top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Halil Bilgili- Son Kalpaklıoğlu’nun Acı Kaybı

İntihar mı etseydi? Son Kalpaklıoğlu olmak sorumluluğu olmasa bir an bile düşünmezdi Korkut. Söylüyorlardı ama gerçekten telefona tablete dalıp gittiği için mi oluyordu bütün tuhaf şeyler, alaka kuramıyordu. Garipliklerin gelip gelip onu bulmasına şaşıyor, yolda bir taş varsa kesin o taşa ayağının takılacağı türünden iğneli laflara hak vermeye başlıyordu.

Selfi çekerken denize düşmesiymiş, kaçmasına sebep olduğu kurbanlık tosunu bayramın ilk günü birilerinin kesip lokantalarda satmasıymış, hunharca daldığı havuzun dibine kafasını çarpması, alnında hâlâ izi duruyor olmasıymış... Geç bunları anam babam, geç. Biraz önce dedesinin cenaze namazında dayanamamış gülmüştü Korkut. İmam tam Fatiha’yı bitirirken… Sağında belediye başkanı solunda da kaymakam vardı. İlçenin gururu, büyük ihracatlar yapmış, fukara babası Süleyman Kalpaklıoğlu’nu son yolculuğuna uğurlamak için gelmişlerdi. İşte Korkut bu Süleyman’ın torunu, Kalpaklıoğlu neslinin yaşayan yegâne erkeği olarak namazda en öndeydi. Arkalarda olsa gülme işini bir şekilde yedirirdi de, kolundan çeke çeke öne götürmüş imamın arkasında sağlı sollu sıkıştırmışlardı. Ah imam! Ah imam! Tutmuş, surenin sonundaki Dad harfini tam mahrecinden çıkaracağım diye zorlamış, genizden tuhaf bir ses türetmişti. Ne olmuşsa bu anda olmuş. Korkut imamı boş verememiş. Bir anda aklından cenaze, tören, ölüm, namaz, dede, ciddiyet, saygı namına her şey silinmiş. Pıskırır gibi olmuş, zammı sure başlar başlamaz da gülmeyi koyuvermişti. Tutmaya çalışmıştı çalışmasına ama yanakları son raddesine kadar şişmiş, boynu bükülmüş, hatta bir eli de ağzına doğru çıkıp inmişti. Neyse ki hemen namazı bozup cemaatten uzaklaşmış, kaçıp kurtulmuştu. Yoksa mümkünü yok gülmesi durmaz, orada dedesinin sevenleri tarafından linç edilirdi. Her şey imamın bir “Vurun kafire!” demesine bakardı. Torun morun dinlemez, adamı imamın kayığına bindirirlerdi. Büyük saygısızlık etmişti. Kimse namazı bozup arkasından gitmemişti ya, o iyiydi. Arabasına atladığı gibi soluğu liseden arkadaşı Berkan’ın evinin önünde almıştı.

İşte şimdi evin önündeydi ama Berkan da cenazedeydi. Arabadan inmeden Berkan’ı aradı. Vaziyeti sordu. Berkan yekten, “O gülen sen miydin lan?” dedi.

“Çok mu duyuldu? Ne diyorlar?”

“Ben arkalardaydım ama ses çok net geldi Korkut. Seni arıyor millet.”

“Bittim ben ya.”

“Niye güldün ki oğlum, manyak mısın? Şimdi defnetmeye gidiyorlar, gelmeyecek misin?”

“Gelemem, gelemem.”

“Neredesin sen?”

“Kimseye belli etme, çabuk kalk gel Berkan. Ben hiç iyi değilim oğlum. Senin kapının önünde bekliyorum.”

“Geliyorum, bekle.”

Suçlu Berkan’dı Berkan. Sürekli komik videolar seyrettiriyordu. Art arda onlarcasını. “Şunu görmüş müydün?”, “Bak bunu kesin seyret.”, “Peki sen şunu biliyor musun?” diye diye sabahlara kadar o video senin bu video benim kakara kikiri. Bir tane de belgesel açalım, ciddi bir şeyle uğraşalım yazmazdı Berkan’ın kitabında. Artık kıyamet kopsa oturup güleceklerdi. Hayat bu muydu? Al işte, başına gelenin açıklaması yoktu.

Berkan gelir gelmez Korkut’a hayati bir detaydan bahsetti. Yerel bir kanal cenaze törenini cami avlusunun dışından çekmişti. Haberlere düşmesi an meselesiydi.

Korkut’un kaşları ağardı. Daha eve girmeden telefondan yerel haberleri kontrol etti. Bir internet gazetesinde, “Kalpaklıoğlu’na Büyük Saygısızlık” başlığıyla bir yazı gördü. Fotoğraf da koymuşlardı. Güldüğü belli belirsiz görünüyordu. Bayılacak gibi oldu. Adam her şeyi bire bin katarak yazmıştı. Ne ailesini ne gelenekleri ne de inancı önemsediğini, alnının ömrübillah secde yüzü görmediğini, cenazeyi gülerek terk edip arkadaşlarıyla havuz partisine gittiğini bir güzel okudu. Adamın dediğine göre bir davul zurna çaldırmadığı kalmıştı.

Ünlülüğün var ya ünlülüğün, eşekler peşinden yardırsın. Ünlüysen, rüzgârda balonsun. Şu an, yerel de olsa, Korkut’u ailesinin ünü yakmıştı. İçinden basın özgürlüğüne de verip veriştiriyor ama iç sesi bile titriyordu. Şu işten kurtulsun, başka bir şey istemiyordu. Berkan mutfağa gitmiş bir yandan yiyip içiyor bir yandan olayı tekrar tekrar anlatıyor. Korkut ise salonda kanepeye yarım kıç oturmuş, televizyonda sörf yapıyordu. Telefonu belki yüzüncü kez çaldı. Bu kez açtı, Berkan da koşarak salona geldi. Arayan bildiğin belediye başkanıydı.

“Korkut, oğlum ben belediye başkanı Sermet Heptekin.”

“Merhaba başkanım. Ben…”

“Mezarlığa geldik şimdi, merhumu defnedeceğiz, seni bekliyoruz.”

“Başkanım, ben gelemiyorum. Çok utanıyorum. Nasıl oldu bilmiyorum, nasıl geleyim şimdi? Ne yapayım?”

“İnsanlık hâli oğlum, olur öyle şeyler. Kalk gel. Deden büyük adamdı, seni de bana emanet etti. Seni çok seviyordu rahmetli, gelmemen yanlış olur. Merak etme, ben Sayın Kaymakam ile de konuştum, durumu izah ettim buradakilere. Yanlış duymuşsunuz, çocuk ağlaya ağlaya gitti dedim.”

“Başkanım internette bir haber var hakkımda. Dakikasında yazmışlar. Resmimi filan koymuşlar. Sokağa çıkamam.”

“Kim yazmış? “

“Yerel Dünya gazetesinde var.”

“Ben onu şimdi kaldırttırırım. Buradakilerle konuştum da demek onlar beni ya duymadı ya da anlamadı.”

“Sağ olun başkanım.”

“Mühim değil, mühim değil. Hadi bekliyorum, kalk gel.”

“Geliyorum başkanım, sağ olun. Görüşmek üzere.”

Korkut sevinmişti ama gülemiyordu. Hemen çıkıp Berkan ile yola düştüler. Mezarlığın iki yüz metre kadar yakınında korumalar arabayı durdurdu. Korkut’u başkanın arabasına aldılar. Berkan devam etti.

Makam arabasının içinde sadece başkanla Korkut vardı.

“Bak evladım, sen genç adamsın,” dedi başkan. “Genç adamın başına her iş gelir. Daha senin bu vatan için yapacağın çok şey var. Canavar gibi delikanlısın. Silkin, kendine gel.”

Başkan buraya kadar iyi konuştu da sonra cıvıtmaya başladı.

“Ben üniversiteyi çalışarak okudum. Cenaze ağlayıcılığı yaparak geçti okul hayatım. Ne zor günlerdi. Cenazelerde ağlayıcı, düğünlerde oynayıcıydım. Kolay değil ha. Aynı gün üç dört cenaze iki de düğün yapıyordum. Gerçekten kolay değil! Bir keresinde bir cenazede yanlışlıkla halay çektik arkadaşlarla. Halay başı bendim. Kovdular, paramızı da vermediler. Zamanla aklı karışıyor insanın. Kaç düğünde gelinin ruhuna Fatiha okudum ben, hey hey... Neyse demem o ki, seni anlıyorum. Ben herkesi ikna ettim senin gülmediğine. Metin ol.”

“Sağ olun başkanım. Siz olmasanız…”

“Bana artık Sermet amca de. Başkanımı maşkanımı bırak.”

“Tamam Sermet amca.”

“Ha şöyle. Dedeni sevdiğini ben biliyorum. Yoksa ilk benden yerdin dayağı. Has adamdı Süleyman pehlivan. Ona torun olarak da senin gibi bir delikanlı yakışırdı. Bu büyük nimet, kıymetini bil. Tamam mı?”

Korkut bir şey diyemedi. Başkan, “Hadi gidelim şimdi, cemaati bekletmeyelim.” diyerek tamamladı. Korkut, başkanla beraber mezarlığa gitti. Cemaatte anormal bir tavır yoktu. Bakışlar normaldi. Dedesinin mezara konulmasına yardım etti. Toprak attı. Gerçekten üzgündü. Tam her şey bitti derken yine imam çıktı sahneye. Korkut imamı düşünmemeye çalışıyordu ki birden Berkan’la göz göze geldi. İçinde yine bir gülme kıvılcımı belirdi. Hemen gözlerini yere indirdi. Berkan’a bakmamalıydı. İmam dualar ediyor, o içinden, “İmam dayı yapma, etme. Kurbanın olayım bana kıyma.” diye yalvarıyordu. Ortada gülünecek bir şey yoktu ama içine bir zaaftır oturmuştu. Yüzü alev alev yanıyordu, kızarmıştı. Berkan’ın bakışı gözünün önüne geliyor, o bakıştan bir türlü kurtulamıyordu. Sonunda, imam tam “El Fatiha.” dediğinde yine dayanamadı.

Bu defa güldüğünü herkes gördü. Cemaat Fatiha’yı, tövbe tövbe, çekirdek çitler gibi okuyup saniyeler içinde bitirdi. Yuhalamalar, hareketlenmeler başladı. Belediye başkanı da kendisi gülmüş gibi bakıyor, Korkut’u savunacağı bir cümle arıyordu. Korumalar Korkut’un hayatını kurtardılar ama temiz bir dayak yemesine engel olamadılar.

Olaydan sonra Berkan, Korkut’la hastanede günlerce kaldı. Olan biteni anlatıp anlatıp güldüler.


Halil Bilgili

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page