top of page

Öykü- Günay Oktay- Kurban

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 9 Eki
  • 5 dakikada okunur

Elinde sigarası, ağır bir duman eşliğinde oturdu masasına. Yorgun bir kalem sesi başladı yeniden; çizdi, karaladı, sustu, sonra bir daha yazdı. Beni, kullandığı bir başka öyküden alıp buraya taşıdığını o kararsız kalem ucundan, kâğıt üzerinde iz bırakmadan silinip giden kelimelerden anladım. İsmimin üstünü karalayıp “Melis” yaptı adımı. İlkinde çok üzmüştü beni; ağlatmış, geleceğime dair bir parça umut bile bırakmamıştı. Şimdi yeniden yazmaya başladı. Bu sefer başka bir hikâyenin içine… Yüzünde tuhaf bir sabır ve bana olan o tek taraflı sevgiyi göstermeye çalışan izler vardı ama ben onun nasıl biri olduğunu çok iyi biliyorum.

                            

Işık açıktı.

“Ben hâlâ buradayım” demek ister gibi…

Annemin morarmış sarı yüzü, uzun beyaz kefeni, hocanın duaları, mezar dönüşü karanlıktan korkar diye içimi kemiren duygu, bir anlığına uçtu gitti hafızamdan.

İnsan inkâr etmeye ne kadar hazır ve arzulu.

Oysa onu ışıksız, taş örülü, kahverengi sonsuzluğa uğurlayalı on bir gün olmuştu. Babamdan tam dört sene sonra, bir haziran günü.

Kapının önünde durdum, cebimdeki anahtarı usulca ararken, kapının açık olduğunu fark ettim, sanki beni bekliyordu. Eve yayılan solgun ışık, yazlık evin yılların tozunu ve sessizliğini yararak içime işledi, dokundu bana. İstanbul’un boğucu kalabalığından, taziyelerin suskun yüzlerinden kaçıp gelmiştim buraya; onun eksikliğiyle dolup taşan bu yerde, Solmaz ailesinin onunla tarihe karışan son temsilcisi olarak, hatıraların ağır yükünü kalbimde hissediyordum.

 Burası eksikti. Ya da fazla. Ne tam bir sığınak ne de veda. Ve ben annemin varlığıyla yokluğu arasında; umutların nefes aldığı bu yerde sıkışıp kalmıştım.

 İçerisi annemin sesini, nefesini hatta iç çekişini tutuyordu duvarlarında hâlâ. Masada bir fincan duruyordu. Yanı başında yere düşmüş bir peçete. İçeride biri mi var yoksa? Kimse var mı diye seslendim. Bir süre bekledim ama ses gelmedi.

Salon hatırladığım gibiydi. Koltukların üzerinde anneme ait oturma izleri, köşedeki abajur, cam vitrindeki porselenler… Halının yan tarafları hafif kabarmıştı, sanki biri üzerinden yeni geçmişti. Mutfak kapısından baktığımda lavabonun kenarına bırakılmış bir sünger, yanına katlanıp konmuş temiz bir bez gördüm; annemin ellerinden çıkan, son kez katlanmış bulaşık bezi. Buzdolabının üstüne iliştirilmiş bir not; seksen sekiz yaşının titrek, cebelleşen elinden çıkmış:

“Melis’in doğum günü 10 Temmuz.”

Üst kattaki yatak odasına çıktım. Annem olmasa da ben yine de onun son yattığı çarşafların kokusuna sarınıp uyumak istiyordum Yatağa uzanıp derin bir nefes aldım, iç burkan bir koku doldu içime; lavanta, biraz sabun, biraz da eksikliğiyle konuşan zaman. Gözlerimi kapadım sanki bir anlığına dünyayla değil, onunla örtünmüşüm gibi.

Dalmışım…

Boyunu aşan yeşilliklerin içinden, mavi zemin üstüne beyaz çiçekler serpilmiş elbisesiyle annem öylece duruyordu; öylesine güzel, öylesine taptaze… Bana doğru yürüyordu, yüzünde en ufak bir çizgi yoktu; gençliğiyle zamana meydan okuyan, belki yirmi-otuz yaşlarında bir genç kız gibi. Elini uzattı, küçük bir şeyi avucuma bıraktı.  “Al ye bunu,” dedi, sesi nazik ve kararlıydı. Avucumda duran şeyin ne olduğunu anlayamıyordum, Bakıyordum elime tanıyamıyordum ne bir ot ne bir meyve ne de bildiğim başka bir şeydi bu. Yine de tereddüt etmeden ağzıma attım. Tadı ne ekşi ne tatlıydı, ama bir o kadar da lezzetliydi. Annem gülümsedi, gözleri ışıldadı: “Kalk hadi uyan artık, her şey senin istediğin gibi olacak.”

Yattığım yerden birden doğruldum. Gözlerimi bana bu acıyı, bitmek bilmeyen iç karanlığını yaşatan o çokbilmiş yazara diktim. Her zaman olduğu gibi kelimelerin arkasına pusuya yatmış, duygularımı el yordamıyla kurgulayan kadın, gölge gibi duruyordu.

“Bıktım artık senin bu melankolik dramlarından, hezeyanlarla dolu zihninin kuklası olmaktan usandım!”

O ise cevap vermedi. İnkâr edilemeyecek kadar gerçek kollarıyla beni yeniden yatağa yatırdı. Tıpkı bir anne, bir cellat gibi. Ve fısıldadı kulağıma: “Hikâyenin bitmesine daha var.”

Gün, güneşin perdeden sızan ince ışığıyla aydınlatmıştı odamı. Pencereyi açtım. İçeriye tuzlu serin bir sabah havası doldu. Yan tarafta annemin cefakâr arkadaşı Makbule Teyze bahçeyi suluyordu. Pencere sesi dikkatini çekmiş olacak ki elindeki hortumu yere bırakıp başını kaldırdı, göz göze geldik. “Hoş geldin,” dedi gülümsemeye çalışarak. Onu son kez taziye evinde görmüştüm. “Biraz uğrayayım mı yanına?” diye sordu. “Olur,” dedim.

Yarım saat sonra elinde kahvaltı tepsisiyle kapımdaydı. “Dün akşam evi açtım, havalandırdım, biraz dolaştım… Necmiye’yi aradım odalarda.”

“Ben de annemi aradım eve ilk girdiğimde. Düşen peçete, aralık kalan kapı, yerlerdeki ayak izleri, sehpanın üzerindeki kahve fincanı demek senindi.”

Başını indirip evet demeye kalmadı ağlamaya başladı. Onunla birlikte ben de…

Biliyordum başıma gelecekleri. Yine oldu. Yine ağlattı beni. Bu onun kalemi değil bıçak ucu sanki. Benimle kendisi de giriyor yas sürecine sonra hiçbir şey olmamış gibi üstünü örtüyor, günlük hayatına devam ediyor. Ama aklı da hep bende.

Yok yok…

Bu kesin mazoşist. Yoksa kim, her öyküde aynı yarayı deşer?

Ertesi sabah uyandığımda bir tuhaftım. Yine annem gelmişti rüyama. Yine bir şeyler uzatıp yedirmişti. Tuhaflığım, her sabah uyanır uyanmaz kahveye uzanan, sigarasını arayan halimin değişmesiydi. Nikotin özlemiyle kıvranan parmaklarım uzanmıyordu bir türlü sigaraya. Beni görmeye gelen Makbule Teyze’ye karşı da o gün eski sıkılgan, mesafeli halim olmamıştı. İçimdeki insan kalkmış, yerini bir başkasına bırakmıştı sanki.

Öğleden sonra dışarı çıktım, sokakları dolaşırken hayatı dolduran insan ve hayvan sesleri dolmaya başladı içime. Sahile ininceye kadar hafifleyerek çoğaldım sanki. Denizin tuzlu iyot kokusu sayesinde canlı, enerjik neredeyse neşeliydim. Ben miydim bu? Yere basamayan, göğe değmek isteyen bu hâl kimindi? Denize açıldım sonra, tüm yüklerimi bıraktım serin sularına. Yüzdüm, dalgalarla konuştum, güneşi tenimde değil içimde hissedinceye dek.

Annem her gece gelmeye devam ediyor ve ben her sabah başka bir benle uyanıyordum. Hatta bir gün, elime aldığım annemin boya kalemleriyle, yine annemin şövalesinde gün boyu resim yaptım. Yaptığım resimler pek bir şeye benzemiyordu ama hoşuma gidiyordu. Ellerim hiç tanımadığım bir ritme esir düşmüştü. İçimden gelen bir ihtiyaçtı bu.

Her sabah başka bir dürtüyle, başka bir istekle başlıyordum güne. Makbule Teyze arada uğruyordu, bana yaptığı yemeklerden getiriyor, bir çay içip gidiyordu. Bir keresinde gözlerini uzun uzun yüzümde gezdirdi. “Annen gibi olmuşsun iyice,” dedi. Ne demek istediğini sordum. Biraz durdu, gözlerini açarak, “O da son bir iki yıldır böyleydi. Senin gibi. Halden hale girerdi. Sanki…”

O an içimde bir perde aralandı. Demek fark etmişti bendeki tuhaflığın sadece hava değişiminden, yasın sersemliğinden olmadığını. Zaten ben bile annemin rüyalarım üzerindeki etkisini sonradan fark edecektim. Ne demişti en son: “Değişmelisin, bu sen değilsin, kendin olursan hayatın güzelleşecek. Kendin ol, kendin…”

Fark ettin mi? Bugün kahveyi bırakalı tam üç gün oldu. Sigara desen artık elim gitmiyor. Makbule Teyzeyle konuşuyor, gülüyor, hatta çiçek sularken buluyorum kendimi. Evet, Melis hâlâ benim adım ama içimde bir şey çatladı sanki. Eskiden yazdığın her cümlede ağlardım. Şimdi içimden bazılarını siliyorum.

Yaz bakalım…

Beni ne hale sokacaksın daha?

Dur bir dakika…

Ben neden katlanıyorum bu cefaya, bu yalnızlığa, bu itilip kakılmışlığa? Neden susuyorum? Bana giydirdiği bu yamuk, bol karakter değilim ben. Yazdığı her satır üstüme oturmuyor. Ben yaz değil mesela kış çocuğuyum. Kar seviyorum, yavaşlığı, kırılmayı, buz gibi sessizlikleri. Burcum bile başka, bakmasın öyle.

Beni anlamıyor. Ya da anlamazdan geliyor. Belki de farkında, beni sürekli değiştirmesinin, durmadan başka bir ruha sokmasının sebebi bu. Çünkü ben onun kafasında yazdığı kadın değilim. Ben ağlamak, unutulmak, kalemin ucunda oradan oraya savrulmak için yaratılmadım. Karaktersem de kurban değilim. Ben bu hikâyenin içindeyim ama bu hikâye benim değil. Kalem bende olmasa da benim de bir dilim var.

Susmayacağım.

Bana ait olmayan hayatın içinde artık rol almayacağım. Bu benim son değil, ilk cümlem olacak.

Evet evet konuşacağım onunla…

Yine oturdu masaya. Elinde kalem gözleri hüzünlü. Arkasında durdum, göğsümde birikmiş suskunluğu kılıç gibi kuşandım. Kalemi tutan eline baktım ve söyledim:

“Bırak. Yazma artık. Annem ölmedi. Makbule Teyze diye biri hiç olmadı. Denize girmedim ben. Yazlığın kapısını açmadım. Annem gibi kokan çarşaflara sarılıp ağlamadım. Mezarlıkta annemi bırakıp gelirken o korkacak diye bir çocuk gibi hiç tasalanmadım. Evimize taziye için gelen de olmadı. Hele o saçma sapan rüyalar…”

Şaşırdı. Ne bir kelime söyleyebildi ne bir yazı yazabildi. Masasına oturdum bu kez. Kâğıdı önüme çektim. Kalem elimde ağırlaştı ama yazmaya başladım. Ona bir isim vermedim. Ama en kötü senaryoların içine bıraktım onu.

Sevgilisi terk etti ilk cümlemde. Sebep bile söylemedi. Sonra annesi gitti, bir daha aramadı. Evinde bir ses, bir eşya, bir koku kalmadı geçmişe dair. Sokaklar üstüne kapandı. Dostları unuttu. Ve sonra yalnız kaldı. Ama öyle böyle değil, kendi sesi bile ona yüz çevirdi. Ağladı. Sızladı.

Ve ben yazmaya devam ettim. Yazarken bana hiç sormamıştı: “Melis sen bu kadar acıyla ne yapıyorsun?”

Ama ben ona sordum:

“Sen bu yalnızlıkla nasıl yaşayacaksın?”

Ve devam ettim içimdekileri tıksırıncaya kadar;

“Artık beni yazamazsın. Beni anlatamazsın. Beni tüketemezsin. Çünkü ben senden çıkıyorum. Ve sana ait hiçbir boşlukta kalmıyorum. Ben yalnızca kendime aitim artık. Kurban değilim.”


Günay Oktay

 
 
 

Yorumlar


bottom of page