top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Furkan Kemer- Felsefecinin Bir Genç Adam Olarak Portresi

Bugünlerde öyle çok hayal kuruyordu ki, kitap okumaya güç bela zaman ayırıyordu. Asıl tehlikeli olansa, Mustafa’nın bu hayalleri dört başı mamur biçimde kurmasıydı. Hayal kurarken canla başla çalışan zihni, her ayrıntıyı özenli bir biçimde oluşturuyor; betimlemeler, aksesuarlar, yollar, mekânlar ve zamanlar birbirlerini tamamlıyorlardı. Böylece, tâbi olduğu gerçek dünyadan çok daha gerçek olan bir hayal ürünü dünya peyda ediyordu. Mustafa, bu hiçbir detayı atlanmamış, tanrısal bir cevherle ruh üflenmiş hayallerini anında sahipleniyordu. Ancak o hayallerin gerçekliğe çarpıp parçalanması, çürümesi ve nihayetinde yok olup gitmesi Mustafa’da çok daha derin bir sıkıntı uyandırıyordu. Hayal ettiği dünyayı ne kadar iyi oluşturursa, o dünyanın yıkılması da o derece acı verici oluyordu.

​Mustafa, kendi yaşamını ve zihin dünyasını belirli kitaplar üzerinden tasarlamaya alışmıştı. Kendini yalnız hissettiğinde Sartre okuyor; her gün farklı bir yere gittiğinde Deleuze okuyor; bir gecede beş altı farklı kızla mesajlaştığında ise Artaud ve Bataille okuyordu. Yaşama dair çoğu şeyi kitaplar aracılığıyla deneyimlediği için kafasının içinde sayfalar dönüp dolaşıyordu. Aldatıldığını öğrenen bir arkadaşının yanına giderken Aleksey Aleksandroviç’i ya da Charles Bovary’yi düşünüyor, bu iki kurmaca karakterin yaşadıklarından yola çıkarak arkadaşını teselli edecek cümleler devşirmeye çalışıyordu.

​Mustafa yaratıcı ve en önemlisi yaratıya önem veren birisiydi. Hazır şeylerden kaçıyor, kendi elleriyle büyütmediği şeyleri kibirle reddediyordu; bu onu hem geliştiriyor hem de bazı şeylerden mahrum bırakıyordu. İnsanlarla pek fazla iletişim kuramıyor, yeni birini tanımaktan köşe bucak kaçıyordu. Uzun süre düşünüp taşınmak, birini uzaktan izleyip yargılamak gerekiyordu; ancak ondan sonra tanışmak mümkün olabilirdi. İki insan, aynı zaman ve mekânda denk geldiği için tanışmış sayılmamalıydı.

​“Hem insan tanımak denen şey nedir ki?” dedi kendi kendine. Mustafa’ya göre bir insanı tanımak, o insandan sonsuza dek kopmak anlamına geliyordu. Çünkü insanları gerçekten tanımak, onların ne kadar katlanılmaz yaratıklar olduklarını görmek demekti. Mustafa, şüphesiz bu düşüncesi dolayısıyla, pek az insana kendinden bahsediyor; bahsettiği şeyleri de olabildiğince kırpıyor, temizliyor, filtreliyordu. Katlanılmaz olduğu gerçeğini bir ötekine göstermekten imtina etmiş oluyordu. Ağzındaki filtreyi anımsayıp tütün paketinin fermuarını açtı. Pakette sadece tozların kaldığı görünce kitaplığa doğru yürüdü.

​Mustafa, ara sıra seviştiği bir kadının Almanya’dan getirdiği tütünü açarken, kendini sahtekâr gibi hissetti. Rauchen ist tödlich, yazan paketi açıp büyük bir sigara kâğıdına tütünü serdi. Tütünün kokusu -Drum Original Blue- kâinatın en iyi tütünüydü! Öyle güzeldi ki, sahtekârlığını unuttu. Nihayetinde o kadına gençliğini ve enerjisini veriyordu. Yedi buçukavroluk tütünün lafı bile olmamalıydı.

Mustafa, otu tohumlardan ayırırken yapış yapış olan parmaklarıyla tütünün üzerine ayıklanmışları serpti. Hemen sonra sigarayı yalayıp kapattı ve geniş ucunu burdu. İlaç kutusundan devşirdiği zıvana tam oturmuştu. Kallavi bir nefes çekti; ağzına hapsettiği dumanın yavaş yavaş tavana yükselmesini izledi. Geniş, yumuşak minderli kanepeye iyice gömüldü, gevşedi ve bacak bacak üstüne atıp sigarayı tekrar ağzına götürdü.

​On dakika sonra, gözleri kıpkırmızı, susamış ve acıkmış halde telefonu eline alıp Whatsapp’a girdi. MİLF1 olarak kaydettiği kişiye dokunup yazmaya başladı.

​“Almanya’dan dönüşünü kutlayalım, bana gelsene.” Mustafa, harflerin uçuştuğu, etrafa saçıldığı ekranda, mesajın okunduğunu gördü. Gri olan iki iz bir anda maviye dönüşmüştü.

​“Kocam var evde. Yazma.”

​Mustafa emin olmak için birkaç kez daha okudu. Bu öğle vaktinde adamın ne işi vardı evde? Mustafa yeni bir kâğıt çıkardı, sehpanın üzerindeki ayıklanmış otları bir kitap ayracı kullanarak topladı. Elleri hâlâ yapış yapıştı; parmaklarını ıslatmak için biranın buğulanmış şişesini kavradı ve ellerini ovuşturdu. Çakmakla birayı açıp büyük bir yudum aldı. Telefonu burnunun ucuna kadar yaklaştırıp yazmaya başladı.

​“Senin Julien Soru’lan olacaüm”

​Hemen sonra, Mustafa’nın ilk bakışta okuyabileceği kadar kısa bir mesaj geldi.

“Ne?”

​“Senin Julien Sorel’in olacağım. Bir şey bul ve gel.” Mustafa bu mesajı, yaklaşık beş dakika uğraşarak, her harfi defalarca okuyarak yazmıştı.

​Sonra telefonu iki bacağının arasına bıraktı. Önündeki sehpaya doğru eğildi; topladığı otu sererek yeni bir sigara sarmaya başladı. O sırada, aklında gidip gelen şeyleri duydu; gözlerini kıstı. Bir baş ağrısına benzer bu düşünce kırıntıları, sisli bir caddedeki lambaları andıran lekeler kadar pusluydu. Mustafa, tüm bu şeylerin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Düşünceleri hizaya sokmak isterken çok fazla çaba harcıyor, halihazırda azalmış bilincini zorladıkça şakaklarını çekiçleyen ağrı artıyordu.

Sonunda pes etti. Düşünceler ona ulaşmak için çabalıyor ama o kaçıyordu; netleşen her düşünceyi ısrarla ihraç ediyor, sigaradan art arda uzun nefesler alarak bilincinin son parçalarından da kurtulmaya çalışıyordu.

​Duvardaki saat birkaç tur atmıştı. Mustafa birkaç kez tuvalete gitmiş, onun dışında gömüldüğü koltuktan hiç kalkmamıştı. Koltuğun hemen yanında duran sıcak biraları midesi bulanarak yuvarlamış, toplamda üç sigara içmişti. Mustafa, aniden uyanan devasa susuzluğu hissedince panikledi; ayaklarından suratına fırlayan sıcaklık, kalbinin her hareketini duyan kulakları ve bir türlü dik tutamadığı kafası onu korkutuyordu. Plan yaparak, hayal kurarken yaptığı gibi en ince detayına kadar tahayyül ederek mutfağa gidip su içmek istedi. Önce bacaklarını kullanarak ayağa kalkacak, sonra devrilmeden yürüyecek, dolaptaki suyu alacak ve kapağını açtıktan sonra içecekti. Evet, plan gayet açık ve basitti.

​Mustafa’nın mutfağa gidip su içmesi ve koltuğa tekrar yerleşmesi kırk beş dakika sürmüştü. Derken, kalçalarında bir titreşim hissedip irkildi. Telefonun çaldığı anlaması için eliyle telefonu kavraması ve elinin de titremesi gerekmişti. MİLF1 arıyordu.

​“Mustafa, geldim, kapıyı neden açmıyorsun?”

​Mustafa, Türkçeyi yeni öğrenmiş gibi heceleri yayarak ve harfleri gereksizce bastırarak, “Geldim,” dedi.

​Neslihan, Mustafa’nın sağındaki kanepeye oturdu. Odanın iki tarafındaki pencereler açıktı ama odanın içerisi kenevir ve sigara kokuyordu. Neslihan, hemen yanına koyduğu büyükçe çantadan küçük bir ayna ve ruj çıkardı. Halihazırda kıpkırmızı olan dudaklarına dikkatlice ruj sürdü ve dudaklarını birbirlerine sürterek aynada kendini izledi. Neslihan’ın kafası, bir elliden fazla olmayan boyuna göre büyük sayılırdı; kısa ve ince burnu da yüzünde eğreti duruyordu. Ama şehla gözleri, itinayla dizilmiş dişleri ve gülümsemesiyle, yaşını hiç göstermiyordu. Aslında Mustafa hiçbir zaman Neslihan’ın yaşını sormamıştı. Yine de on yaşında bir oğlu ve on altı yaşında bir kızı olduğuna göre, kadının kırklarında olduğunu düşünüyordu.

​“Ekstredeki tütünleri görmüş Sercan,” dedi kadın.

​Mustafa gözünü kadından ayırmıyordu. “Nasıl yani?” diye sordu.

​“Sana aldığım tütünleri görmüş işte. Bu kadar tütünü kime aldığımı sordu. Birer ikişer dağıttığımı söyledim.”

​“Onun ben kafasını sikeyim,” dedi Mustafa. Kalkıp kadını öpmek istiyordu ama her an devrilebilirdi. Su içmeye gittiğinde yaptığı gibi bir plan yaparak ayağa kalktı, birkaç adım atıp kadının yanına oturdu. Neslihan’ın tişörtünü biraz gevşeterek kadının omuzlarını öpmeye başladı. Hemen sonra, öptüğü omuzları iterek kadını yatırdı ve öpüşmeye başladılar. Neslihan, biranın kekremsi tadını alıyordu. Dilleri birbirlerine değiyor, tükürükleri yer değiştiriyor ve ikisinin de dudaklarının etrafına yayılıyordu.

​Mustafa, kadının üzerinde ilerledi. Kadının büyükçe başı, Mustafa’nın bacaklarının arasına sabitlenmişti. Mustafa şortunu indirdi, kadın ağzını açtı. Mustafa ileri geri gelerek ıslaklığı ve sıcaklığı tüm varlığında duyuyordu. Mustafa sertleştikçe bastırıyor, kadın Mustafa’nın bacaklarını tutarak nefes almaya çalışacak mesafe bulmaya çalışıyordu.

​Mustafa artık boşalmaya çok yakındı. “Sakın çıkarma,” diye bağırmaya başladı. Defalarca aynı şeyi söylüyor, son gücüyle kadının ağzına girip çıkıyordu. Hemen sonra, Mustafa titremeye, sık ve küçük nefes vererek kasılmaya başladı. Nefes nefese kalmış halde ağzını açmış inliyordu.

​“Sikeyim Tolstoy’u, Flaubert’i, Kant’ı, Ricoeur’yü!” dedi Mustafa. Sesi kalınlaşmış, neredeyse korkutucu bir tona ulaşmıştı. “İşte hayat bu!”



Furkan Kemer

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page