top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Gülser Kut Arat- Bir Ailenin Anatomisi

Pazar sabahı yağmur dindi. Bulutların arasından sarı rengiyle güneş göründü sonra önüne koyu renkli bir bulut parçası gelince yine kayboldu. Oyun oynuyordu. Gökte bulutlar durmadan yer değiştirirken, yerde her şeyin bu derece sakin olması tuhafıma gitti. Bu evde hiçbir şey yaşanmamış gibiydi. Pencere camından evlere baktım. Evlerin aralarında metrelerce mesafe vardı. Çıplak hiçliğe, yokluğa atılmış evler. Bahçedeki kayısı ağacına gözlerimi diktim. Issız görünüyordu her şey.

Babamın boynundaki şişen atardamarından tiksiniyordum. Otoriteyi temsil eden yumruğundan tiksiniyordum. Kendisine kayıtsız şartsız saygı gösterilmesini bekliyordu. Onu kayıtsız şartsız kabul edecek olursam, annemi yüreğimden çıkarmam gerekecekti.

Masanın karşısındaki eski duvar saatine gözüm takılıyor. O da yaşamı öğütmeye devam ediyor. Gece olunca korkuyordum. Eski eşyalar karanlıkta çatırdıyordu. İnsan bir şeylerin kırılmış olduğu düşüncesiyle uykudan uyanıp, kulak kabartıyor ama tek duyabildiği içinde yükselen çatırtılar oluyordu.

Kapıyı açtığımda o tanıdık kokuyu duydum. Bu koku geçmiş yılları, pazar günleri bütün bir ailenin büyükanne, büyükbabanın da olduğu akşam yemeklerini, yitip gitmiş çocukluğumu anımsatıyor. Evin kapalı pencereleri pazartesi sabahına yetiştirmek üzere yapılan ev ödevlerini, sabah temizliğini tabii ki o kavgaları düşündürüyordu.

Bitmeyen sonu gelmeyen kavgalarda zalimden tiksiniyordum. Bireyin reddedilmesi sadece biçimsel olamaz, ona karşı çıkmayı, eylemi gerektirir. Çocuk olarak eylem yapacak halde olmadığımdan seçimde yapamıyordum. Büyüyünce anne ve babama hükmedeceğimi, iktidarın benim olacağını düşünüyordum. Ama olmadı!

İktidar sessizce içkisini yudumlarken, bizlerden ağır ağır hüzünle uzaklaşıyordu. Bir yolculuğa sürüklenir gibiydi. Kadehi boşaldıkça söylediği birkaç söz kırıcı ve tutarsızdı. Gözlerini önünde açılan karanlığa dikti. O anda kafasının küskünlüklerle dolup taştığını sezdim.

Ayrılmalar, geri gelmeler, kavuşmalar, gitmeler dönmelerle bu evde onca yıl. Tükenmekte olan annem, cümleyi yarım bırakmış gibi duran gülümsemesiyle, konsolun üstünde duran çerçeveden bana acıyla bakıyor.

Annem babama bağımlıydı. Haklı isyanından sonra başını daha fazla eğdi. Bunun kendisi için yok olma demek olduğunun farkına bile varmadı. Babam annemden böyle yapmasını bekliyordu. Onun için böyle olması çok doğaldı. Açık zulmün yerini kurnaz bir acımasızlık aldı. Ruhsal yaraların, fiziksel olanlardan daha çok can yaktığı söylenir ancak fiziksel yaralarında bakıma ihtiyacı vardır.

Küçük, orta sınıf mahallemizde bayram heyecanını biz çocuklar doyasıya yaşıyorduk. Kendi dünyamıza o kadar dalıyorduk ki, akşamın ilerlediğini bile fark etmiyor, gecikmiş olmaya aldırmazmış gibi evlerimize gidiyorduk. Oysa her geç kalışımıza bizi sopa ya da ceza beklerdi. O akşam eve geç geldiğimde mutfakta uğursuzluk işareti bir sessizlik vardı. Mutfaktan kızarmış patates, köfte kokusu mis gibi havaya sinmişti. Annemin, “Neredeydin,” sesi odadan bana ulaştı. Cevap vermedim. Bu kez kapıda durmuştu. Sinirli ses tonuyla, “Duymuyor musun,” demişti. Annem babama vereceği cevaptan korkuyordu aslında. Geç kalma mazeretimi henüz cevaplamaya hazırlanıyordum, birisi mutfağımızın kapısına öyle bir tekme indirdi ki, mutfak kapısının çerçevesindeki cam şangır şungur yere indi. Sarhoştu. Karşımızda dikilmiş duruyordu. Ağzından saçılan tükürüklerle beraber anlaşılmaz kelimeler ağzından döküldü. Göz kapakları uyuyormuş gibi, yarı kapalıydı. Bir elinde şarap şişesi sallanıyordu. Bakışlarındaki tehdit, tükettiği alkol içinde boğulup kaldı. Uykulu bir bakışa dönüştü. Mutfağın ortasına sendeleyerek yürüdü. “Karıcığım ve oğlum beni böyle mi bekliyor,” dedi. Annemin gözleri korku dolunca artık burada durmamam gerektiğini kavradım. İkimizin bakışlarında yüzlerce kelime birleşti. Bağırışlar çağırışlar ve duyumsayışlar aramızda gidip geldi. Keder annemden bana, benden anneme akarken, ikimizde ucundan silkip atamadık. Odaya doğru bir iki adım atmıştım ki, babam korkunç bir sesle gürledi. “Beni böyle mi bekliyorsunuz, ha? Kapıda mı?” Şarap şişesini masaya vurdu. Annem korkuyla bir adım gerilerken, bir çığlık attı. “Aman Tanrım!  Yapma ne olur,” dedi. Ben hızla mutfaktan kaçtım.

Odama sığındım. Kapı tekmelenir gibi oldu. Azrail gelmiş, hakkını istiyordu. Kapının altındaki aralıktan içeriye adeta ölüm esmekteydi. Azrail vazgeçmişti. Kapı önünden çekildi, gitti. Yattığım yerden geceye baktım. Derin derin nefes aldım. Annemin sinema perdesi gibi kocaman açılmış korku dolu gözleri aklımdan çıkmıyordu. Biraz sonra odamın kapısı yavaşça açıldı. Sessiz, ürkek adımlarla yatağıma yanaştı. Yanıma yatar yatmaz vücudunu bir titreme sardı. Dişleri birbirine vuruyor, şakaklarındaki ve ensesindeki damarlar çekilip sertleşiyordu. Sırtımda artık soluyup, fısıldamayan gövdesinin sıcaklığını hissettim. Derisini ateş kaplamıştı. Sıkıca bana sarıldı. Ellerimi kaldırıp yüzünü okşadım. Parmaklarımı hafifçe gözlerine sürüp geri koymaya, o büyük sinema perdesinden ayırmaya çalıştım. Böyle yapmazsam, bu gözlerin ömür boyu peşimi bırakmayacağından korkuyordum. Kıvırcık uzun siyah saçlarını okşadım. Islak gözyaşlarım minik damlalar şeklinde saçlarına doğru aktı. Ebeveyn ve çocuk görevlerimiz yer değiştirmişti.

İçkiden kızaran yüzünün hatlarına, gözlerinin altındaki kırışıklıklara dikkatle baktım. Bir zamanlar sert, pürüzsüz olan bu yüzü, öne çıkık çenesini grimsi kıllar kaplamıştı.  Güneşte bronzlaşmış olan derisi yılların birikimiyle solmuş, bakışları dumanlanmıştı. Gözlerini bana dikmişti. Bir an çocukluğumdaki gibi korku üzerimden bir bulut gibi gelip geçti. Bütün hislerim isyan edercesine durdu. Şimdi tek istediğim şey ağlamaktı. Kalkıp odama gitmeye de cesaret edemedim. Tekrar bakışlarıyla karşılaştım. Şu an rahatlamam için ağlamamam gerektiğini biliyordum. Ne kadar uğraşsam da gözlerime yaş gelmedi. Oysa elimi birazcık kestiğim zamanlar bile ne kadar kolay ağlardım. Yüzüne baktım, kötülük hepten amaçsız, değil diye düşündüm.

Babam, annemin başkaldırısının otoritesine karşı gelmek değil, daha adil bir yaşam istediğini anlasaydı, o zaman belki hayatımız bambaşka bir yön alırdı. Annemle babam birbirlerine olan sevgi ve saygının son kırıntılarını da unuttular. Annemin son büyük başkaldırısından sonra, kaderlerimizin ayrılması kaçınılmaz oldu.

Evin sessizliği içinde ilerledim. Odaları tek tek dolaştım. Sessizlik o kadar derindi ki, ansızın annemin sesini kafamın içinde duydum. Sadece tınısını, sanki bir duvarın arkasından geliyormuş gibi. Görüntüsünü gözlerimin önünden uzaklaştırmayı bir türlü başaramıyorum. Eskiyle karşılaştırdığımda ev bomboş geliyordu. Odası bıraktığı gibi korunmuş, tek bir kitap dikiş kutusu bile yerinden kaldırılmamış olsa da gözüme başkasının odasıymış gibi göründü. Küçük koltuğa oturdum. Sokaktan geçen arabaların sesini dinledim. Kalktım, kendi odama yöneldim. Kitaplık vazifesi gören kapaklı dolaba uzandım. Çekmecelerden birinde eski okul defterlerimi buldum. Uzun süre tuttuğum bir günlük, birkaç not. Bütün bunları kendimin yazmış olduğunu düşünüp, hayret ettim. Hiçbirini anımsamıyordum. Her biri tuhaf ve unutulmuş olaylarla ilgiliydi. Odamın içinde ilerledim. Arka bahçeye bakan camda, annemin tığ işinden ördüğü perdeyi yana sıyırdım. Beni annemden ayıran bahçedeki kayısı ağacına uzun uzun baktım. Zamanla alışırsın, demişlerdi cenazede. Ben hiç anlamadım, nasıl alışacağımı, anlamadım. Nasıl alışılırdı ki onun yokluğuna. Ne yapacaktım? Alışmak ne demektir? O hiç yokmuş gibi gülecek, yemek yiyecek miydim yani.

Sevdiklerimizle aramızda yüzyıllık ayrılıklar, bin yıllık mesafeler yaratan zaman. Her acı, her çaresizlik, her çırpınış, her dibe batış, aramızda anlardan oluşan bir sonsuzluk yarattı.

Bahçedeki kayısı ağacının dalından aşağı boşlukta sallanan kalın ipi gördüğümde gövdemin tam ortasındaki boşluk hissi, karın boşluğumdaki ağrı, sersemlemiş halde dünyadan uzaklaşma, bir ruh gibi olma hissi, gerçekte yokmuşum ve olmama gerek yokmuş gibi. Çocukluğumu bıraktığım bütün ipler…

Kapıyı açıp bahçeye çıkıyorum. Kayısı ağacına doğru yürüyorum. Kendimi hayatımda ilk kez yaşlanmış hissediyorum. Mutlu olmak için mutsuzluğa ihtiyacımız var. Harekete geçmek için durmaya, bir kabustan uyanmak için derin bir uykuya, sevmek için yalnızlığa ihtiyacımız var. Ellerimle ağacın gövdesini okşarken, kavuşmak için ayrılığa diye fısıldıyorum.


Gülser Kut Arat

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page