, şimdi yeniden okumam gerek. Kendisi için diğerleri için ve bir hiç uğruna yazılmış olanları. Yazılacakları ve hiç yazılmamışları...

İnce, sarı sayfalar önümde hala. Paragraflar, noktalama, uzayıp giden cümleler… Dağlar ve tepelerin gölgeli merdivenleri ve canlı hatıralar yavaş yavaş siliniyor zihnimde. Yerini cümleler alıyor.

Yıllar sonra ona hakkını vermediğim, hiç seslenmediğim, dilsiz dediğim için apansız sustuğunu ama bir gün, hiç umulmadık bir halde mutlaka geri döneceğini, dönüş yolunda yeniden karşılaşacağımızı, aslında bana benzediğini, gerçek, tıpkı benim gibi tümüyle kederli bir gerçek olduğunu düşüneceğim. Üzüleceğim belki de?

Onun farklı bir hayatı olabilir mi bilmiyorum? Benim şimdi ve geçmişte yazdıklarım dışında.

Kalenin karşısındaki küçük evde kalıyorum. Toprak bu mevsimde hep ıslak. Yağmur geceleri sessizce yağıyor olmalı çünkü güneş gün boyu parlıyor. Bazen iskele yolundan yürüyüp göle varıyoruz. Uzun, gümüşi bir çizgi karşılıyor bizi. Kıyı, adımlarımızla beraber, ağır ağır ilerleyen, durgun bir akış gibi eşlik ediyor zihnimize. O vakit gizli, derin bir yalnızlık çektiğini fark ediyorum.

Göl sonradan dağlara çıktığımızda, çalıların altında oynaşan tilkilerle, ölü yavruyu gördüğümüzde ve gece baykuşun sesini dinleyerek yürürken bizi takip eden suskunluğun kaynağı olacaktı. Hayır, o göğe açık kristal bir göz, Semiramis’in gözyaşı, balmumu mühür yahut billur bir avize şeklinde kavranmamalıydı. Suskunluğu tarif edemezdik. Tıpkı yalnızlık gibi neticeleriyle vardı. Fakat bir an için yavaşladığımızda, karşı kıyıyı gösterip, bak derdim. Ufuk çizgisi yok ve sonsuzluk ırmağı, billur göle kavuşamadan silinip gidiyor… Bu tumturaklı sözler zehir gibi içine akardı. Sarsılır, küçük sarı gözleri kısılır ve bakışları sonsuzluk ırmağını görebilmek umuduyla uzaklara kayardı. Kalbinden vurulurdu.

Henüz o günlerde tümüyle yazılanlara inandığımı, sadece yazılanlara inandığımı, benim gibi biriyle uğraşmanın ne demek olduğunu anlayabildiğini zannetmiyorum. Tanıştığımızda masum ve mağrurdu…

Sonra hiç konuşmadı benimle. Hiç. Sarı defteri bıraktığından beri de gelmiyor artık. Gerçekte konuşmak dışında bir şey bilmediğini de biliyorum. Biricik dilinin, birkaç kırık dökük sözcükle, derince bir bellekten ibaret olduğunu.  Uysal bir dönüşten…

Yalnız bazen kendini farklı bir hayata ulaştıracak o yolu düşünerek, zihnin karanlık dehlizlerinde kaybolduğunda iyice yakınlaşıyor bana. Benim bir dehlizde yaşadığıma, tek hakiki karşılaşmamızın ancak o dehlizde gerçekleşebileceğine gönülden inanıyor ve alev alıyor.

Birlikte küflü, karanlık bir koridordan geçip odaya varıyoruz. Aniden tutuşan soba çatırdayarak yanmaya, rüzgâr, zayıf ağacın dallarını sallamaya, kar, kalenin taş merdivenlerini ince tülbendiyle örtmeye başlayana dek kalıyoruz orada. Sonra birden asıl aradığının kimsenin veremeyeceği başka bir şey, hiç bilmediği bir şey olduğunu hissediyor. Seziyorum bunu, utanıyor, kalkıp gidiyor.

Onunla yeniden ince, gümüşi çizgide buluşmamı, gölün kristal bir göz olmasını, kardeşini öldüren yavru tilkiyi mağaradan çıkartmayı, yalnız kalmamayı istediğini anlıyorum. Kimse edebi varlıkların yokluğunu tek başına telafi edemez.

Bir dosta ihtiyacı vardı. Kaderinden, kederinden kurtulmak için bir dosta. Bu yüzden bulmuştu beni. Bu yüzden tek başınaydı. Bir an için geri dönmüştü. Fakat karşılamadı ve hiç konuşmadı? Bilmiyorum. Gerçekmiş gibi bilmiyorum...

Soba söndüğünde, zayıf ağacın rüzgârla sallanan dalları durduğunda, ince kar tülbendiyle örtülmüş kalenin merdivenleri teker teker silinmeye başladığında, yeniden, düşünmeyi bırakıyorum artık.

Kanatlar gümüş bulutlar içinde süzülürken…

Önce dikkatimi çekmemişti. İhtiyarla ve etraftakilerle gün boyu ağacın altında bekledi. Göğe ulaşmaya çalışan ince dal, kuru gövde, seyrek, güçsüz yapraklar… Ağaç yaslanmak için bile uygun değildi. Sonra biraz yaklaştı. O olduğunu anlamamıştım. Hiç düşünmemiştim bile nasıl göründüğünü. Sanki yok gibiydi?  Ama yine de ihtiyara bavulu işaret etti. O da alışkanlıkla aldı, kim bilir kaçıncı kez, bildiği aynı yola koyuldu… 

Daha önce orada olduğunu belli etmeyişine şaşırmıştım. Fakat yanından ayrılıp boşlukta bırakıverdiği, hala rüzgârla sallanan tuhaf, zayıf ağaç, bir anda benliğime kazındı. Giderek, durduğu her yerde, her nasılsa, anlamlı işaretler bıraktığını fark edecektim. Yeryüzünün kaybolacağı kadar geniş olduğuna inanıyordu hâlâ.

Boz taş, kumlu yolun ağzı, mavi çalılar…

Gölgeler.

Sola dönen dar sokaktan eve vardık. Kaleden epey uzakta.  Bir tanışma seremonisi umuyordum. Kapıyı açıp içeri girdi sadece. Girer girmez kuvvetli bir koku çarptı yüzüme.

Terk edilmiş, kim bilir ne zamandır hiçbir ılık nefesin havasına karışmadığı, boş düşüncelerin, hayallerin, arzuların dile gelmediği, sözün seslendirilmediği daracık bir odanın kokusu.  Onun odası… Çınlayıp duran sessizliği. Dehlizi…

Soğuğa aldırmadan sanki bütün evi ısıtıp, aydınlatabilecekmiş gibi masanın üzerinde, yayvan kâsenin içinde dikili duran, yağ rengi birkaç ince mumu yakmakla yetindi sadece. 

Yorgun muydu yoksa soğuk ama dingin, taş oda mı yatıştırmıştı zihnini? Ümitsizlik mi yoksa? Az sonra derin bir uykuya dalmak ve bu uykuda bildiği, düşündüğü, ulaşmaya çabaladığı azıcık hatırayı, hayali, birkaç anlamlı işareti de unutmak ister gibi yatağa uzandı, herkesten vazgeçti...  

O gözlerini kapar kapamaz, bir mum hafifçe yana eğildi, cılız gövde, tepesindeki ateş taşıyamayacağı kadar ağırlaşmış da artık dayanılmaz hale gelmiş gibi titredi ve hepten tutuştu. Alevli beden, saf bir yağ fitiliyken dahi, hiçbir vakit etrafı aydınlatamayacağı kadar büyük bir kuvvetle son kez parladı… Sonra o da süzüldü, öylece kaldı…

Kanatlar gümüş bulutlar içinde süzülürken…

Sadece belli belirsiz bir küf kokusu vardı şimdi havada. Odayı ve uzun koridoru dolduran defterlerden geliyordu. İsli, siyah, taş duvarlar boyunca uzayıp giden, raflara sıralanmış, hepsi de karton kapaklı, sarı, tek çizgili, bir örnek. Günlük defterleri.  Mumlardan cızırdayarak süzülen kızgın yağ, sessizliği hem de bütün kokuları gitgide bastırırken…

Doğrulmaya çalışıyorum, bir şey söylemiyor. Artık düşünmüyor da. 

Odadan çıkarken arkasından, Kale’de buluşacaktık diyorum.

Gülümsüyor mu?

Kalenin gölgesi ağır ağır camdan içeri giriyor, ahşap zeminde basamaklarını kuruyor yeniden…

Ve birden, sanki birini bekler gibi, öylece hiçbir şey yapmadan, gün alacasında, pencereden görünen zayıf ağacın yansıması altına, sandalyesini çekip oturuyor: Koyu yeşil, çuha paltosu karyolanın ayakucunda. Ayakkabılarında ve paltonun eteklerinde belli belirsiz, kurumaya yüz tutmuş kar izi.

Yeni mi gelmiş, yoksa bütün geceyi yolda, tepenin eteklerinde başıboş gezerek mi geçirmiş? Belki de varlığıyla varlığımı ayıracak, kendini ya da beni, henüz hiçbir sözün fısıldanmadığı o ilk ana geri döndürecek, birimizden birini, diğerinden ebediyen kurtaracak o fikri, karşılaşmayı, buluşmayı, suskunluğu aramış? Yapabilecek miydi? Bulabilecek miydi saf oluşlarımızdan ibaret o dili? Varlığın sayısız halleri içinden, hangimizi seçecekti yaşamak için? Belki… Belki de birkaç satır bir kez meydana çıktıktan sonra artık bir daha hiç kimseye benzemeyecek oluşumuzun tuhaflığı ya da kalemi kendisi olan bir sözcüğün, kaderindeki tılsımlı keder onu da yakalayacak ve sonra bir an içinde, yeniden her şeyden vazgeçecekti. Kendinden, benden, gerçekten…

Sadece titreşip duran, ince, sarı, buruşuk kâğıtlarda birkaç satır, sayfaları ardı ardına kolayca açılıveren defter, söz, anlamsız bir söz, basit, sabit bir fikirken, varlığın o halini, umulmadık, bilinmeyen, bambaşka bir vasıtayla olsa dahi gerçekten yazmak arzusu taşıyan varlığın o halini, yükünü, şiddetini hangimizle diriltecekti?

Bir an. Kendini farklı bir hayata ulaştıracak o yolu düşünerek, zihnin karanlık dehlizlerinde kayboluyor ve iyice yakınlaşıyor bana. Benim bir dehlizde yaşadığıma, tek hakiki karşılaşmamızın ancak o dehlizde gerçekleşebileceğine gönülden inanıyor.

Üzülüyor.

Direniyor.

Ve şimdi soba yeniden çıtırdayarak yanmaya, gün ışığı içeri dolmaya başlıyor. Bütün eski kokular dağılıp, zemini, köşeleri, rafları tutmuş, ince toz örtüleriyle, örümcek ağları birden yok oluyor, bomboş geçmiş, uzun gecenin sarı tortusu yerini capcanlı bir hayatın pak aydınlığına bırakıyor.

Karşı kıyıyı gösterip, bak diyorum,

Ufuk çizgisi yok ve sonsuzluk ırmağı, billur göle kavuşmadan evvel silinip gidiyor…

Sarsıldı, küçük, sarı gözleri kısıldı ve bakışları sonsuzluk ırmağını görebilmek umuduyla uzaklara kaydı. İlk hakiki karşılaşmamız buydu.

Yazılı bir sayfaya, üstüne sözcüklerin yığıldığı beyaz bir yaprağa bakar bakmaz ardında kim olduğunu bilirim. Edebi bir kokuyu duymak, tadını almak için dilin fazlasına ihtiyacım yok.

Az sonra ihtiyar, camın ardında, geriye doğru uzayıp giden, çamurlu yolda belirdi. Aksak yürüyüşüne, taşıdığı bavul artık bambaşka bir anlam katmış da bu hissediş, hoşuna gitmiş gibi arada duraksıyor ve ipin ucunda, hala sallanıp duran ağırlığı kendine çekerek, farklı bir tempo yakalıyor sonra yeniden yürümeye koyuluyordu. Pencereye iyice yaklaştığında oyalanmaktan vazgeçti, ciddileşti, birden hızlandı. Kısa, tek bir adımda aradaki müthiş boşluğu aşıverdi…

Ben de yavaşça doğruldum, ayağa kalktım, masaya yöneldim. Raflardan indirdiğim birkaç deftere hızlıca göz attım. Eğri büğrü harfler, karalanmış sayfalar… Etrafa saçılmış, üst üste kelimeler… Darmadağın çizgiler…

İhtiyar pencereye başını yaslıyor, içeriyi iyice görmek için siper ettiği eliyle arada camı tıklıyor, bir an cevap bekliyor. Sanki uzun saatlerdir oradaymış da bu amaçsızlıktan hayrete düşmüş gibi ne yapacağını bilemez halde sağa sola bakınıyor, yeniden başını dayayıp, az önce gözden kaçırdığı bir şey olup olmadığını dikkatlice araştırıyor, iç geçiriyor, elindeki bavulu, neredeyse göremediklerini görmesine yardım edebilirmiş gibi çekiştirip duruyor… 

Orada, hala masanın başında dikilip durduğum halde ihtiyarın beni fark etmeyişine şaşırıyorum.

Onu da.

Sonra birden beklenmedik bir şey ortaya çıkıyor. Ateş kuvvetlendikçe kuvvetleniyor… Gövde kor rengi alıncaya kadar harlıyor, tutuşuyor, tutuşuyor, tutuşuyor soba… Nihayet içindeki son defter de küle dönünceye kadar yanıyor… Yıllarca daha devam edebilmek için sanki gizli bir arzu, bir göz, bir bakışla odayı kolaçan ediyor alev, yazılmış ve yazılacak olan ne varsa onları arıyor. Benim ya da herhangi birinin geçmiş veya gelecek hayatına dair… Sağda solda asılı kalmış fısıltılara kulak kabartıyor. 

Bu sıcaktan, bomboş ve tertemiz sayfalar, fikirler doğuyor. Yazmak arzusu bir kule, bir yol, bulutlar, yürüyüşler, karşılaşmalar ya da birileri veya hayatlar gibi okunabilir oluyor

Nihayet oda ıpıssız kaldığında, camın ardında, yalnızlığından, karşılanmayacak oluşundan artık iyice emin, kırgın fakat yine de çevik hareketlerle içeri giriyor bir ihtiyar. Girer girmez kuvvetli bir koku çarpıyor yüzüne.

Terk edilmiş, kim bilir ne zamandır hiçbir ılık nefesin havasına karışmadığı, boş düşüncelerin, hayallerin, arzuların dile gelmediği, sözün seslendirilmediği odanın kokusunu hatırlıyor.  Onun odası. Çınlayıp duran sessizliği. Dehlizi.

Soğuğa aldırmadan, sanki bütün evi ısıtıp, aydınlatabilecekmiş gibi masanın üzerinde, yayvan kâsenin içinde dikili duran, yağ rengi birkaç ince mumu yakıyor, ağır hareketlerle bavulu açıyor.

Üstte birkaç beyaz, pamuklu gömlek

Bir kumaş pantolon

Cilalı pabuçlar

Sararmış fotoğrafı itiyor.

Gençken öğretmenmiş aslında o okulda. Bir daha da ayrılmamış çalışmak için geldiği bu memleketten. Nihayet bir ihtiyarım işte!

Diye düşünüyor, söz yepyeni bir varlıkta doğarken.

Kanatlar gümüş bulutlar içinde süzülürken…


Funda Özşener

 
 
 

Yorumlar


bottom of page